M. Sarmış: Peki o iki yıldan sonra ne yaptınız?
A. Akbıyık: Yedek parçacılık yapıyorum. İşimiz çok iyi. Antep başta olmak üzere İstanbul'dan toptan mal alıp Güneydoğu'nun birçok yerine dağıtım yapıyorum. Yani bir yerde ben de toptancılık yapıyorum.
M. Sarmış: Niçin bıraktınız?
A. Akbıyık: Onu da söyleyeyim. 1980 yılında Nusaybin'den bir vatandaş geldi. Bugünkü parayla "200, 300 bin liralık eşya alacağım. Yarısını peşin vereceğim, yarısı için de senet vereceğim." dedi. "Kimsin, nesin?" dedik. Dedi ki "Benim orada araç tamir servisim var." Biz de araştırdık, doğru. Adam bize güven tekin etti. Kabul ettik. Bekliyoruz ki peşinatı versin. "Bir yerden havale gelecek, onu bekliyorum." diyor. Ha bugün ha yarın gelecek. Gelmedi. Adam da Urfa'da kalıyor, para gelinceye kadar daha da kalacak gibi. "Parayı teslim etmeden gitmeyeyim." diyor. Bize iyice güven verdiği için iki gün sonra "Git, arkadaş" dedim; "Burada bekleme. Bir hafta sonra gelince gönderirsin." Eşyaları yükleyip verdik. Çekti gitti. Aradan günler geçti. Bir hafta oldu on gün, on gün oldu yirmi gün. Para bir türlü gelmedi. O arada borcun diğer yarısı için yaptığımız senedin günü geldi, onu da ödemedi. Çaresiz kalkıp Nusaybin'e gittim. Adamı buldum; işleri yolunda. "Yahu arkadaş niçin paramızı ödemiyorsun?" "Kusura bakma abi!" dedi. Yemin billah etti. "Bir hafta sonra paranın tamamını getireceğim." dedi. Tamam dedim, geri döndüm, ama bir hafta geçti yine gelmedi. Bir daha gittim, yine aynı. Adam bir türlü parayı vermiyor, ha bugün ha yarın deyip beni oyalıyor. Üçüncüsünde başka bir yola başvurdum. O sırada 1980 yılı, askeri dönem başlamış, sıkıyönetim ilan edilmiş. Bizim Durak isminde bir arkadaşımız var, Durak Parlakçı; beraber sıra gezmişiz; o sırada yedek subay olarak Ceylanpınar'da komutan. Askeri dönemdeyiz, herkes askerden korkuyor. Emrinde askerleri, altında cemsesi, çok havalı. Senet için icra işlemi başlatıp onun yanına gittim. Durumu izah ettim. Birlikte Nuseybin'e gittik, Yanımıza icra memurunu aldık, birkaç tane de asker… Gittik adamın evine. Aşağıda adamın iş yeri var, ama darabası kapalı, adam yok. Üst kattaki evine çıktık. Haciz işlemini başlatmış olduğumuz için evden ne istersek kaldırabiliriz. Beyaz eşya, halı, kıymetli eşya, ne varsa… Kapıyı çaldık, adamın hanımı çıktı, yaşlı annesi çıktı. Haciz için geldiğimizi söyledik. Ağlamaya başladılar, ayağıma kapandılar. "Eğer buradan eşyamızı kaldırırsanız, ilçede rezil oluruz, bir daha kapının önüne çıkamayız." dediler. "Ver ayağının altını öpeyim" diyor annesi. "Namus şeref sözü veriyoruz. Bize 15 gün müsaade edin, paranızı getireceğiz." Ben de duygusalım. Çok kötü oldum. Oturdum ben de onlarla beraber ağlamaya başladım. İyi mi? (Bu sırada da duygulandı, sesi titredi.) Aman Allah'ım! Nasıl bir tablo? Komutan arkadaşım, haciz memuru yüzüme, bakıyor. "Ne yapalım?" dediler. Gözlerimi sildim, arkadaşlara "Kalsın." dedim, "Bir eşya almayalım, 15 gün daha bekleyeyim." Böylece bırakıp geri döndük. 