Önce Eyyüp peygamber Camii haziresindeki mezarlar, sonra Harrankapı Mezarlığındaki mezarlar derken daha eski bir mezara ve o mezarda yatanın tekkesine gitmek üzere arabaya binip yola koyulduk. Hedefimiz Urfa'nın en önemli ziyaret yerlerinden biri olan 'Şeyh Mes'ud' ya da Urfalıların deyimiyle 'Şıh Maksut'.

Buralarda toprak yok, dere tepe, baştanbaşa kayalık. Urfa'nın başka birçok yeri gibi, daha doğrusu her yeri gibi buranın da geçmişi binlerce yıl öncesine çıkıyor. Neolitik dönemden itibaren yerleşim yeri olarak kullanılmış. Buralar belki tarım için uygun değil, ama savunmaya daha elverişli ve daha güvenli olduğundan tercih edilmiş. Her taraf doğal ve insan yapısı mağaralarla dolu. Bazı mağaralar, içine tırların girebileceği kadar geniş ve derin. Bazısının bir girişi tepenin bu tarafında, diğeri öbür tarafında. Bazıları taş ocağıdır; inşaat duvarlarında kullanılan 'musafat' denen taşların çıkarılması sonucu oluşmuştur. Üst taraflarındaki çatlaklardan yağmur suları sızıp damladığı için bunlara 'damlaca' denir. Serin ve rutubetli olduğundan 'dağ yatıları için' erkekler tarafından özellikle tercih edilmiştir. (A. Saraç, 'Urfaca Urfalıca', s.597)

Aralarda yine doğal ve insan yapısı sarnıçlar var, hem de çok. Urfa'da 'serinç' denir. Yağmurlu mevsimlerde biriktirilen sular, uzun, sıcak, yağmursuz mevsimlerde kullanılmış. Kayalardan süzülen suların sarnıçlara akması için kayaların arasına inceli kalınlı suyolları açılmış.

Yaşayan ölür, ölünce de gömülecek yer lazım. Toprak olmayınca kayalar oyulup mezar yapılmış. Var olan mağaralar da bu amaçla kullanılmış. İnsanların, yaşamaya daha uygun su kaynaklarına ve toprağa yakın alanlara göçmesinden sonra da buralar mezarlık olarak kullanılmaya devam etmiş. Urfa'nın 'Edessa' olduğu Roma'nın hem pagan hem Hıristiyanlık dönemlerinde buralar nekropol (mezarlık)imiş.

Urfa'nın dört bölgesinde kaya mezarları bulunmaktadır. Kuzey nekropolü (Şehitlik-Çamlık), kuzeybatı nekropolü (Kızılkoyun), güney nekropolü (Eyyübiye), Batı nekropolü (Kale eteği, Yakubiye, Mance). Kızılkoyun nekropolünü daha önce Büyük Yol yürüyüşüm sırasında gezip yazmıştım. Bugün de Eyyübiye ve Kale eteği taraflarındayım. Burası çok büyük bir alanı kapsıyor. Tamamen dağlık ve kayalık. M. Ö. 1. Yüzyıldan Ortaçağ'a kadar kullanılmış. Kaya mezarı diyoruz ama aslında dört tür mezar tespit edilmiş. Kaya mezarları (mağara mezarlar),lahit mezarlar, anıt mezarlar ve yığma mezarlar.

İnsanların sosyal ve ekonomik statüsü, sadece yaşarken değil, mezarlarında bile kendini gösteriyor. Bugün de öyle değil mi? Bu gerçek beni hep rahatsız eder, ama ölüler için bunun bir anlamı yok. Ölüm zengin fakir, hükümdar tebaa farkını ortadan kaldırıyor. Allah'ın yanında da bu dünyevi farklılıkların hiçbir önemi yok. Hatta belki zengin ve yönetici olanların hesabı daha zor. Bu da en büyük tesellim.

Buralarda sadece mezar yok, yerleşim yeri olarak kullanılan mağaralar, tapınaklar, kiliseler, sarnıçlar, kuyular, karlıklar, eski taş ocakları ve bunlara ulaşımı sağlayan yollar gibi hayatın başka ihtiyaçlarını karşılayan unsurlar da var.

Bundan 30-40 yıl öncesine kadar Urfalılar buraları değişik amaçlarla değerlendirmiştir. Mesela mesire alanı olarak kullanmışlardır ki Urfa'da bunun adı 'dağa getmah/gitmek'tir. Fakat bu deyim zamanla her türlü piknik için kullanılmaya başlanmıştır. Az sonra söz edeceğim 'Şıh Mahsut/Şeyh Mes'ud' Eski Urfa'nın en önemli 'dağ' yerlerinden biridir.

