M. Sarmış: Şimdi siyasi konulara girmeden önce, o dönemle ilgili anlatmak istediğiniz başka şeyler var mı? Unutamadığınız hatıralar da olabilir.
Mahmut Apaydın: Hatıra çok. Not da aldım. Bazılarını anlatayım. Mesela askerden önce bir kavgamız var. "Sinamacı Ma'me" diye, Köprübaşı'nın kabadayılarından biriyle. Bir gece Türkmen Sineması dağıldıktan sonra, gece 11.00-12.00 civarı dükkâna geldi. Ben müşteri zannettim. Buyur dedim. Meğer haraç almak istiyor. Daha önce Köprübaşı'nda başka bir kuruyemişçiyi batırmışlar. Teraziyi tutup "Bunu kaldırırsam kafana geçiririm." dedi. Ben de kiloyu kaldırıp kolundaki saatin üstüne indirdim. Parçalandı. Tam birbirimize gireceğiz, sinemadan dağılanlar bizi ayırdılar. Dükkânı kapatırken bu adam benim yolumu keser diye düşündüm; dükkândaki kıyma bıçağını bir kâğıda sarıp yanıma aldım. Postaneye kadar gitmiştim ki, karşı taraftan bir ses geldi; "Şişt, ulan gel buraya!" Baktım o, tahmin ettiğim gibi. Yanında biri daha var. Postanenin karşısında bir gömlekçi dükkânı var, onun arkası da "tozluk" (çöplük); herkes çöpünü oraya döküyor. Dağ kadar yığılıyor. Adam iri yarı, ben ufak tefeğim. Ne yapayım? Dedim "Giderim, önünde otururum, dizlerini çekip deviririm, üzerine çullanırım." Öyle de yaptım. Tam sırt üstü devirmiştim ki arkadan bir tokat yedim. Arkadaşı. O sırada "Orada neler oluyor?" diye sesler gelmeye başladı.
Karanlık, ama ben polis olduğunu anladım. Hemen bıçağı gömlekçinin damına attım. Polis gelip bizi karakola götürdü. Karakol da dükkânımızın yanında, Yusuf Paşa Camii'nin içinde. Tam camiye girip karakola çıkacağız, o kaçtı, caminin kuzey kapısından çıkıp kayboldu. Böylece suçlu olduğunu da göstermiş oldu. Polis yukarıda Zebe Ziyaret'in orada yakalayıp getirdi. Karakola çıktık. Komiser bize "Ne oldu?" diye sordu. Ben "Efendim, yolumu kesti." dedim. O benim bıçak taşıdığı söyledi. Ben bunu kabul etmedim. Komiser "Şikâyetçi misin?" diye sordu. Kaş göz işaretiyle de şikâyetçi olmamı istiyordu. Ama ben olmadım. Niye? Korkaklar şikâyetçi olur. Şikâyetçi olursam adamı içeri atarlar; bir şey yapamam. Şikâyetçi olmayayım dışarıda kalsın ki yapacağımı yapayım. Bir de belki kırk tane köpeği var adamın. Hangi biriyle uğraşayım? Israr ettiği halde ben şikâyetçi olmayınca komiser kızdı; "Defol git." dedi. "Teşekkür ederim." diyerek çektim gittim. Benden sonra adamı sırayla öyle bir dövmüşler, öyle bir dövmüşler, ancak o kadar olur. Sabah dükkâna geldim, saat 10.00 civarı. Baktım bir polis. "Hayrola!" dedim.
Dedi, "Dün akşam senin hatırın için o adamı dövdük." "E" dedim. Dedi "Beni mahkemeye vermiş. Seni de şahit göstermiş. Hadi gel mahkemeye gidelim." Dedim "Benim bu işlere aklım basmaz; hâkim ne sorar, ben nasıl bir ifade vereyim?" Dedi hâkim "Polisler bu adama dayak atmış mı?" diye soracak. Sen diyeceksin ki "Yok." Dedim "Yüzünden, vücudundan dayak yediği belli değil mi?" Dedi "Sen de dersin ki başka bir yerde dayak yemiştir." "Tamam." dedim. Hâkim olanı biteni sordu. Ben de "Kavga ettik, polis bizi ayırdı, karakola götürdü, barıştırdı. Öpüştük ve ayrıldık. Ben bir kapıdan çıktım, o bir kapıdan çıktı, gitti." dedim. Böylece polis berat etti. Sonradan öğrendim ki, o komiser ve o adam, af edersin, kerhanede aynı kızla meşgullermiş, komiser bu yüzden ondan gıcık alıyormuş, o yüzden dövmüş, dövdürmüş.
