A. Akbıyık: Bir şeyi daha altını çizerek söyleyeyim. Bugüne kadar ülkemizde yapılan derlemelerin hepsi Türkçe yapılmış. Ama hepsi Türkçe değil ki! Birçok dilden var. Ben proje beyinli biriyim. Benim Cumhurbaşkanı'na da, Kültür Bakanlığına da sunduğum bir proje var: "Türkiye Müzik Merkezi Projesi"… Bunun amacı şu: Şu anda kaç tane türkü var, kaç tane şarkı var, oyun havası var, uzun hava var, hoyrat var, bozlak var, barak var, ilahi var, çifte var? Bugüne kadar kaç tane plak çıkmış, kaset çıkmış, CD çıkmış? Türkiye Cumhuriyeti'nde bunun envanteri yok. Şu an için yok. Türkiye'de en fazla türkünün derlendiği ve tasnif edildiği yer TRT. Orada da topu topu 7000 civarında eser var. Oysa duymuşuz; Almanya'da bugüne kadar 214.000 ezgi derlenmiş, tamı tamına 214.000… Macaristan'da 100.000'in üzerinde. Bilmem hangi Avrupa ülkesinde şu kadar… Buraya geliyorum. Biz diyoruz ki Türkiye'de müzik çok zengindir. Tamam da hani, nerede? Mevcutların sayısı sadece 7000… Oysa Türkiye'de Türk var, Kürt var, Alevi var, Çerkez var, Laz var, Ermeni var, Yahudi var, Süryani var, var oğlu var. Bütün bunların ezgileri nerede? Devlet politikası gereği, bugüne kadar şu veya bu nedenlerle onlar yok sayılmış. O fasla da girebiliriz, ama girmiyorum, çünkü olayın siyasi boyutları var. Biliyorsunuz, Osmanlı'dan sonra bir ulus devlet oluşturulmak istendiği için her şeyin Türkçe olması gibi bir siyaset güdüldü. Dilde de "Öz Türkçe" çalışmaları yapıldı. Bunun bir uzantısı olmak üzere de bugüne kadar hep Türkçe eserler derlendi. Hâlbuki Türkiye bundan ibaret değil. Adını saydığımız, saymadığımız Türkiye'de kullanılan diğer dillerde de pek çok eser var. Mesela Urfa'yı ele alacak olursak Türkçenin yanı sıra Kürtçe ve Arapça eserler de var. Muhtemelen Ermenice, Süryanice eserler de vardır; daha biz onları bilmiyoruz. Eğer o topluluklar burada yaşamışsa onların bir müziği de vardır. Bunlar tespit ve kayıt edilmemiş.

M. Sarmış: Tabii sizin yanınızda benim söylemem doğru olmayabilir, ama bunların bazılarının Türkçeye çevrilerek Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği olarak lanse edildiğini duyuyoruz. Hatta şu meşhur "Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar" türküsünün Ermenilere ait olduğunu iddia edenler var.

A. Akbıyık: Bazı türkülerin hem Türkçe hem Arapça veya hem Türkçe hem Kürtçe okunduğunu biliyoruz. Bölgede bu insanlar yüz yıllardan beri içi içe yaşıyor. Birbirlerinden etkilenmeleri normal. "Urfa'nın Etrafı" türküsü ile ilgili benim bir tespitim yok. Ama dediğim gibi ben Urfa'ya gelirken arkadaşlara dedim ki "Bakın ben yıllardan beri bunu yazmışım, çizmişim; bunu "Türkiye Müzik Merkezi" diye bir proje haline getirmişim; hangi dilden olursa olsun Türkiye'deki bütün eserlerin derlenmesi, toplanması, bir araya getirilmesi ve bununla ilgili bir merkezin kurulması gerektiğini söylüyorum. Bunu da Cumhurbaşkanı dâhil ilgili her yere göndermişim, çeşitli yerlerde de yayınlamışım. Dolayısıyla ben Urfa'ya gelirsem, sadece Türkçe eserleri değil, Kürtçeyi de Arapçayı da derleriz. Ermenice, Süryanice varsa, onları da derleriz. Eğer kabul ediyorsanız gelirim." dedim. Adamlar da dedi "Sen serbestsin." Geldik buraya; Kürtçe de derledik, Zazaca da derledik, Arapça da derledik, ne varsa derledik. Hepsi kayıtlara alındı.

