M. Sarmış: Uyuz, bit tedavisi, bardakla veya sülükle kan alma, hacamat gibi şeyler de yapıyordu eski berberler.
N. Yıldırım: Sosyete uyuzu var. Ben onun için şöyle bir tavsiyede bulunuyorum: Biraz karbonat, biraz toz zencefil, içine bir limon sıkıp karıştırın; iyi bir banyodan sonra bu karışımı vücudunuza güzelce sürün; bunu yedi kere tekrarlayın, Allah'ın izniyle bir şey kalmaz. Bazen ayaklardaki mantarlar için de ilaç söylüyorum.
M. Sarmış: Saçkıran geçici bir rahatsızlık, tedavisi var, ama saç dökülmesi öyle değil. En çok da erkeklerin derdi. Eskiden de vardı, ama günümüz erkekleri görselliğe daha çok önem verdikleri için saç dökülmesinden daha çok şikâyetçiler.
N. Yıldırım: Bayanlar da var. İlaç veriyoruz, Allah'ın izni ile dökülmesini durduruyoruz. Çok gelen var yanımıza. Mesela geçen gün Harran Üniversitesinden bir doktor geldi. Ailesini kaybetmiş, saçı sakalı dökülmüş. Tedaviye başladık. Bakın şimdi dolabımda bir sürü şişe var. Boş şişe. (Yan taraftaki mini buzdolabından değişik ebatlarda kahverengi cam şişeler çıkarıp gösteriyor. Çocukların şurup şişelerine benziyor. Üzerine etiketler yapıştırılmış.) Bunları İstanbul'dan getirtiyorum. İlacı bunlara koyup veriyorum.
M. Sarmış: O bitkileri nereden temin ediyorsunuz?
N. Yıldırım: Bazılarını attarlardan alıyorum. Bazılarını ben kendim topluyorum.
M. Sarmış: Bunun bir bedeli olmalı. Hem masraf yapıyorsunuz hem emek veriyorsunuz.
N. Yıldırım: 30 sene bedava yaptım. Hayır da lazım insana. Her şey dünyalık değil. Mezarın ötesi de var. Sonraları gelip gidenler "Böyle olmaz Necdet Usta, parayla yap." dediler. Ondan beri ücret alıyorum. Ha, bu arada ben kendimin de ailemin de mezarını kazdırmışım, hazır. Bedizzaman Mezarlığında…
M. Sarmış: Yeniden tıraş konusuna dönecek olursak… Çoğunluk dükkâna gelip tıraş oluyor. Ama bir de üst düzey kimseler var; valiler, belediye başkanları gibi yöneticiler, iş adamları, zenginler filan… Onlar evlerine ya da iş yerlerine çağırıyorlar. Siz de gittiniz mi ya da gidiyor musunuz?
N. Yıldırım: Gidenler var, ama ben hiç kimsenin ayağına gitmedim. Onlar bana geldiler. Mustafa Kılıç'ından, Kadri Barut'undan, Halil Çelik'ine, Ahmet Bahçıvan'ına, Ahmet Eşref Fakıbaba'sına, Esat Akgöl'üne kadar hepsi yanıma geldiler. Bir de bunların yardımcıları var. Bir önceki Büyükşehir Belediye Başkanımız Zeynel Beyin evleri buradaydı; rahmetlik babası, emmisi bizim dostumuzdu. Düzenli olarak yanıma gelirlerdi, ben tıraş ederdim. Tabii zaman zaman başkalarının da yanına giderlerdi. Mesela Ahmet Bahçıvan benim hac arkadaşımdır. Devrin Müftüsü Bahaeddin Bildik de… Yanlış anlaşılmasın, hacca beraber gitmedik, orada tanıştık. Yoksa onlar bürokrat, bizimle hacca giderler mi?
M. Sarmış: Eskiden berberler düğünlere de gidip damatları tıraş ederdi. Siz hiç gittiniz mi?
N. Yıldırım: Gittim. Eskiden düğünler hayatlı evlerde gündüz yapılırdı. Bazen düğün alanında bazen bir odada damatları tıraş ederdik. Ama son zamanlarda bazı insanlar berberleri hor görmeye ya da onlara yeterince değer vermemeye başladılar. Ne bileyim, mesela davulcu geliyor, damadın veya kirvenin önünde güm güm vuruyor, kirve çıkarıp ona para veriyor. Aşçı geliyor, kahveci geliyor, onlara herkesin içinde bahşiş veriyor. Berber gelince ona da veriyor. Bu da bana ters geliyor. Tamam ücretimizi alacağız, ama bu işin usulü var. Sessiz sedasız ver. Öyle herkesin önünde uluorta hoş değil. Sanki sadaka veriyor. Bir gün bana da biri öyle yapmaya kalktı, benim de çok ağırıma gitti. Dedim "Berber Necdet para almaz; müşterisini hediye olarak tıraş eder." "Olur mu yav, bahşiştir, alman lazım." filan dediyse de, dedim "Yok, olmaz." ve almadım. Ondan sonra da terk ettim. Artık diyorum ki "Ağam sen tıraş olacaksan bana bir saat söyle, o saat dükkâna gel, istediğin gibi tıraş edeyim." Öyle de yapıyorum.
