M. Sarmış: Sonra nasıl usta oldunuz?
N. Yıldırım: Öyle bir kereden olmadı. Çıraklıktan sonra kalfa, sonra usta… Bunun için de ustaların önünde imtihana girdim.
M. Sarmış: Kim yapıyor imtihanı?
N. Yıldırım: Berberler Derneği. O zaman derneğimizin yeri olmadığı için imtihanı başka yerde yapıyorlardı. Altay Palas Oteli'nin yanındaki Halk Bankasının altında bodrum vardı, orada. Orası Esnaf Kefalet Kooperatifi Toplantı Salonu idi. Berberlere haber veriyorlar, kalfa olmak isteyenler gelsin diye. Ben de gittim. Beş altı kişi kadardık? Dernek Başkanımız Terbiyeli Mehemet var, esas adı Mehmet Çelik. Adını mecburen söyleyeceğim, Serseri İsmail var. Muhtar Ahmet Yıldız var. Sonraki yıllarda dernek başkanı da olan Mehmet İnci var. Daha başka usta berberler de var. Yan yana oturmuşlar. Biz önlerinde sıramızı bekliyoruz. Bir çeşit imtihan. Sırası gelen, birinin saçını sakalını tıraş ediyor.
M. Sarmış: Kimi tıraş ediyorsunuz?
N. Yıldırım: Şimdi herkes tıraş edeceği kişiyi kendisi getiriyor. O zaman öyle değil. İzleyici olarak gelenlerden birini veya ustalardan birini tıraş ediyorsun. Biz de yaptık, kazandık. Kalfalık belgemizi verdiler.
M. Sarmış: Kalfa olduktan sonra ustalık imtihanı için kaç yıl beklemek gerekiyor?
N. Yıldırım: Belli bir yılı yok, kendine güvenince derneğe müracaat ediyorsun. Öyle dilekçe filan yok. Şifahi olarak söylüyorsun. Yine aynı yerde, onların belirlediği bir tarihte, diğer usta adayları ile beraber giriyorsun. Beni "Serseri İsmail"in dükkânında imtihan ettiler. Orası büyük diye. Kapaklı Pasajı'nın kuzeyinde, Cip (Jip, Jeep) Meydanı'na bakardı. O gün çok kalabalık değildi, Başkan Terbiyeli Mehemet, Yardımcısı ve bir iki kişi daha vardı. Yine bir saç sakal tıraşı. El makinesi ve makasla… Osmanlı Tıraşı… Kazandık, belgemizi verdiler. Böylece usta olduk. Ondan sonra da kendi dükkânımızı açtık.

M. Sarmış: Bu "Serseri İsmail"in adını çok duydum. Yaşıyor mu daha?

N. Yıldırım: Çoktan öldü.

M. Sarmış: Niye böyle bir lakap takmışlar adama?

N. Yıldırım: Şimdi bunun babası sıra gecesinde arkadaşlarıyla beraber oturuyorlar. Birbirleriyle kim daha cesur, kim kimden yiğit bunun üzerine konuşuyorlar, tartışıyorlar. Sonun da bahse tutuşuyorlar. Serseri İsmail'in babası ben yiğidim deyince, arkadaşları "Madem yiğitsin, o zaman gece vakti şu mağaraya git, oraya bir sikke çak, gel." diyorlar. 

M. Sarmış: Şu meşhur Kanlı Mağara efsanesi.

N. Yıldırım: Efsane değil, gerçek. O zaman adı Kanlı Mağara değil. Şehrin dışında, Kırk Mağara taraflarında çok büyük bir mağara. İnsanlar gündüz bile girmeye korkuyor. Adam iddia üzerine gece 12.00, 01.00 gibi sikkeyi alıp kalkıyor. Doğru o mağaraya, tam dibine gidiyor. Ortalık zifiri karanlık. Oturup sikkeyi yere çakmaya başlıyor. Fakat karanlıkta iyi görmediği için sikkeyi zubınının üstüne koyup çakıyor. O zaman Urfa erkekleri zubın giyerdi. Neyse adam işini bitirince ayağa kalkmak istiyor, ama kalkamıyor. Bak hocam, şimdi anlatırken bile vücudum diken diken oluyor, değil ki başına gelsin. "Aman!" diyor, "Duman!" diyor. Çekiyor, çırpınıyor, ama boşuna, eteğini kurtaramıyor. Tabii karanlık olduğu için meseleyi görmüyor, aklına bin türlü şey geliyor. Eskiden bize cin, peri, metekin hikâyeleri çok anlatırlardı. Adamın aklına kim bilir neler geldi? Dehşet içinde kalıyor. Çırpınıyor, sağa sola çarpıyor, mağaranın duvarını yumrukluyor, kafasını vuruyor. Ama nafile… O gece eve gitmediğini duyan arkadaşları ertesi gün mağaraya gidip bakıyorlar ki, adam kanlar içinde yatıyor. O günden sonra da o mağaranın adı "Kanlı Mağara" oluyor. Adama da bu cahil cesaretinden dolayı "serseri" diyorlar. Bu isim babasından dolayı oğluna miras kalıyor.  Ben böyle biliyorum. Yoksa kendisi serseri filan değildi. Yalnız çok asabi bir ustaydı. İşini çok iyi yapardı, ama çok sinirliydi. Bildiğin gibi değil.
M. Sarmış: Benim bu şekilde yazmam doğru olur mu bilmiyorum.