Yine buralardaki mağaraların bir kısmı Urfalı erkeklerin eğlence mekanlarına dönüşmüştür. 'Yatıya kalmak' geleneği bunun bir sonucudur. Adı üstünde yatmak için gelirlermiş. Sadece yatmak değil, yemek, içmek, eğlenmek, çalgı çalmak şarkı türkü söylemek için de… Tabii bunun için halı kilim, yatak yorgan, kap kacak, kılık kıyafet de getirilir, mağaralar kullanım amacına uygun olarak döşenirmiş. Bir gün, bir hafta sonu için gelenler olabildiği gibi günlerce, haftalarca, hatta aylarca kalanlar da olurmuş. İşi olan, sabah gidip akşam döner veya hafta içi gider, hafta sonu dönermiş. Yemek ve temizlik işlerini bazen sırayla kendileri yapar, bazen yemek işini, içlerinden iyi bilen biri üstlenir, temizlik için ücretli adam tutarlarmış. Müziği de bazen kendileri icra eder, bazen Urfa'nın ünlü müzisyenlerini davet ederlermiş. Tabii o günün şartlarında ulaşım ve yük taşımak için de genellikle eşek, katır ve atları kullanırlarmış. Mağaralar arasında da komşuluk ilişkileri olur, birbirlerine ikramda bulunur, bazen de birbirlerini davet eder birlikte eğlenirlermiş. Sıra gecelerinin olduğu gibi yatıların da kendine mahsus adabı ve kuralları varmış; bunlara uymamakta ısrar edenler gruptan uzaklaştırılırmış.

Kadınlar da dağa gidermiş. Onlar çoluk çocuk hep beraber, mümkünse komşu ya da akrabaları ile anlaşıp giderlermiş. Özellikle de çarşamba ve cumartesi günleri öğlene doğru veya öğleden sonralarını tercih ederlermiş. Daha çok çiğköfte yapar, bazen de evde yaptıkları yemekleri götürürlermiş.

Bu bölgedeki en meşhur piknik ve yatı yerlerinden biri Ehber… Ehber, tek bir yer değil, içinde 'yatı'ya elverişli mağaraların ve piknik yapmaya uygun düzlüklerin bulunduğu bir bölgenin adı. Bu adın, 'Abgar'dan dönüştüğü, Osroene Kralı Abgar'ın kaya mezarının burada olması dolayısıyla bu şekilde adlandırıldığı ileri sürülüyor.

Ehber'deki en meşhur piknik ve yatı yerlerinden biri Urfa Kalesinin güneyinde bulunan 'Meliğin Eyvanı'dır. Erkeklerin pazar günleri piknik yaptıkları bir sekisi, baharda yatıya kaldıkları bir mağarası varmış. Bu mağarada Roma dönemine ait bir kaya mezarı, mezarın kuzey cephesinde bir kemer, kemerin üzerinde 'çatallı rumilerin' üremesinden oluşan bir bordür varmış. İslami dönemde genişletilerek güney duvarına bir mihrap yapılıp mescide dönüştürülmüş. (C. Kürkçüoğlu, 'Urfa, Fotoğraflarla Evvel Zaman içinde', s.583)

Burada böyle dini amaçlı kullanılan mağaralardan biri de Dede Osman Avnî'nin mağarasıdır. Yakınında bir de sarnıç olduğu için 'Dede'nin Serinci' diye meşhur olmuş. Esas tekkesi Mevlid-i Halil Camiinde olan Dede'nin müritleri, kıble tarafına sade bir mihrap oyup mağarayı mescide çevirmişler. Dede, özellikle yazın, müritleri ile ders, zikir ve sohbet amacıyla bu mağarada bir araya gelirmiş. Burası Urfa halkı tarafından da mesire yeri olarak değerlendirilirmiştir.

Karlığa gelince… Urfa yazın çok sıcak ve uzun geçtiği bir yer. Bu yüzden insanlar fırsat buldukça serin yerlere kaçmışlar veya bulundukları yerleri serin tutmanın yollarını aramışlar. Az olduğu için suyu çok iyi değerlendirmeye çalışmışlar. Bu arayışın ortaya çıkardığı sonuçlardan biri de karlıklardır. İklimi gereği Urfa'ya çok az kar yağar. Bazı yıllar hiç yağmaz. Çok yağdığı zamanlar da olur. Urfalılar yağdığı zaman karı değerlendirmeye çalışmışlar. Dışarıya göre oldukça serin olan buradaki bazı mağaraları ve sarnıçları bu amaçla kullanmışlar. Topladıkları karları, bir kat saman, bir kat kar şeklinde istifleyip sıkıştırmışlar. Buz fabrikalarının ve buzhanelerin olmadığı dönemlerin yaz mevsimlerinde bu kar yığınlarını kesip kesip çarşıda satmışlar. Satın alanlar bununla içtikleri suyu soğuturlarmış. Bu karlıklar içinde en meşhuru 'Zahter'in Karlığı' olup o kadar meşhurmuş ki, deyimleşerek Urfa'da serin bir yeri anlatırken benzetme unsuru olarak kullanılırmış. Ayrıca Dip Ķarlık, Soğuk Mağara Ķarlığı, Sinek Yaylası Ķarlığı, Develik Ķarlığı, Kel Bedo'nun Ķarlığı gibi karlıklar varmış.

