Son dönemlerde hayatına son verme vakaları, bir toplumun sessiz çığlığı olarak yükseliyor. Özellikle gençler arasında bu artış, geleceğin en parlak olması gereken bir döneminin karanlık bir gölgeyle kaplandığını gösteriyor. Peki, bu hayatına son verme olaylarının sebebi nedir? Psikolojik rahatsızlıklar mı, ekonomik zorluklar mı, yoksa toplumsal baskılar mı? Belki de hepsi. Ama derinlere indiğimizde, çoğunun temelinde bir duygu saklı: Tatminsizlik.
Tatminsizlik, modern dünyanın en tehlikeli salgınlarından biridir. İnsanlar artık her şeye daha kolay ulaşıyor. Çocuklar henüz bir bedel ödemeden, emek vermeden istedikleri oyuncaklara, telefonlara, elektronik aletlere sahip oluyorlar. Bu kolaylık, başlarda mutluluk gibi görünse de, zamanla alışkanlığa dönüşüyor. Daha fazlasını istemeye başlıyorlar ve ne kadar sahip olsalar da içlerindeki boşluk dolmuyor. Çünkü asıl eksik olan, bir şeyin değerini anlamak için emek verme duygusudur. Sahip olmak, uğruna çaba sarf edilmediğinde, ruhu doyurmaz.
Modern yaşamın sunduğu kolaylıklar sadece maddi alanda değil, duygusal ve zihinsel alanlarda da insanı yıpratıyor. Bilinçsizce tükettiğimiz sağlıksız gıdalar, ruh halimizi olumsuz etkiliyor. Dengesiz beslenme, sadece bedenimizi değil, zihnimizi de etkileyerek daha mutsuz ve umutsuz hissetmemize yol açıyor. İzlediğimiz korku filmleri, bizi sürekli karanlık düşüncelere iten hikayeler ve olumsuz mesajlar, bilinçaltımızda kendimize zarar veren bir tohum ekiyor. Hatta okuduğumuz yüzeysel kişisel gelişim kitapları bile, "her şey senin elinde" gibi yanıltıcı mesajlarla insanları daha fazla baskı altına sokabiliyor. Çünkü bu tür kitaplar, başarısızlık ya da mutsuzluk anlarında insanı suçluluk duygusuna sürükleyebiliyor.
Bir de yanlış arkadaş çevreleri var. İnsan, doğası gereği sosyal bir varlık. Yanında bulunduğumuz insanlar, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı doğrudan etkiliyor. Eğer çevremiz bize destek olmak yerine bizi aşağı çekiyorsa, yalnızlık ve çaresizlik kaçınılmaz hale geliyor. Bu olumsuzluklar zamanla ruh halimize yansıyor ve bizi hayattan koparıyor. İnsan, hayata anlam katacak bir bağ kuramadığında, yaşamanın ağırlığı altında ezilmeye başlıyor.
Tatminsizlik, sadece sahip olamadığımız şeylerden değil, aynı zamanda sahip olduklarımızın değerini bilmemekten doğar. Her şey elimizin altında olduğunda, hayat sıradanlaşır. İnsan, mücadele etmediği bir şeyin tadını çıkaramaz. Emek vermeden elde edilen mutluluk, gelip geçicidir. İnsanlar bugün, sahip olduklarından çok, sahip olamadıklarıyla tanımlanıyor. Sosyal medyada gördükleri hayatlara özenen gençler, kendi gerçekliklerini küçümseyerek mutsuzluğa sürükleniyorlar. Bu da bir süre sonra çaresizlik hissiyle birleşiyor ve insanı karanlık bir uçurumun kenarına itiyor.
Oysa hayatın anlamı, sahip olduklarımızı fark etmekte gizlidir. Bir nefesin, bir dostun, bir kitabın, bir anın kıymetini bilmek, insanı tatmin eden şeylerdir. İnsan ruhunun en derin ihtiyacı, anlamdır. Bu anlamı bulmak için kendimizi tanımamız, dış dünyanın dayattığı sahte mutluluklardan uzaklaşmamız gerekir.
Hayatına son verme düşüncesi, çoğu zaman bir çığlıktır. Ancak bu çığlık, genellikle duyulmaz. İnsan, yalnız kaldığında ve derdini anlatacak kimseyi bulamadığında, kendisini tamamen çaresiz hisseder. Tek başınalık, doğru yönetilmediğinde karanlığa sürükler. Ama unutulmamalıdır ki, yalnızlık bazen insanın kendisiyle yüzleşmesi için bir fırsat olabilir.
Bugün, toplumsal bir farkındalık yaratmak zorundayız. İnsanlara, hayatın değerini yeniden hatırlatmalıyız. Mutluluk, sahip olduklarımızda değil, onların kıymetini bilmekte saklıdır. Belki de tek bir söz, tek bir destek, bir insanın hayatını değiştirebilir. Hayatı sevmek, küçük şeylerde huzur bulmakla başlar. "Hayatın değerini anlamak ve küçük şeylerde mutluluğu bulmak, karanlık düşüncelerin en güçlü panzehiridir. Unutma, hiçbir karanlık sonsuza dek sürmez. Her zaman bir umut ışığı vardır, yeter ki ona tutunmayı seçelim. Hayatın içindeki güzellikleri keşfetmek için asla geç değil. Sen değerlisin, ve bu dünya seninle daha güzel."