M. Sarmış: Nasıl bir çocuktunuz?

N. Yıldırım: Hani derler ya damda duvarda durmayan, çok hareketli, haylaz bir çocuktum. Necmi abim ve Nihat çok akıllı çocuklardı. Ben öyle değildim, hani şimdi hiperaktif diyorlar ya, biraz öyle… Çok girişken, her şeyi anlamaya çalışan, herkesle konuşan bir çocuk… Halen de öyleyim. Yerimde duramam. Mesela babam sıra gezerdi, sıra bizim evde olduğu zaman ben de katılırdım; oturur, onların konuşmalarını dikkatle dinlerdim. 

M. Sarmış: Babanız nasıl bir babaydı? Siz böyle yaramazlık yapınca ne yapıyordu? Dayak filan var mıydı?

N. Yıldırım: Vardı, olmaz mı? Bir hatıramı anlatayım. Ama bu okul öncesi değil, çocuklukla gençlik arası bir dönem, ergenlik zamanı yani. Urfa tabiriyle "haziran"ı bilir misiniz?

M. Sarmış: Bilirim. Bir çeşit kamçı.
N. Yıldırım: Hah! Babamın meşhur bir "haziran"ı vardı. Gerektiğinde onunla döverdi. Az ilerideki Bahçelievler Okulu'nun karşısında o zaman bir "dağdağan" ağacı vardı. Babam "Türk Silahlı Kuvvetleri" sigarası içiyor. Ben de ara sıra cebinden birer tane aşırır gelip o ağacın altında içerdim. Sonunda babam fark etmiş olacak ki anneme "Fatma sen sigaramı alıyor musun?" diye soruyor, o da "Almadım." diyor. "Yahu!" diyor babam, "Her gün paketin içinden birer ikişer tanesi kayboluyor." Adamcağız bir gün anlıyor ki o sigaraları alan benim. O haziranla beni iyi bir dövdü. O oldu. Bir daha içmedim. Zaten bir gençlik hevesiydi. Etrafımda çok içen vardı, ben dersimi iyi aldığım için içmedim.
M. Sarmış: Dayak neyse de, sonucu itibariyle iyi olmuş.
N. Yıldırım: Ya, ne diyorsunuz? Bir de hırsızlık olayım var, o daha eski, okula başlamadan öncesine ait. Onu da anlatayım mı?
M. Sarmış: Tabii, buyurun.
N. Yıldırım: Evimiz çardaklıydı, taş bir merdivenle üst kata çıkılırdı. Mevsimlerden yaz. Bir gün babam maaşını yeni almış; o zaman şimdiki gibi ayın ortasında değil, başında maaş alınırdı. İyi hatırlıyorum, o zaman babamın maaşı 30 lira idi. Ben gizlice babamın cebinden 10 lirasını aldım. Saklamak için de dama çıktım. Damda "taht" vardı, bilirsiniz, yazın tahtta yatılırdı. Tahtın yanında da hasır vardı. Onu da bilmeniz lazım, kışın soğuğu tutsun diye halıların altına serilirdi. Mevsim yaz olduğu için annem yuvarlayıp duvara yaslamış. Boyum kısa olduğu için tahtın yan parçalarından birini hasıra dayayıp kendime merdiven yaptım ve yukarıya çıkıp parayı hasırın üstüne bıraktım, aklımca saklıyorum. Neyse,  babam evden çıkıyor, borcunu dağıtacak. Bir bakıyor ki cebinde 10 lira eksik. Maaşın üçte biri; çok para… Eve dönüyor. Öğlen vakti. Yanında bir sepet de üzüm getirmiş. Anneme soruyor; "Fatma, cebimden para aldın mı?" Annem "Yıldırım" diyor -annem babama "Yıldırım" derdi- "Ben şimdiye kadar elimi cebine attım mı?" Hırsızın neyinden bellidir? Gözünden bellidir. Haylazım ya, baş şüpheliyim. Bakıyor ben sesimi çıkarmıyorum; gözümü yassılamışım. Yanıma geldi; "Oğlum, Necdet, parayı sen mi aldın?" diye sordu. "Yok baba, ben almam." dedim. "Oğlum, eğer aldıysan söyle. Bak sana bir salkım üzüm vereceğim." Hocam üzümü görsen, tilki kuyruğu gibi kocaman, çok cazip. Eski Urfa üzümleri meşhurdur. Babam sıkıştırıyor, üzüm çok tatlı görünüyor. Gönlüm kaydı. "Bak söylersem vurmak yok ha!" dedim. Dedi "Ben hiç oğlumu vurur muyum?" Dedim "Gel o zaman?" Beraberce dama çıktık. Hasırın üzerine tırmanıp parayı verdim. Bekliyorum ki babam elindeki üzüm salkımını verecek. Dedi "Üzüm mü istiyorsun? Al sana üzüm." İyi bir sopa çekti bana. İyi ki dövmüş. Neden? Eğer dövmeseydi, belki de ben şimdi hırsız olurdum, hatta çok iyi bir gangster olurdum. Demek ki büyüklerimizin her bir hareketi bize ders olmuş. Ben o dayaklardan dolayı dersimi çok iyi aldım. Hem sigaradan, hem hırsızlıktan uzak durdum.