15 gün oldu bir ay, para pul yok. Bir daha gittim. Ne işyeri kalmış, ne ev… Adamlar çekip gitmiş. O zaman geldim dedim ki "Abi ben bir daha bu işi yapmayacağım." Daha önce buna benzer bir hadise daha olmuştu; avukat tutup hapisten kurtardığım bir adam, para konusunda iyi niyetimi istismar etmişti. Bütün bunlardan bir şeyi iyi anladım; ticaret duygusallığı kaldırmıyor, duygusal adam ticaret yapmamalı. Gerektiğinde acımasız olacaksın, sırası geldiğinde gereğini yapacaksın, haczedeceksin. Ben duygusallığıma yenik düştüm, yapamadım, hata ettim. Bu arada o vesileyle kendimi de keşfetmiş oldum. "Ticaret bana göre değil." dedim ve bir müddet sonra bıraktım. Dükkânın tamamını abime devrettim. O sıra, Antep'ten toptan mal aldığım firmanın (Kaya Ticaret) dağıtımcılarını da arayıp işi bırakacağımı söyledim. Mal satmaya Antep'ten satış temsilcileri gelirdi. Ben işi bırakacağımı söyledikten iki gün sonra, iki tane ortak çıkıp Urfa'ya geldi. Köprübaşı'nda Paşam Lokantası vardı; orada bir yemek yedik. Bütün çeklerimi ve senetlerimi getirmişler; "İşi bırakacağını söyledin, bırakma devam et, çeklerini senetlerini sana geri verelim, senin açık hesabın olsun, ne zaman paran olursa o zaman ödersin." dediler. Sanki ödemede bir sıkıntı varmış gibi anlamışlar. Dedim ki "Sorun o değil; ben her türlü borcumu zamanında öderim. Sorun benim duygusal yapımdan kaynaklanıyor. Kendimi keşfettim ki benim yapım ticarete uygun değil. Onun için bırakıyorum. Bugün kendi malımı batırdım, yarın sizin malınızı da batırırım. Olmaz." Urfa'ya kadar geldikleri için teşekkür ettim. Adamlar anlayış gösterip gittiler. Burada Antepli'nin ticari zekâsına da dikkat çekmek istiyorum. Adamlar hemen vazgeçmiyor; iyi bir müşterilerini kaybetmemek için nasıl gayret ediyorlar? Neyse daha sonra senetleri çekleri ödeyip, yedek parçacılık işini bıraktım. Bir müddet Abim Aziz devam etti, sonra o da bıraktı.
M. Sarmış: Sonra?
A. Akbıyık: Sonra da Mali Müşavirliğe başladım. 1980'in bilmem hangi ayında…
M. Sarmış: Oradan devam etmeden önce… 1974-78 arası anarşi dönemini Afyon'da yaşadınız. 78-80 arasında ise Urfa'dasınız. Ülkede anarşinin zirveye çıktığı yıllar... Siz de milliyetçi muhafazakâr biri olarak sağ kesimdesiniz. Parti ile dernekle bir bağlantınız var mı?
A. Akbıyık: Tabii zaman içerisinde fikirlerimizde, dünya anlayışımızda değişiklikler oldu, ama ben "ülkücü" kökenli biriyim. Onun da siyasi teşkilatı nedir? Milliyetçi Hareket Partisi… Ben partide görev almadım. Biz idealist insanlardık; din, vatan, millet, bayrak sevdasındaydık. Memleketin kalkınması, refah düzeyinin yükseltilmesi için neler yapabiliriz diye çaba sarf ediyorduk. Kimse aç açıkta kalmasın, herkesin işi, aşı olsun, gelir dağılımında adalet olsun istedik "Ne Amerika ne Rusya ne Çin, her şey Türklük için" dedik, emperyalizme karşı olduk. "Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti"ni savunduk. Ülkenin bölünmesine karşı olduk. Arkadaşlarımızla birlikte gücümüz kadar mücadele ettik. Bunları yaparken, menfaat talep etmedik, maddi çıkar düşünmedik. Sadece Allah için, memleket sevgisi için mücadelenin içinde olduk.
M. Sarmış: Eyvallah, ama sonunda siz de o dönemin iki tarafından birindensiniz. Dediğinize göre ailenize tehdit mektubu bile göndermişler.
