M. Sarmış: Şimdi artık size gelebiliriz. Doğumunuz, mahalleniz ve çocukluğunuzdan başlayım isterseniz.
C. Kürkçüoğlu: Olur. Babam ve annem evlendiklerinde Ulu Cami'nin batı tarafında, Su Meydanı Sokak'taki tetirbede,  Şair Nabi'nin akrabalarından Hacıgaffarzade Ömer Efendi'nin evinde kiracı olarak oturmuşlar. Belki Şair Nabi de bu evde oturuyordu, bilemiyoruz tabi.  O zamanlar "ev evin içinde" diye bir kiralama geleneği varmış. Yaşlı bir karı kocanın evinin bir-iki odasını kiralar ve otururlarmış. Ömer amca ve eşi de yaşlıydı. Su Meydanı Sokak, Su Meydanı'ndan başlayıp Ulu Cami'nin batı kapısına kadar uzayan bir sokaktı. O noktadan sonra Eski Arasa Hamamı'na kadar Kubbe Mescit Sokak olarak devam ederdi. İki isimli bu uzun sokaktaki Urfa'nın en güzel evleri 1980'li yıllarda yıkıldı ve açılan caddeye "12 Eylül Caddesi" adı verildi. Sonra da Demokrasi Caddesi'ne çevrildi.
M. Sarmış: Sadece evler yıkılmamış, o iki sokağın tarihten gelen isimleri de şehrin hafızasından silinmiş.
C. Kürkçüoğlu: Çok doğru söylüyorsunuz. Bizler hep söylüyoruz. Sokak adları, meydan adları tarihten gelen isimler olduğu için şehirlerin hafızasıdır. Bunların adlarını silmekle, yerine rakamlar yazmakla, değiştirmekle şehrin hafızasını yok ediyoruz. Ama maalesef bunları hep yaşıyoruz.
Neyse konumuza dönelim. Nihat abim ve ben bu evde doğmuşuz. Ömer amca son zamanlarında her halde katarakt dolaysıyla görme engelli olmuştu. Bir-iki yaşlarımda ak sakallı Ömer amcanın ve ak saçlı Emine teyzenin beni kucaklarına alıp sevdiklerini hayal meyal hatırlıyorum. 
Bu evin çevresinde oturan akrabalarımızla ve diğer ailelerle çok yakın bir komşuluk içindeymişiz. Öyle ki, enteresandır, evimizin hemen yanında oturan Alaybeyi ailesinin biri Nihat, diğeri Cihat adında iki çocukları varmış. O aile ile dostane ilişkilerimiz o derece samimi imiş ki abim ve ben doğduğumuzda bize onların adını vermişler.
İki yaşıma geldiğimde babam Kadıoğlu Mahallesi Temur sokağında bir ev almış ve oraya taşınmışız. Diğer kardeşlerim bu evde doğdular. 1980 yılına kadar bu evde oturduk. 1980'de babamlar bu evi kiraya verip Bahçelievler'e taşındı. Temur sokaktaki komşularımızla, komşu çocuklarımızla da çok samimi dostluklarımız oldu. Kardeşim Fuat bu sokakta büyüyüp okuyan onlarca çocuğun isimlerini bir yazısında paylaşmıştı.
M. Sarmış: Evet hocam. O yazıyı okuduğum gibi, Eski Urfa yürüyüşlerim sırasında da gidip gördüm. O çocuklardan profesör, öğretmen, mühendis, eczacı, doktor, mimar gibi eğitimli insanlar çıkmış. Peki hocam, okul hayatınıza geçmeden sorayım, siz de çocukken hocaya gittiniz mi?
C. Kürkçüoğlu: Gittik. Babam ve annem beş vakit namazlarında, inançlarına bağlı insanlardı. Bizlerin de öyle yetişmemize çalışırlardı. Dinimizin şartlarına uymamızı, bunun yanında Müslümanlığın gereği güzel ahlaklı olmamızı, yalan söylemememizi, sözümüzde durmamızı, helali haramı bilmemizi bize öğütlerlerdi. Babamın amcası oğullarından Halil Amca biz çocukken Bıçakçı Mahallesi'nde İmam Sekkâki Camii imamıydı. Eşi de caminin hemen yakınındaki evlerinde çocuklara Kur'an dersleri veriyordu. Bizler tatillerde oraya gider Kur'an okumayı öğrenirdik.