M. Sarmış: Eyvallah! Şimdi gelelim ilkokula… Hangi okulda okudunuz?

N. Yıldırım: Şair Nabi İlkokulu. Asfalt Yolda, şimdi Harran Üniversitesi otoparkının olduğu yerde idi. Siyah önlük, beyaz yaka. Çantam da bavuldu. Çok kıymetli olduğum için babam marangozdan tahta bir çanta yaptırmıştı. 1955-56 yılları olması lazım.

M. Sarmış: Öğretmeninizi hatırlıyor musunuz?
N. Yıldırım: 1, 2, 3. sınıf öğretmenlerimin isimlerini hatırlamıyorum, ama 4 ve 5. Sınıf öğretmenimi hatırlıyorum. Şöyle anlatayım: İlk üç sınıfı orada okudum. Okulumuzun yanında Saray Sineması vardı, yandı. Onunla beraber okulumuz da yandı. O yüzden naklimi Yıldız Meydanı'ndaki Atatürk İlkokuluna aldılar. Ulu Cami'nin hemen aşağısındaki eski taş bina; şimdi Vakıflar'a ait. 

M. Sarmış: Uzak değil mi? Dergezenli Mahallesi nere, Yıldız Meydanı nere?

N. Yıldırım: O zaman daha Dergezenli'ye gelmemişiz. Evimiz Hekimdede Mahallesinde, Vezir Hamamı'nın yanında idi. Kiracı idik. Onun için Şair Nabi de Atatürk de yakındı. 
M. Sarmış: Oradaki öğretmeninizi hatırladığınızı söylediniz.
N. Yıldırım: Evet, orada beni Yaşar Dağyutan okuttu. Allah rahmet etsin. Mesela derdi ki "Oğlum biraz odun taşıyacağız." Hemen elimi kaldırırdım. 
M. Sarmış: Okula odun gelmiş…
N. Yıldırım: Yok, yok, öğretmenin evine… Ben hemen koşardım. 
M. Sarmış: Öyle şeyleri seviyorsunuz.
N. Yıldırım: Evet. Dersten kaçmak için. Zaten o okula gidince bavulu da bıraktım. Bir defter bir kalem alıyordum, o kadar. Bende ders yok. Hele yazmayı hiç sevmiyorum. Öğretmenimiz yaz derdi yazmazdım, anlat deyince hemen anlatırdım. Halen yazmayı sevmiyorum. Yazım hep eğri büğrüdür. Ama öğretmeni çok iyi dinlerdim. Öğretmenin anlattığı her şeyi kafama yazmaya çalışırdım.
Okuldan benim gibi arkadaşlarla beraber sık sık kaçardık. Ulu Cami'de dört köşe bir havuz vardı. İçinde su yok tabii. Onun içine girip köşe kapmaca oynardık.

M. Sarmış: Okumaya niyetiniz yok anlaşılan.

N. Yıldırım: Yoktu. Müdürümüz de meşhur Şerif Özden. Kocaman bir eli vardı, bir vururdu, şaplama gibi. Bizim din dersimize girerdi. Bana derdi ki "Benim odama git telefonun başında bekle." Yanıma da iki kız arkadaşımızı verirdi. Telefon gelince koşup müdüre haber vereceğiz. Eskiden telefonlar manyetoluydu. Bir tek müdürün odasında vardı. İkinci katta. Telefon çaldığında hemen ben atılırdım. "Durun ben konuşacağım." derdim. Açtıktan sonra da doğru müdüre koşardım. Kızlardan biri Ayşe Polat, diğeri Fatma Akbulut, ama biz Fatma Girik derdik. Ona benzerdi. 