M. Sarmış: Ne yaptılar peki? Aradan beş yıl geçmiş. Bir gelişme var mı?
A. Akbıyık: Şöyle… Türkiye'nin artık geleneksel diyeceğim bir gerçeğidir; sen bir kurumun başına gelirsin; sanki o güne kadar hiçbir şey yapılmamış... Yapılmış olanları da görmezden gelirsin veya kötülersin. Sen sıfırdan kendi projeni yaparsın. Diyeceğim, o zaman o işi yapan arkadaşlar daha sonra o görevlerden ayrılmak zorunda kaldı; başkaları geldi. Dolayısıyla da o proje orada öylece kaldı. Ama neticede o eserler devletin kayıtlarına girdi. İnşallah bir gün gelir gereği yapılır.

M. Sarmış: Aslında kayıt altına alınabilecek daha çok eser vardır.

A. Akbıyık: Çok, çok. Yapılanlardan kat kat fazlası vardır.

M. Sarmış: Bu arada bir kısmı kaybolup gitmiştir. Eğer bir an önce gereği yapılmasa, şu anda ülkenin nice yerlerinde nice insanın dağarcığında var olan nice eserler de, o insanların vefatı ile beraber kaybolup gidecektir.

A. Akbıyık: Aynen öyle.

İbrahim Tezölmez: Toplumsal barış ve birlik beraberlik açısından da çok önemli bir konu.

M. Sarmış: Hepsi bu toprakların ürünü.

A. Akbıyık: Bir de bu topluluklar binlerce yıldır beraber yaşamış; her konuda olduğu gibi müzik konusunda da birbirlerinden etkilenmiş.

İbrahim Tezölmez: Gayet normal. Nihayetinde imparatorluk bakiyesi bir memleketiz.

A. Akbıyık: Bir coğrafyada dil değişse de ezgiler ve oyunlar, yani halk oyunları aynıdır diyorum ben. Hepsi bu coğrafyanın müziği.

M. Sarmış: Birbirine de benziyor zaten. Ortak bir zevkin ürünü. Dilini anlamasak bile, herhangi başka bir ülkenin müziği gibi yabancı gelmiyor bize, nağmelerine, makamlarına bir aşinalık var.

A. Akbıyık: Zaten benzememesi eşyanın tabiatına aykırı olur. O kadar asır beraber bir arada yaşayınca, sadece müzik değil, her şey birbirinden etkilenir, birbirine benzer. Komşumuzun yemeğinin bizimkine benzemesi gibi… Benzememesi mümkün mü?

İbrahim Tezölmez: Tabii işin bir de şu yönü var: Demek ki coğrafya sanatı doğrudan etkiliyor. Halk oyunlarındaki o figürler bile coğrafyanın dağlık, ovalık olmasına, havaya, iklime göre şekilleniyor. 

A. Akbıyık: (Cüzdanından çıkardığı küçük bir kâğıt parçasını göstererek) Yaklaşık 30 senedir üzerimde taşıdığım bu notu size göstermek ve okumak istiyorum. Urfalıların bir özelliği vardır; bizde insanlar sağcı, solcu, dinci, milliyetçi olabilir, ama bu arkadaşlık yapmamıza engel değildir. Urfa'nın meselelerini çözmede, bir takım işleri beraber yapmada, projeleri uygulamada rahatça bir araya gelebiliriz, ortak çalışabiliriz. Mesela sıra gezerken hiç kimse kimseye "sen sağcısın, sen solcusun" demez. Urfa'nın en ileri solcuları benim en yakın arkadaşlarımdır. Misbah Hicri'yi biliyor olmanız lazım.