M. Sarmış: Şimdi biraz da eski berber dükkânlarını konuşalım. Bakıyorum sizin dükkânınız maşallah çok temiz, çok ışıklı, çok güzel ve gösterişli. Eskiden berber dükkânları daha küçüktü, daha basitti. Alet edavat açısından da çok fakirdi.
N. Yıldırım: Doğru. Şimdi onlardan eski mahallelerde birkaç tane kalmış. Koltuklarımız şimdiki gibi konforlu değildi. Tahta koltuklarımız vardı. Üzerine minder koyardık. Bir, bilemedin iki koltuk olurdu. Aynalar daha küçük ve sade idi. Sonradan duvardan duvara aynalar yapılmaya başlandı. Eski aynalar şimdiki gibi kaliteli de değildi. Arkası kâğıt üzeri sırlıydı, nemlendiği zaman soyulurdu, görüntü bozulurdu. Tarak, makas, ustura vardı. Eski usturalar çelikti. Uçlarına sonradan jilet takılmaya başlandı. Usturayı çarklamak, yani keskinlemek için çarkımız vardı. "Bilevi taş" vardı. Usturayı çarktan sonra bilevi taşına vururduk. Ondan sonra da kayış. Önce macunlu kayış, sonra normal kayış. Macun dediğimiz de çikolata renginde bir şey. Bir el kayışı vardı, bir de duvar kayışı, masaya çakardık onu. O da usturayı keskinlemek için… Derinin üstüne biraz sabun sürersin usturayı keskinler… Şaşılacak şeydir, deri usturayı nasıl keskinliyor? Tıraş makinelerimiz böyle elektrikli, şarjlı değildi, elle çalışırdı. Bende duruyor daha. (Kalkıp getiriyor.) Daha yepyeni, çalışıyor. Bazen bir güzellik olsun diye çıkarıp müşterinin ensesine vuruyorum, gençler görmedikleri için şaşırıyor. Bu sıfır makine; ucuna tarak taktın mı 1 numara olur, 2 numara olur, 3 numara olur. O seni tıraş ederken eğer körelmişse evi başıya yıhar. Saçi içinde kalır, çekerem cani yanar.
M. Sarmış: Çok iyi bilirim. Çocukken berbere gitmeyi o yüzden hiç sevmezdim. Babam beni Köprübaşı'ndaki kendi berberine götürürdü. Allah rahmet etsin adını unuttum, çok hoş, efendi bir adamdı. Tıraş sırasında sık sık saçım makineye takılır, canım yanardı. Babamın ilk oğluyum, arkadaşının yanında mahcup olmasın diye sesimi çıkarmazdım.
N. Yıldırım: Şimdi teknik çok ilerledi. Çok çeşitleri var. Şarj ediyorsun, kullanıyorsun. Körelince, bozulunca, at, yenisini al. Ayrıca taraklı makas vardı, makasın bir ucunda tarak olurdu. Hem tarıyor, hem kesiyor. Lavabo olmadığı için leğen kullanırdık. Ortası çukur, kenarı enli, bir ucu boyun için özel olarak oyulmuş olurdu. Sırf berberler için imal edilirdi. Sakal tıraşı yaptıktan sonra müşterinin yüzünü yıkarken boynuna dayatılır, berber sol eliyle tutarken sağ eliyle yüzünü yıkardı. Yukarıdan aşağıya ve üstünü ıslatmamak için yavaş yavaş… Bazen rahat olsun diye müşterinin tuttuğu da olurdu. İlk zamanlar tıraş sabunu bile yoktu, çamaşır sabunu kullanırdık. Suyla köpürtüp müşterinin yüzüne sürerdik; böylece deri yumuşar, sonra ustura ile tıraş ederdik. En sonunda o su ile müşterinin yüzünü yıkardık. Eğer parayı çok veriyorsanız, bir bardak temiz su getirilir, yüz onunla yıkanırdı. Eğer iki buçuk lira veriyorsanız yüzünüze bir de fırçayla sabun sürerdik. Tıraş sabunu sonradan çıktı. Kıl fırçayla iyice köpürttükten sonra yüze sürerdik.