Yine o yıllarda, bir gece eve gidiyorum, beş kişi yolumu kesti. Niye kestiler, bilmiyorum. Cebimde anahtarım vardı; eskiden demirciler şifreli anahtarlar yapardı; uzun, bir ucu yuvarlak; ben o anahtarı çıkarıp birinin alnına yapıştırdım. Anında patladı, kan akmaya başladı. Ben onunla boğuşurken diğerleri kaçıp gitti. Sonra o da kaçıp gitti. Eve gittim, gömleğim yırtılmış, üstüm başım kan içinde. Durumu anlattım. O yaraladığımı da hastaneye kaldırmışlar. Başını hocaların sarığı gibi sarmışlar. Ertesi gün o vaziyette babası babamın yanına getiriyor; "Bak oğlun oğluma ne yapmış." diyor. Babam da "Ben olsam öldürürdüm. Beş kişi oğlumun yolunu kesmiş, bir de utanmadan şikâyete geliyorsun." demiş, göndermiş. Herhalde 17-18 yaşlarında idim. Ben çok kuvvetliydim, acayip kuvvet vardı bende.
Bir şey daha anlatayım. Yine o yıllar… Bir gün lacivert bir elbise diktirmişim, yeni giymişim. Dükkâna nişasta ısmarlamışım. Çuvalı 70 kilo. Hamal eşeğin üzerinden kucakladı. Dedim "Buraya indirme, içeri koy." Dedi "Yok." Dedim "Ücretin ne kadarsa sana iki katını vereyim, içeri koy." İnat etti, "Yok." Dedi. Ben de sinirlendim, artık hesap et, o sinirle nişasta çuvalını da hamalla beraber kucakladım, aldım içeri götürdüm. Görenlerin hepsinin ağzı açıkta kaldı. Tabii o lacivert elbise de nişasta içinde kaldı.
M. Sarmış: Notlarınızda bir akrep meselesi de var. Ne yapıyordunuz? Akrep mi yakalıyordunuz? Eskiden çok olurdu.
Mahmut Apaydın: Urfa'da bir zamanlar çok akrep olurdu. Dükkânımızda elektrik yoktu. Lüks lambası vardı. Toz şekerlerin sandıklarında tel olurdu, o telden yarım metre kadar keserdim. Bir ucunu sivri yapardım, bir ucunu halka yapardım. Elimde lüks ile eve gidene kadar gecede on, on beş, yirmi tane akrep öldürürdüm. Tele saplardım.
M. Sarmış: Eviniz yine aynı yerde mi? Artık evlisiniz.
Mahmut Apaydın: Evet, evimiz aynı yerde, Şirket'in arkasında. Evlendim, ama babamgille beraber kalmaya devam ediyorum. Dükkândan eve ara yollardan giderken akrep öldürürdüm.
M. Sarmış: Ne yapıyorsunuz o akrepleri? Satıyor musunuz?
Mahmut Apaydın: Yok, çöpe atıyordum. Ben sokaklardaki akrepleri bitirdikten sonra duydum ki hastane akrep alıyor. Tanesi iki buçuk liradan. Önceden bilseydim gecede 40-50 lira kazanabilirdim. Bir gece rüyamda el büyüklüğünde bir akrep gördüm. Beni kovalamaya başladı. O kovaladı, ben kaçtım, o kovaladı ben kaçtım. O rüyadan sonra akrep öldürmeyi terk ettim.
Yine bir gece başka bir rüya gördüm. Bir pencere var. Pencerenin içinde de örümcek ağı var. O ağın içinde de bir akrep var. Büyük oğlum da o akrebi tutmak istiyor. O sırada daha küçük, bir buçuk iki yaşlarında. Ben de hiç endişelenmiyorum, tutsun diyorum. Akrep sokarsa, okurum geçer diye düşünüyorum. Bir baktım annem beni uyandırdı. "Kalk, kalk Ahmet'in hanımını akrep sokmuş." Abimin hanımını. Acayip iş. Akrepli bir rüya görüyorum, uyanınca da akrepli bir olayla karşılaşıyorum. Neyse, gittim, yengeme okudum, rahat oldu.
M. Sarmış: Böyle bir özelliğiniz de var demek.
Mahmut Apaydın: Tabii, okuyorum, saniyesinde geçiyor.