M. Sarmış: İlkokul yıllarınız nasıl geçti, hangi okulda okudunuz, öğretmenleriniz kimlerdi?
C. Kürkçüoğlu: Birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar babamın dükkânının yakınındaki Atatürk İlkokulu'nda okudum. Ulu Cami'nin doğusuna bitişik, eski Eyyübi Medresesi üzerine yapılan Nakibzade İbrahim Efendi Medresesi okul olarak kullanılıyordu.  Şimdi Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne ait. Birinci sınıfta öğretmenim Melahat Nahya hanımefendi idi. Yıllar geçtikten sonra, ben müzede çalışırken Melahat öğretmene komşu oturduk. Eşim kendileri ile görüşürdü. Melahat Hoca bir gün eşime öğrenciliğimle ilgi, ancak benim hatırlamadığım şöyle bir olayı anlatmış: Bir gün sınıfta ağlıyormuşum, Melahat öğretmen "Kim o ağlayan?" diye sormuş. Ben de, "Kimse zırlami" diye cevap vermişim.
İkinci sınıf öğretmenimiz rahmetli Abdülkadir Aydoğdu idi. Bu değerli insan daha sonra Şanlıurfa Turizm Müdürü oldu. Ben üçüncü sınıfta iken Abdülkadir Bey Vatan İlkokulu'na geçmişti. Vatan İlkokulu şimdiki Emek Sineması'nın yerinde tarihi taş bir binadaydı ve bazı sınıflarının pencereleri caddeye, yani Asfalt Yol'a bakmaktaydı. Ben de bir gün bu pencerelerden merakla içeriye bakarken o sırada Abdülkadir Bey'in ders anlattığını gördüm. Abdülkadir Bey de beni gördü. Atatürk İlkokulunda beni çok seven Abdülkadir öğretmen hemen bir öğrenciyi dışarı gönderip beni sınıfa çağırdı. Öğrencilerine tanıttı ve Atatürk İlkokulu'nda çalışkan bir öğrencisi olduğumu söyledi. Matematiğimin zayıf olduğunu biliyordu. Ancak çözebileceğimi düşündüğü çok basit bir problemi bana sorarak tahtada çözmemi istedi. Tabi daha soru gelmeden ben ecel terleri dökmeye başlamıştım. Matematiğe karşı aşırı bir korkum vardı. Peşinen soruyu çözemeyeceğim fikri bende her zaman vardı zaten. Yine öyle oldu. Soru tahtaya yazılmıştı. Ancak benden en ufak bir hareket yoktu. Her zaman olduğu gibi çözemeyeceğimi peşinen kabullendiğim için düşünmüyordum bile. Bu ara soruyu çözen çocuklardan birer birer parmak kaldırmalar başlamıştı. Abdülkadir öğretmen büyük bir olgunlukla, aslında çalışkan bir öğrenci olduğumu, ancak heyecandan bu soruyu çözemediğimi sınıfa söyledi ve beni alkışlatarak sınıftan uğurladı.
Burada yeri gelmişken matematik dersinin ortaokul ve lise yaşamımda en başaramadığım, en korktuğum ve sevmediğim ders olduğunu söylemeliyim. Halen de öyleyimdir. Sırf o dersin yüzünden ortaokulu altı yılda bitirdim. Hiçbir öğretmen "Yahu bu çocuğun Türkçesi, edebiyatı, resmi, müziği iyi, güzel sanatlara meyilli, resim öğretmeni olur, edebiyat öğretmeni olur, müzik öğretmeni olur, sanat tarihçisi olur."  demedi. Hep matematikten, fizik, kimya gibi fen derslerinden eziyet çektirdiler bana. Ortaokulda ikmale kaldığım matematik dersinden yaz tatillerinde him komşumuz rahmetli Celal Aşar Hoca coğrafya öğretmeni olmasına rağmen bana ders çalıştırırdı. Onun çalıştırmaları sayesinde zar zor geçerdim. Ama lisede sınıfta kalmamak için cebir ve geometri derslerine çok çalıştım. Zor da olsa kayıpsız geçebildim. Fizik, kimya yazılılarında beş puanlık problem, beş puanlık metin soruları sorulurdu. Ben metinlere iyi çalışır, metin sorularını cevaplayarak beş puan alırdım.