M. Sarmış: Tabii, iyi tanışırdık. Allah rahmet eylesin.
    
A. Akbıyık: Öyle olsun. Sol tandanslı, Kürt meselesinde de hassasiyeti olan bir arkadaşımızdı. Halk oyunları ile ilgili olarak kendisi ile konuştuğumuzda; "Bu yöredeki oyunların hepsi Kürtlere aittir. Siz kalkıp hepsini Türklere mal ediyorsunuz." derdi. Biz de bu oyunların ve bu müziğin, bu coğrafyaya ait olduğunu, şu topluluğa ya da bu topluluğa ait olduğuna dair elimizde somut deliller olmadığını söylüyorduk. 90'lı yılların sonunda, 2000'li yılların başlarında onun da içinde olduğu bazı Urfalı arkadaşlarla her hafta sonu Urfa'nın etrafını geziyoruz. İşte Şuayıp Şehri, Harran, Bazda Mağaraları filan… Aramızda diş hekimi olan, aynı zamanda fotoğraf sanatçısı Abdi Demirtaş da var. Onun bir arazi aracı var; onunla gidiyoruz. Ben, Misbah hoca, Selahattin Eyyubi Güler, bir iki kişi daha. Bir gün Viranşehir'den Harran'a doğru gelirken Şuayıp Şehri'ne girdik. Bizi görünce o yöreden geleneksel kıyafetli bir adam geldi yanımıza. "Ben buranın görevlisiyim." dedi. Özel İdare tarafından hem ziyaretçileri gezdirmek hem bekçilik yapmak üzere görevlendirilmiş. Bizi gezdirdi. Bir de dedi ki "Yeni bir yer bulunmuş, gelin sizi oraya götüreyim." "Tamam" dedik, oraya gittik. Mağara gibi, dar bir girişi olan çukur bir yer. Biraz çökerek girdik. Urfa'da kab deriz ya, tonozlu, kemerli bir yer. Küçük bir kilise mi imiş, hatırlayamıyorum şimdi. Ama kemerler bıçkı ile kesilmiş. Bir kısım parçalar yerde duruyor, bazıları kayıp. "Bu nedir?" dedik. "Vallahi hiç sormayın; burayı daha yeni açıyoruz. Karşıda ev yapan biri inşaatta kullanmak için gelip buradaki taşları kesmiş. Bize ihbar ettiler, gidip yakaladık." İşe bak! Bazı vatandaşlarımızın tarihî mirasa verdiği değer bu kadar. Kızdık, üzüldük. Adam "Size bir ayran ikram edeyim." diye bizi evine davet etti. Gittik, ayran içtik. Esas anlatacağım mesele başka, ama bunların da bilinmesini istedim. Sohbet sırasında adama dedim ki: "Burada düğünlerde hangi oyunlar oynanır, hangi türküler söylenir? İyi oyuncular var mı?" Adam "Bu yörenin en iyi oyuncusu benim." demesin mi? Tam yerine gelmişiz. "Bize bir iki oyun gösterebilir misin?" dedim. Adam bizi kırmadı, oynadı. Baktım bizim "tek ayak" oyunu. Ben de koluna geçip oynadım. Dedim "Bunun ismi ne?" Dedi "Vahde". Yani "bir". Sonra başka bir oyuna geçti; dedi "Bunun adı da "Tinen". Yani "iki". Sonra başka bir oyunu oynadı, "Bunun adı da "Hamse." dedi. Yani "beş". Anlayacağınız bizim tek ayak, çift ayak, beş ayak dediğimiz oyunlar. Aynı oyunlara Kürtçede de "nig", "dü nig" deniyor, yani yine tek ayak, çift ayak… Misbah Beye döndüm "Bak sürekli bu oyunlar Kürt oyunlarıdır diyordun; aha sana ispatı." Aynı oyunu hem Türkler hem Araplar hem Kürtler oynuyor, adları da aynı. Şu kâğıttaki notları da o zaman tutmuştum. Adamın adı da var; Mehmet Aslan. 1956 Şuayıp Köyü doğumlu. Bu konuyu geçmişte bir yerlerde de yazmıştım. Basit gibi görünen bir şey, ama bir düşüncenin ispatı açısından önemli. Bunun gibi mesela aynı türküyü Mardin'de hem Türkçe hem Kürtçe hem Arapça hem Süryanice okuyorlar.
    
M. Sarmış: Son zamanlarda çok meşhur olan bir Mardin oyunu var: "Reyhani"… Düğünlerde oynuyorlar; birçok dizi filmde de oynanmış. Sosyal medyada bunun aslında Süryanilere ait bir oyun olduğuna dair paylaşımlarla karşılaştım. Aynı çevrede yaşayanların hayatında böyle etkileşimler çok. Dini konularda da çok. Mesela Hıristiyan azizlerin mezarı bir süre sonra evliya mezarına dönüşebiliyor. Ya Hıristiyanlar Müslüman oluyor, ama o mezarlara saygısını sürdürüyor ya da sonradan gelen Müslümanlar Hıristiyanların saygı duyduğu azizi evliya yapıp mezarlarını ziyaret etmeye devam ediyor.
    
İbrahim Tezölmez: Bizim Balıklıgöl de öyle değil mi? Pagan dönemde de, Hıristiyanlarda da Müslümanlarda da kutsal kabul ediliyor. 