Benim çocukluğumda da aynı amaçla buz satılırdı. Yine de 'Vay be!' demek geldi içimden. Bir bardak soğuk su içmek için ne büyük külfetlere katlanıyorlarmış. O da ancak parası olanlara mahsus. Fakirler onu da bulamıyormuş elbet. Ya biz? Ne büyük nimetler içinde yaşıyoruz şimdi. Klimalar, buzdolapları, derin dondurucular, su pınarları… Peki şükrünü eda edebiliyor muyuz?

İçinde barındırdığı bütün bu kültürel varlıklar dolayısıyla Kültür Bakanlığı Anıtlar Yüksek Kurulu 1979 yılında bu bölgeyi sit alanı olarak tescil etmiş ve buralarda her türlü inşaatı yasaklamış. Ancak buna rağmen içindeki binlerce kaya mezarı ve bu mezarlarda bulunan mozaikler, freskler, heykeller, kabartmalarla beraber bölge, son 30-40 yıl içinde büyük bir hızla ilerleyen gecekonduların altında kalmış. Tıpkı Kızılkoyun Nekropolü gibi, burada da halk 'selep' dediği kaya mezarları ile iç içe yaşamaya başlamış. İçinde ölülerin ruhlarının ve cinlerin yaşadığına inandığı mezarlıklardan gündüz bile geçmeye korkan insanların, gece gündüz bu mezarların içinde yaşaması gerçekten ilginç. İnanmıyorlar mı, yoksa yoksulluktan dolayı mecbur kalıp zamanla alışıyorlar mı? Halk arasında hala çok yaygın olan perili, cinli, büyülü, tılsımlı, 'metekin'li (gulyabani)inançların temelinde biraz da bu mu var? Araştırılması gereken bir konu.

Mağaraların, karlıkların, antik taş ocaklarının bir kısmı tamamen kaybolmuş. Varlığını sürdürenler de bugün ahır olarak kullanılıyor.

'Dünyanın bu en zengin mozaikli nekropol alanında ve Edessa'nın diğer nekropollerinde yer alan ve birkaç müzeyi doldurabilecek kapasitedeki mezar mozaikleri, 40 yıldan beri eski eser kaçakçılarının ilgisini çekmiş ve sürekli kaçırılmıştır. Son olarak 1973 yılında, bu mezarlardan sökülmüş 7 sandık döşeme mozaiği İstanbul Kapalı Çarşı'da yakalanarak İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne teslim edilmiştir.' (C. Kürkçüoğlu, 'Urfa, Fotoğraflarla Evvel Zaman içinde', s.583)

Önemine binaen, konusu 'Orfeus' olan iki mozaiğin macerasından özellikle söz etmek istiyorum. Orfeus, Grek mitolojisinin kahramanlarından biri. Liri ve şarkılarıyla vahşi doğayı ve hayvanları huzura kavuşturan bir ozan (şair ve müzisyen). Aynı zamanda ezoterizmde Antik Yunan'a bilgeliği getirmiş olan en büyük inisiyelerden biri.

MS. 194 yılına ait olan Orfeus mozaiklerinden biri Yakubiye Mahallesinde bir evin taban döşemesi olarak bulunmuş, 1998 yılında sökülüp yurt dışına kaçırılmış, 1999 yılında Amerika'nın Dallas Müzesinde sergilenmeye başlanmış. Daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığının girişimleri sonucu anlaşma sağlanıp 2012 yılında Türkiye'ye getirilmiş, önce İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmiş, 2015 yılında ise ait olduğu Urfa'ya getirilip Haleplibahçe Mozaik Müzesinde sergilenmeye başlanmış.

Orfeus'a ait diğer mozaik ise 1956 yılında J. B. Segal tarafından Eyyübiye Mahallesinde bir kaya mezarının taban döşemesi olarak tespit edilmiş. Ancak kaybolmuş, çok büyük ihtimalle kaçırılmış ve henüz bulunamamıştır. (Prof. Dr. Mehmet Önal, 'Urfa-Edessa Mozaikleri', Zonguldak, 2017, s.31-32)

Türkiye'deki dokuz adet Orfeus mozaiğinden iki tanesinin Urfa'da bulunması, Urfalıların müziğe olan tutkunluklarının önemli bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.