İlkokul üçüncü sınıf öğretmenimiz o yıl liseyi bitirmiş olan, ancak üniversiteye gitmediğinden yedek öğretmenlik yapan Mehmet Hulusi Öcal'dı.
M. Sarmış: Öyle mi? Şair Hulusi Öcal…
C. Kürkçüoğlu: Evet, evet. Veteriner hekim, şair. Yıllar sonra TRT GAP Televizyonu "Bizden Birileri" adlı program için benimle ilgili bir belgeseli çekerken rahmetli Hulusi Hoca'ya beni sormuşlar.  Hulusi Hoca da, ilkokul yıllarıma ait benimle ilgili şöyle bir anısını anlatmıştı:
Bir gün Atatürk İlkokulu çıkışında bir arkadaşım ile Ulu Cami avlusunda kavga ediyormuşum. Hulusi hoca bizleri ayırmış ve niçin kavga ettiğimizi sormuş. Ben de ağlayarak; "Öğretmenim, bu çocuk çatalla kuşları vuruyordu. Ben de 'Niye vuruyorsun, günah değil mi?' dedim. O da 'Sana ne?' dedi ve kavga etmeye başladık." yanıtını vermişim.
M. Sarmış: Çok güzel bir anekdot. Hayvanlara olan sevginizi anlatıyor.
C. Kürkçüoğlu: Evet, çok severim. Temur Sokağındaki hayatlı evimizde otururken mahallenin kedileri damdan dama atlayarak evimize gelirlerdi. Ben de, çok af edersiniz, ağzımda peynir ekmek çiğneyerek hepsini beslerdim. O dönemde kasaplar "pisik eti"ni ücretsiz verirlerdi. Kasaplara gider, pisik eti alır ve kedileri doyururdum. Beni tanıyan kediler sokak kapımızdan eve her girişimde etrafımı sarar, miyavlayarak karınlarını doyurmamı isterlerdi. Şimdilerde apartman dairelerinde hayvan besleyenler var. Bu bana hijyen bakımından ters geliyor, yapamıyorum. 
M. Sarmış: Evet hocam. İsterseniz tekrar ilkokul yıllarınıza dönelim.
C. Kürkçüoğlu: Dördüncü sınıfa geçtiğimde komşumuz Celal Aşar hocaların evinde lisede resim öğretmeni Reşit Kızılkan kiracı olarak oturuyordu. Eşi Sevim Hanım evimizin bir köşe yakınındaki Şehit Nusret İlkokulu'nda öğretmendi. Anneme; "İslim Teyze, ben dördüncü sınıfı okutacağım, Ahmet de dörde geçmiş. Bizim okula aldırın da ben okutayım." demiş. Bunun üzerine naklimi aldırdılar. Burada yeri gelmişken şunu da belirtmek isterim. Ahmet Cihat olan adım ilkokul yıllarına kadar Ahmet olarak anılıyordu. Ortaokula gidince öğretmenler Cihat demeye başladılar ve ortaokul-lise yıllarında Cihat adı üzerimde kaldı. Yine de okul dışında beni tanıyanlar, bilhassa akrabalar bana hep Ahmet derler. 
Böylece dördüncü ve beşinci sınıfı Şehit Nusret'te okudum. Beşinci sınıf öğretmenimiz rahmetli Mahmut uğurlu idi. Çok iyi bir öğretmendi. Allah rahmet eylesin. 