N. Yıldırım: Adamın lakabı öyleydi. Hatta bir meselesi de vardır, anlatayım. Dükkânı Cip Meydanı'nda demiştim ya, orada bekleyen cip şoförlerinden Fadıl Usta gelip kendisine "tohanıyor" (takılıyor). Benim amcam oğlu Mahmut da orada cip şoförü. Ona da "Heste Mehmut" (Hasta Mahmut) derlerdi. O da zamanında berberdi, Serseri İsmail'in yanında çalışırdı. Fadıl'a "Ustama tohanma" demiş. Fadıl Usta da "Ben bir şey mi söyledim? Serseri İsmail dedim." diyor. Diyene kadar Serseri İsmail usturayı kaptığı gibi adamın suratına vuruyor. Adliye hemen dükkânın karşısındaydı, bitişiğinde de hapishane vardı. Yeniliye yıkılan Kızılay binasının yerinde. Şimdi park olmuş. Adam yaralanınca jandarma gelip İsmail Ustayı tutuyor. Mahkemeye çıkınca hâkim soruyor: "İsmail Usta, nedir bu iş?" O da diyor ki "Bana böyle böyle dedi. Ben de tutup kendisini vurdum." Birkaç gün içeri atıyorlar. Şikâyetçi olmadığı için serbest bırakıyorlar. Zaten hâkimler, kalburüstü daire amirleri onun yanında tıraş oluyordu.

M. Sarmış: Hazır eski berberler konusu açılmışken başka bir ismi daha sorayım. Benim ninemin, yani anneannemin babası da berbermiş. Dükkânı Vezir Hamamı'nın az berisinde imiş. İsmail Karagöz… Gerçi 1952 yılında ölmüş, siz daha çok küçüksünüz.

N. Yıldırım: Adını duymuşum, ama hatırlamıyorum.
M. Sarmış: Peki, biz kaldığımız yere dönelim. Usta oldunuz, kendi dükkânınızı açtınız. 
N. Yıldırım: Daha sonra dernek Altay Palas'ın altındaki salonda bir toplantı yaptı. Urfa'daki bütün berber ustaları katıldı. Herkes kürsülerde oturuyor. Hani o kahvelerde olan v biçimli kürsüler vardı ya, onlardan. Yaşlı ustalar önde, gençler arkada. Ben de en arkada oturuyorum. Başkan Terbiyeli Mehemet toplantının başında bir konuşma yaptı. "Arkadaşlar!" dedi. "Aramızda çok genç bir meslektaşımız da var, o da usta olarak katıldı. Kendisini tebrik ederim." Beni kast ediyor.  Ben çok mahcup oldum, utandım, eğildim. "Ayıp oldu. Şimdi ben onların yüzüne nasıl bakarım." dedim.
M. Sarmış: Yine biraz eskiye gidelim. Az önce şehirdeki berberleri saydınız. Köyde tıraş işi nasıl oluyor o zaman?
N. Yıldırım: Eski mahallemizde bir berber vardı. Topçu Meydanı'nın oralarda bir yerde otururdu. Boyu biraz kısa olduğu için "Kutte Mehemet" derlerdi. Berber Ahmet Yıldız'ın babası. Elinde çantayla köylere giderdi. Bazen atla gidiyor, bazen af edersiniz eşekle gidiyor, bazen çerçi arabasına binip gidiyor. Çantasında makine, makas, tarak gibi birkaç parça eşya. Tıraş karşılığı kiminden buğday, kiminden mercimek alırdı, artık ne varsa.
M. Sarmış: Para yok yani.
N. Yıldırım: O zaman köylerde para ne arasın? 
M. Sarmış: Şehirde dükkânı yok muydu?
N. Yıldırım: Yoktu. Köylere giderdi. Bazen de mezarlığın orada beklerdi. Oraya köylüler gelir ya! Hemen oracıkta çıkarıp "iki hebbe" tıraş ediyor. Artık kim ne verirse…

M. Sarmış: Mahallelere de geldiklerini hatırlıyorum. Kamberiye'ye de gelirlerdi. Dediğiniz gibi ellerinde bir çanta. Kadınlar hemen dış kapının önünde çocuklarını önlerine oturturdu. 