A. Akbıyık: Haklısınız. Afyon'da öğrenci iken yaz tatillerinde genellikle İstanbul'a gidiyordum. Dolayısıyla o dört sene boyunca Urfa'yla bir irtibatım yoktu. 1978'de geldiğim zaman ister istemez o çevrenin içine girdik. O sırada Urfa'da öğretmenlerin gittiği "Ülkü-Bir" vardı. Biz de oraya giderdik daha çok. Onun için öğretmenler camiası ile tanışıyorduk.
M. Sarmış: 1980'de 12 Eylül Darbesi oldu. Sizin hayatınızı etkiledi mi veya nasıl etkiledi?
A. Akbıyık: Oldu bir şeyler. Şimdi sanıyorum RAM ve Yeşilay'ın kullandığı Atatürk Caddesindeki eski Kız Öğretmen Okulu, 12 Eylül sırasında Merkez Karakolu olarak kullanılıyordu. Bir ara beni de oraya aldılar.
M. Sarmış: Niçin?
A. Akbıyık: O sıralarda ben yedek parçacılık yapıyordum, bir muhtarlık arabası var, bakımını yaptırmış tamir ettirmişim. O zaman yurtdışından gelenler modeli çok eski yaşlı araba ile geliyor, giderken uçakla dönüyor, aracı muhtarlığa hibe ediyorlardı. İşte öyle bir araç, çok eski model Şevrole (Chevrolet). Ben de o sıralarda klasik arabaya çok meraklıyım. Müşterilerimizin arasında askerler de var. Bir iki başçavuşla arkadaş olmuşuz, onlar da benim gibi gençler; sürekli yanıma gidip geliyorlar. Aracı görünce hoşlarına gitti "Şu Şevrole ile bir tur atalım." dediler. Ben de ne bileyim, "Olur." dedim. "Kısa bir tur atın." Bir müddet sonra dükkâna iki üç asker geldi. "Hayırdır?" dedim. "Buyurun, Merkez Karakolu'na gidiyoruz." dediler. Gittik. Orada rütbesini hatırlayamadığım bir komutan bana "Arkanı duvara dönüp tek ayaküzeri dur." dedi. "Niye durayım? Beni niye getirdiniz?" dedim. Adam bağırıyor, çağırıyor. "Ben sana dur dediysem, duracaksın!" Dışarı ile iletişim yasak, kimseye de haber veremiyorsun. Saatlerce öyle durdum.
M. Sarmış: Sebebini söylemediler mi?
A. Akbıyık: Uzunca bir süre kaldıktan sonra mesele anlaşıldı, muhtarlık aracına o iki başçavuşun bindiğini görmüşler, niye biniyor diye şüphelenmişler. Bir sürü soru: "Bu araç kimin? Niçin bizde duruyor? O başçavuşlar niçin bindi? Nereye gittiler? Ne yaptılar?" Sorularını cevaplandırdım. Muhtarı çağırdılar ifadesini aldılar. Sonunda gençlerin, sadece klasik araç sevdiklerinden dolayı bir tur attıkları anlaşıldı. Bu defa, "Bize bu araç gerekli, araç bizde kalacak." dediler. Aldılar.