M. Sarmış: Herkesin okuması ile geçmez. Siz "afsunlu" musunuz?
Mahmut Apaydın: He, he, afsunluyum. Başkalarına da verme yetkim var.
M. Sarmış: Çok ilginç bir şey. Nasıl afsunlandınız? O yetkiyi nasıl aldınız?
Mahmut Apaydın: Kabane Mahmut'tan söz etmiştik ya, ondan aldım. Abdülkerim amcamdan sonraki Rufai halifesi.
M. Sarmış: Nasıl oldu? Af edersiniz, bazen ağzına tükürüyorlar.
Mahmut Apaydın: Mahmut Hoca, "Bir ayet var, "Onu oku, tamam" dedi. Ama daha önce istimdat yapacaksın. "Destur ya Allah! Destur ya Resulallah! Destur ya Ehl-i Beyt-i Resulullah! Destur ya Ashab-ı Resulullah! Destur ya Tebe-i Tabiîn! Destur ya Baba Fehmi! Hu!" diyeceksiniz. Ondan sonra besmele çekip "Selâmun alâ nûhin fîl âlemin. İnnâ kezâlike neczî'l-muhsinîn." (Âlemler içinde selam olsun Nuh'a./İşte biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.) (Saffat 79-80) ayetlerini okudunuz mu o acı hemen geçer.
M. Sarmış: Bir de akrebi tutanlar var. Siz de tutuyor musunuz?
Mahmut Apaydın: Bir kere tutmak istedim. Bir akşam baktım pencerenin kenarında bir akrep. Bardağı tuttum, içine düşürdüm, üzerine de bir tabak koydum. Sabah namazında Rızvaniye Camii'ne giderken akrebi de yanımda götürdüm. Namazdan sonra şeyhime dedim ki "Bu akrebi tutacağım, ama cesaret edemiyorum. Ne diyorsun?" Dedi "Ver bakayım." Aldı elimden. Dedi "Akrep nedir? Hayvan! Ha sıçan tutmuşsun, ha bunu tutmuşsun. Farkı yok." Yere attı. "Bas, öldür." dedi. Bastım, öldürdüm. Daha da tutmadım.
Yine bir gün evde tamirat var. Ben yatıyorum yine. Babamın bir arkadaşı vardı; "Kutup Mustafa" derlerdi. Rüyamda onu gördüm. Beyaz elbiseler içinde 0n beş yirmi kişi oturuyor. Kutup Mustafa da aralarında. Ben de yanlarındayım. Kutup Mustafa, cemaate beni gösterip diyor ki "Siz bu adamı tanıyor musunuz?" Onlar da "Yok, tanımıyoruz." diyorlar. O da diyor ki "İki bin kişinin içinde ancak böyle bir adam vardır." Niye iki bin diyor, bilmiyorum tabii. O sırada anam yine beni uyandırdı. "Kalk, kalk!" dedi. "Ne var?" dedim. Ustayı akrep sokmuş. Evin tamiratını yapan usta bir taşı kaldırırken elini akrep sokmuş. İndim aşağı. Ona da okudum. Geçti. Dedim "Akrep sokarken ne oldu? Ben okuduktan sonra ne oldu?" Dedi "Akrep sokunca zehir elimden girdi, bütün vücuduma yayıldı. Sen okuduktan sonra da gerisin geriye gelip akrebin soktuğu yerden çıktı."
Abdülkerim amcam çok büyük bir zattı. Ben doğduğumda bir rüya görüyor. Yeşil bir kuş gelip damımıza konuyor. Ertesi gün amcam anama diyor ki "Hayırlı bir oğlun olacak." O sırada annem bana hamile. O benim doğumumu gördü, ben de onun ölümünü gördüm. Tabii ben onun ne zaman vefat edeceğini bilmiyorum. Bir gece bir rüya gördüm. Dükkândayım. Vakit akşam. Karşıda çok büyük bir ay. Çok büyük bir ay ama. Ayın içinde Kâbe. Beytullah yani. Ayın etrafında da yıldızlar, böyle oyun oynuyor. Bir baktım Kâbe ayın içinde kayboldu. Yıldızlar da durdu. Uyandığımda kendi kendime tabir ettim. "Ay dünyadır. Kâbe amcamdır. Yıldızlar da dünya meşgalesidir. Dünya yerinde duruyor. Dünya meşgalesi yerinde duruyor. Amcam da vefat etti." Amcam o sıralarda hastaydı, nefes alıp veremiyordu. Nefesini sanki iğnenin deliğinde alıyordu.