M. Sarmış: Hatırlıyorum, Mustafa Akbulut'un kardeşi. O da bizim Merkez Ortaokulu'nda sosyal bilgiler öğretmenimizdi. 

N. Yıldırım: Evet evet. Bacısı da benim sınıf arkadaşımdı. Bana derdi ki "Senin adın Yıldırım değil, Yıldırım Şimşek." Allah rahmet etsin, vefat etmeden önce yanıma geldi. "Biliyor musun Necdet, ben o zaman seni çok severdim." dedi. "Ben de seni çok severdim." dedim. Yanlış anlamayın, kardeş gibi sevmek. Yoksa bir art düşüncemiz yoktu. O yaşta ne olacak?

M. Sarmış: Müzik konusuna gelecek olursak…

N. Yıldırım: Urfalıların müzik merakı malumunuz. Hemen hemen her çocuk, her genç az çok müzikle ilgilidir. Ben daha fazla meraklıydım. Mesela hatırlıyorum; annem bana "Oğlum git yoğurt al." derdi. Elime yoğurt koymak için tas verirdi, üsküre tas, bir de 25 kuruş para. Gidip gelirken "Yoğurt koydum dolaba" türküsünü söylerdim. 
M. Sarmış: Nasıl gelişti?

N. Yıldırım: Okulu bıraktım, berberde çalışıyorum. Artık ergenlik dönemi. 15-16 yaşlarından itibaren devrin ustalarını takip etmeye, onların bulunduğu ortamlara girmeye başladım. Tenekeci Mahmut, Kazancı Bedih, Kurrik Mihe ve diğerleri…   Tabii bu arada benim gibi müzik meraklısı arkadaşlarım da var. 
M. Sarmış: Kimler var arkadaşlarınız arasında?
N. Yıldırım: Eziz Çekirge, Heddad Halle (Halil) Damdam Halle, Cigerçi Eziz, daha başkaları. O devrin üstatları… 
M. Sarmış: Peki bu işlere karşı babanızın tavrı nasıldı?
N. Yıldırım: Babam çok karşıydı. Sevmezdi o işleri. "Bizim soyumuzda mıtrıp (Çingene, çalgıcı) var mı?" diyordu. Ondan gizli gidiyordum. Evde bir şey demiyor. Dışarıya gitme, o âlemlere girme diyor. Reşit Amcamın neler yaptığını biliyor; o âlemlerde malı mülkü yiyip bitirmiş. Ondan korkuyor. Bırakmıyor. Buna rağmen gizli gizli devam ederdim. Yakaladığı zaman sopamız her zaman vardı. Mesela arkadaşlarla gece gelip Şehitlik Çamlık'ta çalışma yapardık.
M. Sarmış: Açık alanda mı?
N. Yıldırım: Hayır, müze binasında. Bina yapılmış, ama henüz içi boş. Urfa Lisesinde öğretmen olan Ferit Hamevioğlu oranın müdürlüğüne bakıyordu. Aynı zamanda Urfa'yı Tanıtma ve Turizm Derneği'nin müdürü idi. O sırada müze binasında 11 Nisan Bayramı için bir gece hazırlıyorlar. Biz de arkadaşlarla o gecede konser vereceğiz. Altı ay boyunca orada çalıştık. Program Atlas Sinemasında yapıldı. Bana iki türkü okuttular. Diğerleri de koro.
M. Sarmış: Babanızın haberi olmaz mıydı?
N. Yıldırım: Bazen olurdu. O zaman gelip kulağımdan tutarak eve götürürdü. Sopamız eksik olmazdı yani. Buna rağmen devam ederdim.
M. Sarmış: Siz herhangi bir müzik aleti çalmıyor musunuz?
N. Yıldırım: Hem çalıp hem söylüyorum. Yapmadığım şey kalmadı. Darbuka çaldım. Mesela 17-18 yaşlarında kanun aldım. "Tivil Mehemet 'Emmi" vardı; pavyonda kanun çalardı, ondan almıştım. O da Suriye'den getirmişti. Sedef işlemeli Arap kanunu.
M. Sarmış: Kanun çok zor bir çalgı. Ders aldınız mı?
N. Yıldırım: Aldım tabii. Dersi de Tivil Mehemet 'Emmi'den aldım. Öğretmen Yaşar Özen vardı, rahmetlik oldu, onunla beraber ders alırdık.
M. Sarmış: Nerede?
N. Yıldırım: Pavyonda. Köprübaşı'nda.
M. Sarmış: Nasıl yani, ders için pavyona mı gidiyordunuz?

N. Yıldırım: Gece değil, gündüz. Mehemet Emmi gece çalışır, gündüz orada dururdu. Ben de gidip ders alırdım.

M. Sarmış: Nereli bu Tivil Mehemet 'Emmi?

N. Yıldırım: Urfalı.