N. Yıldırım: Mecburen öyle. Çünkü dükkân açmak kolay değil. Herkes çocuğunu berbere de göndermiyor. O şekilde daha ucuz.
M. Sarmış: Sizinle yapılan bir röportajda "Ben ustalarımdan çok şey öğrendim." demişsiniz. Mesleğin haricinde yani. Neler öğrendiniz?

N. Yıldırım: Tabii. "Aile terbiyesi" derler ya, ben de ustalarımdan meslek terbiyesi öğrendim. Sanatkâr olacaksın, zanaatkâr olacaksın, esnaf olacaksın, ehil esnaf olacaksın… Ben bunları ustalarımdan öğrendim. Terbiyeyi, konuşmayı, büyüğe, küçüğe karşı saygıyı, müşteriye karşı muameleyi hep ustalarımdan öğrendim. Onlar bunu özellikle söylediler mi? Hayır. Bizzat uygulamalarından öğrendim. Gözlerine baktığım zaman anlıyordum; bunu götür, şunu getir, ötekini kaldır; bu böyle olur, şu şöyle olur; bu güzeldir, doğrudur, uygundur, bu değildir. Bir örnek vereyim. Urfa'da, isimleri lazım değil, birbirine düşman iki aile vardı. İkisi de müşterimiz. Bir gün biri gelmiş tıraş oluyor. Bir baktım diğeri de karşıdan geliyor. Birbirleriyle karşılaşmamaları lazım. Ustama durumu kaş göz arasında anlatıp hemen dışarı çıktım. O sonradan gelene "Abi dükkânda müşteri var, gel sen burada ayakkabını boya, ustamın işi bitince ben seni çağırırım." O sırada daha 13-14 yaşlarındayım. Diyeceğim her şeyi böyle ustalarımızın yanında öğrendik. Şimdikilerde böyle şeyler pek yok.

M. Sarmış: Maalesef toplumun her kesiminde bir takım değerleri kaybettik. Az önce "Sanatkâr, zanaatkâr, esnaf, ehil esnaf olacaksın" dediniz. Bunlara ne diyorsunuz? İlkeleriniz mi?
N. Yıldırım: Biz bunlara ahilik diyoruz.

M. Sarmış: Branşım tarih olduğu için az çok bilirim. Ahilik kardeşlik demek. Geçmişi ta Selçuklulara, hatta daha öncesine kadar gidiyor. Her esnaf kendi arasında loncalar şeklinde örgütlenmiş. Her birinin bir başkanı var, kendi içinde kuralları, kaideleri var. Çırak, kalfa, usta olmanın belli kuralları var. Herkes kendi kafasına göre dükkân açamaz. Açanlar gelişi güzel iş yapamaz. Teşkilat, mensuplarını kontrol eder, denetler, kurallarına uymayanlara yaptırım uygular, işi kırık olanı destekler. Daha birçok husus var… Sizin zamanınızda böyle ahilik kuralları uygulanıyor muydu? 

N. Yıldırım: Hepsi olmasa da bir kısmı vardı. Az önce söyledim işte, kalfa ve usta olmak için imtihana girerdik. Her yıl eylül ayı ortasında "Ahilik Haftası" kutlanıyor. Yılını hatırlamıyorum, bir keresinde Gümrük Hanında düzenlenen bir programda bana da plaket verdiler.  Ahmet Akbıyık'ın Esnaf ve Sanatkârlar Odalar Birliği başkanı olduğu sırada. Bana plaketi veren de devrin milletvekillerinden Yahya Akman'dı.  

M. Sarmış: Urfa'da çeşitli esnaf grupları arasında Ahilik geleneği yaşatılmaya çalışılıyor. O kapsamda olması lazım.

N. Yıldırım: Aynen öyle. Tıpkı 11 Nisan Bayramında Urfa'nın düşman işgalinden kurtuluşunun canlandırılması gibi. O da maalesef kaldırıldı; ona da çok üzülüyorum. Niye kaldırılsın ki, niye? Çok güzeldi. Urfa'nın ilçelerinden, çevre illerden gaziler gelirdi. Tam bir bayram havası olurdu. Törenler düzenlenirdi. Öğrenciler, askerler katılırdı. Her esnaf bir kamyonet süsler, içinde hünerlerini sergilerdi, resmigeçide katılırdı. Berberler de bir kamyonette tıraş ederdi. Yazık oldu. Urfa böyle çok özelliğini kaybetti?