M. Sarmış: Az önce ismi geçen İsa Cambaz, bahsettiğim haberde, Mahir, Alver ve Azra isimli gayrimüslimlerin yetiştirdiği bazı isimlerden ve onların yetiştirdiği daha başka isimlerden de söz ediyor: Maraşlı Hacı, Hikmet, Abdulhari İnci İbrahim, Aziz İzgördü, Hacı Durak Başbuğ, Hikmet Yeğin, Hacı Ali Çınar, babanız merhum Mehmet Ayoğlu, Seyfeddin Gözoğlu, Derviş Doğanlar, Hacı Güzeldemirci, Hasan Çınar gibi… Bunlara ilave edeceğiniz isimler var mı?
A. Ayoğlu: Bu isimlerin çoğunu ya tanıyorum veya duymuşum. Babamın kalfaları Diyarbakır'dan, hatta İzmir'den gelip kendisini ziyaret ederlerdi. Eskiden böyle de bir vefa ve sadakat vardı. Usta, anne baba gibi seviliyor, sayılıyor, ziyaret ediliyordu. O dönemin ustalarını, kalfalarını düşünüyorum; çok elitlerdi, çok kalitelilerdi. Kabiliyetli, donanımlı, terbiyeli… Bizim evimizin bir odası kömür dolardı. O kalfalar gelip atölyeye kömür taşırdı. Altını eritmek için körük vardı. Kalaycıların kullandığı körüklere benzer. Onun seyyarı vardı. Bir kişi sürekli körüğü çalıştırıp ateşi canlı tutardı ki altın erisin. Belki biliyorsunuzdur, altın bin derecede erir. Onun için kalfalar sürekli kömür taşırlardı. Bir de kaynak işi vardı. Onu nasıl yaparlardı? Şöyle bir gaz lambasının haznesini düşünün. Oradan bir boru çıkar, borunun ucunda bir fitil olur. O fitili yakar kaynağı yapar ve sürekli üflerlerdi. O günün şartlarında kaynak böyle yapılırdı. Kuyumcu dükkânları eski "tandırlık"lar gibiydi. Ateşler yanıyor, dumanlar, isler… Bazen o isler dükkânın ön tarafına kadar gelirdi.
M. Sarmış: Yani kuyumcuların ön tarafı satış yeri, arka tarafı atölye.
A. Ayoğlu: O zaman üretim yapan fazla kuyumcu yoktu ki atölyesi olsun. Bizim yetiştiğimizde bir Kuyumcu Osman (Başbuğ) öyleydi. Bir de bizimki vardı. Babam ayrılınca Abdüsselam da sadece satış yapmaya başladı. Fakat bir süre sonra bunların yanında yetişen kalfalar ya kendi dükkânlarını açtılar ya diğerlerinin yanında çalışıp üretim yapmaya başladılar.
M. Sarmış: Şimdi kuyumcuların ağırlıklı olarak bulundukları yerler Kara Meydanı'ndan Yıldız Meydanı'na kadar olan kısım. Onun dışında da var. Karaköprü'de bile açıldı. Fakat eskiden merkezi Akarbaşı'nda yolun sağındaki Eski Kuyumcular Çarşısı imiş. Ben gidip gezdim, şimdi "tespihçiler çarşısı" demek lazım.
A. Ayoğlu: Evet, doğrudur; orada kuyumcu kalmadı.
M. Sarmış: Bir de onun karşı tarafında, daha sonra yapılan bir kuyumcular çarşısı var.
A. Ayoğlu: Orada da eskiden beş altı kuyumcu vardı. Bazıları imalat da yapardı. Onlar daha çok köylü kesimine hitap ederlerdi. Bizim buralar ise şehirli kesimine… Orada sanatın inceliği çok yoktu. Genellikle sarrafiye üzerineydi.
M. Sarmış: Babanızın Urfa'nın ilçeleriyle veya başka illerle ticari bir ilişkisi olmuş mu?
A. Ayoğlu: Bir ara Tokat'tan bir telgraf almış; "Yaptığınız işlerden bize 4-5 kilo kadar gönderin." diye yazıyormuş. Lakin personel yetersizliğinden dolayı bu siparişe olumlu cevap verememiş. Babam telkâri akıtmalar yapardı. 1973'lerde ben götürüp Elazığ'da, Malatya'da satardım.