Ahmet Apaydın: Astımı vardı.
Mahmut Apaydın: Hanıma dedim ki "Pijamamı kâğıda sar, ben bu gece amcamgilde yatacağım." "Niye?" dedi. Dedim "Hiç." Bunları niçin yaptığımı bilmiyorum. Gittim, amcamı ziyaret ettim. Hanımına dedim ki "Bu pijamam burada kalsın, ben bu gece gelip burada yatacağım." Ben öyle deyince yengemin rengi değişti. Sonra dükkâna gittim. Babama dedim ki "Git abini ziyaret et." "Niye?" dedi. Dedim "Abin değil mi?" Niye söylediğimi de bilmiyorum. Babam gitti, ziyaret etti. Dükkâna geçmeden önce abime gittim. Hatırlıyor musun, bilmiyorum.
Ahmet Apaydın: Kurban Bayramının dördüncü günüydü.
Mahmut Apaydın: Ona da dedim "Bu gece git amcanı ziyaret et." O da dedi "Niye?" Dedim "Hiç. Amcan değil mi?" Niye söylediğimi de bilmiyorum ama. Rüyayı anlatmıyorum. O gece herkes orada. Saat 11.00 civarı. Dedim "Herkes evine gitsin. Ben burada yatacağım." Tamam dediler, gittiler. Ben, bir abdest alayım, Yasin okuyayım dedim. Abdest alıp geldim. Kur'an torbada, torba duvarda asılı. Bir an tereddüt ettim. Okursam, amcam "Niye, ölüyor muyum?" diye düşünür. Okumayayım. Sonra, şeytan bırakmıyor herhalde, okuyayım dedim.
On beş dakika böyle aldım verdim, aldım verdim. Sonra okumaya karar verdim. Kur'an-ı Kerim'i elime aldım, başladım Yasin-i Şerif'i okumaya. Amcam da benimle beraber hafiften okuyor. Tam "Ey Ademoğulları! Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana ibadet edin, asıl doğru yol budur." (60-61) ayetlerini okudum, amcam gözlerini kapattı. Bir damla gözyaşı, alnında da hafif ter… Teslim oldu. Ben kaç gün sonra öleceğini zannediyordum, o, o gece vefat etti. O on beş dakika niye? O ayet tam uyandıracak bir cümle. Ben okumaya devam etmek istedim. Ancak, sanki okumak bilmiyormuşum gibi, ne yapıyorsam okuyamıyorum. Hanımı dedi ki "Yıkanmamış cenazenin üzerine okunmaz." O sırada bunu bilmiyordum. "E dedim, zaten okuyamıyorum."
Ahmet Apaydın: O gece ben de oradaydım. Amcamın hanımı "Senin bu amcan acından ölecek." dedi. "Niye?" dedim. Dedi "Bir haftadır ağzına bir şey koymuyor." Dedim "Ben bal göndermiştim, hele onu getir." Getirdi. Ağzına koymak için dizinin dibine gittim. Bana öyle bir sert baktı. Geri çekildim. Dedi "Kalk, sen yorgunsun, git dinlen." Tamam dedim, eve gittim, soyundum, yatağa girdim, o anda kapım çalındı. Babam dedi ki "Kalk oğlum, amcan rahmetlik oldu."
Mahmut Apaydın: Vefat etti. Ben, evlerinin karşısında bir sokak var, oradan aşağı Hasan Paşa Camii'ne indim. Gece saat 01.00 civarı. Tabutu başıma aldım. Getirdim eve. Ertesi gün cenaze yıkanırken ben orada değildim. Ölüm kâğıdı çıkarmak için belediyeye gittim. Salâ kâğıdı yazdım, camilere dağıttım. O gün acayip bir kar vardı. Rüzgârlı, tipili bir kar. Çok soğuktu. Defni çok zor oldu.
Ahmet Apaydın: Cenazeyi yıkayan hoca dedi ki "Ben ömrümde belki beş yüz tane cenaze yıkamışım, ama daha böyle temiz bir cenaze görmemişim." Dedim ki "Bir hafta evvel yemekten içmekten kesildi."
M. Sarmış: O hocanın adını hatırlıyor musunuz?
Ahmet Apaydın: Hatırlamıyorum. Yalnız Kadıoğlu Camiinde ezan okurdu. Oğlu Hacı İbrahim Halil sonradan Halkbank'ın müdürü oldu. Sonra tayini Mardin'e çıktı.