M. Sarmış: Vermediler mi bir daha?
A. Akbıyık: Vermediler, gitti öylece. Bir de o sıralar Urfa'ya gelen vali ile bir hatıramız var. Erdoğan Cebeci (1981-1985)… O da beni bir gece alıkoydurdu. O sıralarda abimin bir arkadaşı bana Almanya'dan bir fotoğraf makinesi getirmiş hediye olarak. Şöyle çok küçük, çok da ince; hani filmlerde ajanların kullandığı gibi bir şey. Çok seviyorum. Bir gün Viranşehir'den gelirken, bindiğim otomobil kaza yapmıştı, önde oturduğum için dişlerim kırılmıştı. O makine ile aracın fotoğraflarını çekmiştim. İçinde 12'lik film vardı, herhalde üç-dört pozum kalmıştı. Valilik binasının önünden geçiyorum. İleride Foto Saba var; oraya gidip filmi tab ettireceğim, yani bastıracağım. Valiliğin önünden geçerken, manzara dikkatimi çekti. Önde Atatürk heykeli, arkada ışık, çevrede ağaçlar… O an içimden geçti; yürürken Valilik tarafına döndüm, şak şak diye iki tane resim çektim ve yürüdüm. Meğer o sırada Vali Bey ve devrin Bayındırlık Müdürü olan hemşerimiz, heykelin oraya iki tane koltuk atmışlar, oturup sohbet ediyorlarmış. Vali Bey beni görmüş, resim çekmemden rahatsız olmuş; bir baktım üniformalı biri arkamdan yetişip beni durdurdu, "Vali Bey seni çağırıyor, benimle gel." dedi. Bekçi miydi, polis miydi, hatırlamıyorum. Gittim, "Buyurun efendim." dedim. "Neyin resmini çektin?" diye sordu. "Valilik binası ve önündeki Atatürk'ün resmini çektim" dedim. "Yok, sen bizim resmimizi çektin." dedi. Dedim "Niçin çekeyim? Ben sizi tanımıyorum ki!" Dedi "Urfa Valisini nasıl tanımıyorsun?" O sıralar yeni gelmiş. "Tanımıyorum." Dedim yeniden. "Ben Urfa Valisi Erdoğan Cebeci. Sen beni nasıl tanımazsın, sen benim resmimi nasıl çekersin." dedi. "Hayır, öyle bir niyetim olsaydı, gelip izin alırdım." filan desem de, aldırmadı. "Bunu götürün." dedi. Beni alıp hemen gerideki Valilik binasına götürdüler, önce aşağı kata götürdüler, orada bir iki komiserle görüştüler, sonra en üst kata çıkardılar. Orada MİT mi varmış, bilmiyorum. Uzun süre sorguladılar. Kimsin, necisin diye bir sürü şey. Bu arada fotoğraf makinemi aldılar, filmi yıkattılar, baktılar gerçekten de Atatürk ve vilayet binasını çekmişim. Bu işlemler olurken uzun süre orada kaldım. Sonunda makinemi verdiler, gidebilirsin dediler. Çektiğim fotoğraflar da gitti tabii.
M. Sarmış: Böyle de bir maceranız olmuş.
A. Akbıyık: Bir şey daha anlatayım. Bir gün teyzemgil bize misafir gelmiş. Bizim evimiz Bahçelievler'de, onlarınki Harrankapı'da. Gece 12.00'den sonra sokağa çıkma yasağı var. Saat 11.00 olmuş. Dedim ki "Teyze, artık vaktinde yetişemezsiniz, ben sizi arabamla götüreyim." Öyle yaptım; onları kestirmeden gitsinler diye Aşağı Çarşı'ya bıraktım. Balıklıgöl'ün oradan dönerken saat 12'yi 5 geçiyor. Hasan Paşa Cami karşısında bir karakol vardı. Polisler beni durdurdular. "Saat 12.00'den sonra dışarı çıkmanın yasak olduğunu bilmiyor musun?" dediler. "Biliyorum." dedim, durumu anlattım. "Hadi yukarıya" dediler. Çıktık. "Cebindekileri çıkar." dediler.
Ben de o sıralar para koleksiyonu yapıyorum. Cüzdanımın içinde 1 Dolar ve 5 Mark var. O zaman döviz taşımak yasak. "Bunlar nedir? Yasak olduğunu bilmiyor musun?" dediler. "Biliyorum, ama ben para koleksiyonu yapıyorum, bunlar onun için. Zaten bunların değer olarak altı üstü nedir ki?" dedim. Yine de "Yasak, yasaktır" deyip, beni sabaha kadar tuttular. Herhangi bir yere telefon etmeme müsaade etmediler. Ailem merak içinde kaldı. Neyse sabah rahmetli abimin haberi oldu. Bir baş komiser arkadaşı vardı; onu aramış. Adam geldi, "Ben bunları tanıyorum." dedi ve ancak imza karşılığı beni aldı, çıkardı. Allah o günleri bir daha göstermesin. Demokrasi ve özgürlükten daha güzel bir şey yok. 15 Temmuz olunca, Facebook'ta "En kötü demokrasi, darbe yönetiminden daha iyidir.", "Darbeye hayır, demokrasiye evet." diye paylaşım yapmıştım.