M. Sarmış: Biraz da ortaokul ve lise yıllarınızdan söz edelim.
C. Kürkçüoğlu: İlkokuldan 1958-1959 öğretim yılında mezun oldum. Ortaokulda edebiyat, resim derslerinde çok başarılıydım. Bu nedenle bu derslerin hocaları ile ilgili anılar hep aklımda. Birinci sınıfta edebiyat öğretmenimiz Nevvare Saraç çok iyi bir öğretmendi. Sonradan internette araştırdığıma göre Nevvare öğretmen 1927 İstanbul'da doğmuş. Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümü'nden mezun olmuş. 1950 yılında Demokrat Parti döneminde "komünistlik"ten epey eziyet görmüş ve çeşitli yerlere sürgün edilmiş. Eşi Fransızca öğretmeni Şevket Bey ile 1957 yılında Urfa'ya sürgün edilmişler. Urfa'da hayat zor geçmiş. Hatta bir akşam yolunu kesip kendisini odunla dövmüşler bile.
M. Sarmış: Vay vay vay! Hep diyorum, günümüzü eleştirirken sanki geçmişte her şey çok güzelmiş gibi zannediyoruz. Oysa işte bak, neler olmuş?
C. Kürkçüoğlu: Haklısınız. Liselerdeki edebiyat dersi ile ilgili bizim dönemimizde olan günümüzde pek olmayan bir konudan da söz edeyim. Kompozisyon dersinde hocalar bir konu verirler ve o konu ile ilgili bir yazı yazmamızı isterlerdi. Ayrıca münazara yapardık. Mesela "Çok gezen mi çok bilir, çok okuyan mı?" konusunu üçer kişilik iki takıma ayrılarak yazdığımız metinlerle savunurduk. Hocamız hakem olur ve puan verirdi. Çoğu kez benim başkanı olduğum takım kazanırdı. En büyük rakibimiz Adil Saraç'ın başkanı olduğu takımdı. Adil'in takımındaki Mustafa Cudi Akgül arkadaşımızın kalemi ve hitabeti çok güçlü idi. Bazen de onlar kazanırdı.
Orta ikinci ve üçüncü sınıfta Ali Şevket Gönültaş ve Özdemir Ayataç unutamadığım Türkçe öğretmenlerimdi. 
Tarih öğretmenimiz Ferit Hamevioğlu idi ve öğrenciler arsındaki takma adı "Heredot" idi. Rahmetli Ferit hoca, tarihin babası sayılan Heredot'un adının kendisine yakıştırıldığı için gurur duyduğunu söylerdi.
1965-1966 yılında başladığım liseyi kayıpsız geçerek 1967-1968 öğretim yılında mezun oldum. Lisede yine en sevdiğim dersler edebiyat ve resim dersleri idi. Edebiyat hocalarımız rahmetli Hayrinüsa Tapan ve Günsel Kayışlıgil idi. İkisi de çok iyi öğretmendi. Lisenin eskiden beri gelen "SESİMİZ" diye bir duvar gazetesi vardı. Bu gazeteyi edebiyat öğretmeninin gözetiminde lisenin Kültür Edebiyat Kolu Başkanı düzenlerdi. Ben Lise'nin Kültür Edebiyat Kolu Başkanı seçildiğim için 15 günde bir bu gazeteyi değiştirirdim. Her değiştirdiğimde öğrenciler önüne birikerek merakla okurlardı. Öğretmenlerle röportajlar, arkadaşlardan aldığım mini makaleler, şiirler, spor haberleri yazardım. Bugün kıyısından köşesinden de olsa biraz edebiyatla uğraşıyorsam, elimiz biraz kalem tutuyorsa ortaokul ve lisedeki hocalarımın büyük etkisi vardır. 
M. Sarmış: Çok önemli hususlar hocam. Her büyük adamın arkasında böyle öğretmenlerin ve faaliyetlerin izleri vardır.

C. Kürkçüoğlu: Resim öğretmenlerim Şükran Korkut ve Ahmet Güllü resimlerimi çok beğenirler ve beni çok severlerdi. Her ikisi de rahmetli oldu.