A. Akbıyık: Biz gençlik dönemlerimizde daha bir memleketçi, işte ne bileyim, Urfa milliyetçiliği çizgisindeydik. Aradan zaman geçip de bilgimiz görgümüz artınca, hele hele dışarıya gidip başka yerleri görüp oraların kültürleriyle karşılaşınca, bu meselelere biraz daha objektif bakabilmeyi öğrendik. Bazı şeyleri daha geniş düşünmeye, daha farklı kavramaya başladık. İnsanlar gibi bazı türküler de göç ediyor. Bir ara "Türkülerin Göçü" diye de bir yazı yazdım. Mesela "Drama Köprüsü Bre Hasan Dardır Geçilmez" türküsü... Adı üstünde Drama türküsü. Drama neresi? Şimdi Yunanistan sınırları içinde kalan eski bir Osmanlı şehri. Urfa'da Kazancı Bedihgil aynı türküyü "Heyyo Hasan" diye okuyorlar. Belki Drama'nın neresi olduğunu bilmiyor, Hasan kimdir tanımıyor, ama Urfa ağzı ve Urfa edası ile söylüyorlar.

M. Sarmış: Az önce bahsi geçen "Maraş Maraş Derler" türküsünü de siz Urfa'da Tenekeci Mahmut'tan derliyorsunuz.

A. Akbıyık: Evet, aynen öyle. Biz bazı türküleri Urfalılaştırıyoruz. Adam askerde öğrendiği türküyü gelip burada müzik meclisinde okuyor. "Drama Köprüsü" gibi. Yine mesela "Kız Demedim, Dul Demedim" türküsü… Aslı kantodur. İlk olarak 1910 yılı doğumlu Süheyla Bedriye adlı bir kantocu tarafından 1930'lu yıllarda taş plağa okunmuş. Yine o yıllarda Makbule Enver Hanım adlı başka bir kantocu tarafından da okunmuş. Tabii bunları biz sonradan öğrendik. Biz o türküyü ilk olarak 1993 yılında Yusuf Çavuş'tan dinledik. Sonra 2000'li yıllarda Kazancı Bedihgil okumaya başladı. Bizimkiler zamanla türküyü Urfalılaştırmış. En sonuna da "Urfa yine eski hamam eski tas" diye damgasını vurmuş. Şimdi kayıtlarda Urfa türküsü diye geçiyor. Buna bağlı olarak bazıları Urfa'dan bir hikâye de uyduruyor, Urfalı ile özdeşleştiriyor. Yani insanlar gibi türküler de göçüyor. 

M. Sarmış: Bu Yusuf Çavuş kim?

A. Akbıyık: Yusuf Çavuş diyoruz, ama esas adı Yusuf Kuşçuoğlu… Urfalı… Kuşçuluk yapıyormuş zamanında. Mıkım Tahir ile oturmuş kalkmış bir adam. 1993'te belki adam 80 yaşında filandı kendisiyle derleme yaptığımızda. O sırada Ankara'da yaşıyordu. Zaman zaman Urfa'ya gelirdi. Bir ara yine geldiğinde, Mustafa Erbülbül, Fuat Erbülbül'ün babası; o da müziğe meraklı, darbuka çalar; bir süre onun da çalıştığı Esnaf Kefalet Kooperatifi'nin muhasebesini tuttum; uzatmayayım, Mustafa abi bana Yusuf Çavuş'tan için dedi ki "Böyle böyle bir abimiz Urfa'ya gelecek. Zamanında Mıkım Tahir'in meclisinde oturmuş. Önemli bir kaynak kişidir. Hazır gelmişken kayıt yapsanız çok iyi olur." Dedim "Çok iyi olur." Dedi "Yalnız bu adam alkol alır ha! Sizden de isteyebilir." Dedim "Mustafa abi, ben alkol kullanmam. En iyisi sen gündüz bunu içir, biz de akşam çiğköfteyi, tatlıyı ayarlarız."
 Yusuf Çavuş hatırlı adam, dostları çok. Urfa'ya gelince "Gençlik Banyo"ya gitmişler; oranın sahibi de arkadaşıymış. Oradan çıkıp ciğer yemişler. O sırada bir "ufak" açmışlar. Öğlen başka bir yerde bilmem ne yemişler. Akşam otelde lahmacun yemişler, bir "ufak" da orada açmışlar. Kafayı tam bulmuş. Biz adamı o vaziyette alıp evimize götürdük. Sabri Kürkçüoğlu da var. Hoş beş derken okumaya başladı. Biz de bağlama ile eşlik etmeye çalışıyoruz. Adam öyle türküler söylüyor ki çoğunu o güne kadar duymamışız. Vakit geçti. Gecenin bir yarısında, artık kafası iyice hoş, bir türküyü okurken durdu; dedi "Yeğen bilmiyorum, bu türküyü daha önce okumuş muyduk?" Öyle oluyor bazen. Bazen biz de konuşurken "Bunu daha önce söylemiş miydik?" diyoruz.