M. Sarmış: O Azra Usta sonrası Suriye ile bir ilişkiniz oldu mu?
A. Ayoğlu: Yok, olmadı.
M. Sarmış: Arada konu harici bir şey sorayım. Fuat Kürkçüoğlu'nu tanıyorsunuz, arkadaşınızmış?
A. Ayoğlu: Tabii ya, arkadaşımdır. Çok severim.
M. Sarmış: Biz de son yıllarda tanıştık. Kitaplarını da okudum. Sosyal medyayı çok aktif kullanıyor. Yapmış olduğu bir paylaşımda Urfa'nın tepsi kebabının mucidinin kim olduğunu babanızdan öğrendiğini söylüyor.
A. Ayoğlu: Doğrudur. Babamın bir ara Eski Mevlevihane'nin bulunduğu cadde üzerinde bir dükkân açtığını söylemiştim. Bitişiğinde de Diş Doktoru Mustafa Atlı'nın amcası Ali Atlı'nın terzi dükkânı vardı. Babamın çok iyi komşusu. Çok iyi görüşüyorlar. O komşuluklar çok değerli komşuluklardı. Ben adlarını zikrederken bile heyecanlanıyorum. O Ali Atlı, çok iyi bir terzi idi. Tahsili yok, ama öyle bir hitabeti vardı ki, şimdiki hâkimler bile öyle değil. Fuat abi bir ara onun yanında çıraklık yapmış. Zaten babası Bekir Emmi de yolun karşısında, eniştemiz Abdüsselam'ın kuyumcu dükkânının bitişiğinde ayakkabıcı idi. Sipariş üzerine çok iyi ayakkabı, çizme yapardı. Fuat abi babamın yanına da gider gelirmiş. Hacıbozanoğulları da babamın çok yakını idi. Ailece çok yakınız. Hâlâ görüşüyoruz. Fuat abinin "tepsi kebabının mucidi" dediği Fırıncı Hacı Bozan'ın fırını hemen arka tarafta Mevlevihane Camii'nin doğusundaki Çulcu Pazarında. Oğlu Hakkı Bozanoğlu da babamın kalfası; şurada resmi var. (Duvardaki resmi gösteriyor. M. S.) Babam bir ara Fuat abiye anlatmış. Hacı Bozan, galiba 1939 yılında fırınında tepsi kebabını denemiş. Çok beğenilmiş, ondan sonra çok tutulmuş, çok yayılmış. Hatta işlerini sekteye uğrattığı için Hacı Bozan Usta kebapçıların hışmına uğramış.
M. Sarmış: Babanızla ilgili olarak başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?
A. Ayoğlu: Eski babaları bilirsiniz. Çok disiplinli desem uyar mı, bilmiyorum. Biz hiç yaklaşamazdık. Aramızda perde üstüne perde vardı. Korkardık, çekinirdik. Büyüdükten sonra da aynı şekilde devam etti. Çocuklarımı yanında kucağıma alıp sevmek, sevmeyi bırak, konuşmak, oğlum, kızım demek bile ayıptı bizde. Hanımla çok mecbur kalmayınca zaten konuşamayız. Bırakın bunları, ben babamın yanında başka birine selam veremezdim. Mesela babamın yanında tıraş olamazdım. Eskiler sadece çocuklarına değil, hanımlarına karşı da öyleydi.
Ataerkil mi diyorlar, ne? Öyle bir aile tipiydi bizimki. Mesela bayramda kimseden harçlık almayacaksınız diye tembih ederdi. Mümkün mü? Elimizi cebimize dikerdik adeta. Tek erkek çocuğum üstelik. Dedem de çok otoriterdi. Adam vurmuş, otuz beş yıl firar gezmiş, dağda yatmış. Fakat beni çok severdi. "Torunum" der, başka bir şey demezdi. Koltuğuna alıp kürkünün üstüne oturtup ağzıma sigaranın emziği verir "Hele iç bunu." derdi. Öyleydi eskiden; dedeler çok toleranslı, babalar çok otoriter…