M. Sarmış: Ben hiç berberde sakal tıraşı olmadım, ama hatırlıyorum; usturayı yüze her vurduklarında kestikleri kılları ve sabunu sol ellerinin içine sürerlerdi.
N. Yıldırım: Evet, iyi hatırlıyorsunuz. Hızlı olsun diye öyle yapardık. Hatta bakın avucumun içinde bir yara izi var. Bir gün tıraş ederken yanlışlıkla usturanın keskin tarafını sürdüm, elimi kestim. Kurban Bayramına 15 gün kalaydı. Hastaneye gittiğimde "Kavga mı ettiniz?" dediler. Dedim "ben berberim, önlüğümle gelmişim."
M. Sarmış: Küçük tıraş kapları da olurdu, evlerde de kullanırdık. Çoktandır kullanmıyorum, ama benimki evde duruyor daha, aliminyumdan.
N. Yıldırım: İçine su doldurulur, önce fırça batırılır, sonra da yüzden alınan tıraş köpüğü ve sakalın kılları oraya boşaltılırdı.
M. Sarmış: Eskiden ev tıraşı da şimdikinden çok farklıydı. Bir sandalyenin üstüne küçük bir ayna koyardık. Karşısında bağdaş kurup otururduk. Üstümüz başımız ıslanmasın diye genellikle atlet katında. Yine ıslanmasın diye dizlerimizin üstüne havlu sererdik. Sonra da kalkıp suyun başına geçer yüzümüzü yıkardık. Ne ezvehli idi her şey…
N. Yıldırım: Ezvehli, ama yine de daha güzeldi hocam. O zamanki insanlık kalmamış şimdi.
M. Sarmış: O ayrı tabii.
N. Yıldırım: O zaman dükkânlarımızda lavabo da yoktu, su da yoktu. Değil ki sıcak su olsun. Sonradan birer küçük tüp alanlar oldu, hatırlı müşteriler geldiği zaman şegirtler hemen altını yakarlardı. Ben kendimden bir örnek vereyim. Tek gözlü küçük bir tüp almıştım. Üzerinde su ısıtıyorum, içine güzel koksun diye viks türü bir şey de koyuyorum. Sırası gelince küçük bir havluyu batırıp iyice ıslattıktan sonra sıkıyorum, sonra da sıcak sıcak müşterinin yüzüne kompres uyguluyorum. Bana mahsus bu uygulama müşterinin çok hoşuna giderdi. Tabii herkese değil, yine çok para verene… Taman iki buçuk kâğıt veri biye… Çoh özeniyem. O zaman tükenim Asfalt Yol'da. Biliyorsunuz orası Devlet Hastanesine giden yolun üzerinde idi. Bir gün hastanenin baştabibi geldi. Adını unutmamışım; Ömer Olcay Bey… O zaman da Mehemet Eli Klay (Muhammed Ali) bi yımrıhda (yumruk) o herifi yere endirmişti. Neydi adamın adı, hetirlemiyem şindi. (Sonradan araştırdım. Muhammed Ali 30 Ekim 1974'te George Foreman'la yaptığı maçı 8. rauntta nakavtla kazanmış.) Neyse ben Ömer Beyin tıraşını yaptım, arkasından o havluyu sıcak sıcak yüzüne tuttum. Dedi "Necdet Bey, ne yapıyorsun?" Dedim "Doktor abi, maksat hoş olsun." Dedi "Sen adamı yüz felci mi etmek istiyorsun?" "Ne demek abi?" dedim. Dedi "Sana bir tavsiyede bulunayım. Sıcak suyla yumuşatırsın, soğuk suyla duşlarsın. Yoksa bu şekilde sen de Mehmet Ali'nin o adamı bir yumrukta yere indirmesi gibi yapmış olursun. Hava savıh, sen adamın yüzine sıcah suyı vurisan, pambıh kimin oli, soyra savıh havaya çıhınca yüz felci olır." Adam dohdor ya bili bı işleri. Ben de ögrenmiş oldım. Bi daha da ele yapmadım.
M. Sarmış: Eskiden saç yıkama var mıydı?
N. Yıldırım: Yoktu abi. 70'li yıllarda en lüks dükkân benimdi, artık düşün. Köşedeki dolabın içine gazyağı tenekesi koymuşum. İçine de bir hortum. Bir tane de lavabo almışım. Su yok, musluk da yok. Müşterinin yüzünü sürahiyle su getirip yıkıyoruz, su lavabonun hortumundan o tenekeye akıyor.