Urfa bu, deştikçe neler çıkıyor neler?

Şimdi kaldığımız yerden yürüyüşümüze devam edelim.

Arabamıza binip batıya doğru yola çıktık. Buraları çok değil hiç tanımıyorum. Gecekonduların arasından, zaman zaman asfalt zaman zaman bozuk ve aşırı engebeli toprak yollardan geçtik. Sonra evler geride kaldı, dağlık, kayalık bir yere vardık. Her taraf dağ, taş, kaya, bayır, uçurum… Arada tek tük evler de var. Şehrin bu kadar dışında bir inan ailesi ile nasıl yaşar? Kadınlar, çocuklar korkmaz mı? Herhangi acil bir durumda ne yaparlar, ihtiyaç duydukları yerlere nasıl ulaşırlar? Anlamak mümkün değil.

Yine sağda solda az önce söz ettiğim o kocaman mağaralar… Sanki insanların mağaralarda yaşadığı devirlere gitmiş gibiyiz. Etrafta çağdaş dünyayı hatırlatan hemen hemen hiçbir şey yok. Yollar çok kötü. İsmail'i zorlamak istemiyorum ama o çok istekli ve ısrarcı. En azıdan birini görelim diyor. Aslında ben de istiyorum; böyle bir fırsatı kolay kolay bulamam. Bulunduğumuz yolun sağındaki ilk mağaraya yaklaştık. Sonradan öğrendiğimize göre adı 'Helle'nin Mağarası' imiş. Bir takım genç insanlar dolaşıp duruyor. Birkaç yerde toplu olarak büyükbaş hayvanlar görünüyor. İsmail köpek de olabilir, dikkatli olun hocam diye beni uyardı. Rastladığımız ilk kişiye de sordu, tehlike yokmuş. Aşağı indik. Selam verdik. İsmail birine niçin geldiğimizi söyleyip mağaranın içini görebilir miyiz diye sordu. Tabii dediler. İçeriye doğru ilerledik.

Kapıdan girince çok yoğun bir gübre kokusu nefesimizi kesti. Gerisi tam da tahmin ettiğimiz gibi. Geniş ve derin, elektrik ampulleri yanıyor ama çok yetersiz. İlerledikçe karanlık daha da koyulaşıyor. Bazı bölmelerde büyük, bazılarında küçükbaş hayvan sürüleri var. Hayvanların böyle aylarca karanlık bölmelerde kapalı ve hareketsiz tutulması bana hep ters gelir. Onların ayrı bir can olduğu unutulup daha çok et bağlasın, böylece insanları daha çok memnun etsin diye tabi tutulduğu bu şartları hiç doğru bulmam. Kime, ne söyleyeceksin? Bazen böyle konulardan söz etmeye kalkmak insanları şaşırtıyor. Böyle bir yaklaşımı fazla 'nahif' bulup tepki gösteriyorlar, hatta dalga geçmeye kalkıyorlar. İçim yine acıma hisleriyle doldu. Fakat tam da böyle bir yerde iken bu konulara girmeyi göze alamadım, İsmail'e bile söz etmedim. Etrafa kısaca göz attıktan sonra dışarı çıktık.

Kapıda mağaranın esas sahibi olduğu anlaşılan arkadaş yanımıza kadar geldi. Adı Hüseyin Ceylan'mış. 30-35 yaşlarında. Öyle bir iş için çok genç göründü bana. Fakat öte taraftan o yaşta böyle büyük ve karmaşık bir işe girişmiş olmasını takdir ettim. Oturalım, çay içelim dedi ama vaktimiz yoktu. Ayaküstü biraz konuştuk. Bir mağarayı daha önce almış, bitişiğindeki de arkadaşınınmış, satınca yabancıya gitmesin diye onu da almış. Yakın zamanda içine kepçe koyup daha da genişletmiş. İşler nasıl diye sordum. Dediğine göre ülkedeki ekonomik kriz onları da olumsuz etkilemiş. Yem fiyatları çok yüksekmiş. Et fiyatları artınca millet daha az et yemeye başlamış. Yine de 'Şükür, idare ediyoruz.' dedi. İnsanımızın bu şükür anlayışı hoşuma gidiyor. Hüseyin'in yapacak işleri, bizim yürüyecek yollarımız vardı. Daha fazla oyalanmadan teşekkür edip hayırlı işler dileyerek ayrıldık.

Sonra dönüşe geçtik. Yine dağ dere, yine bozuk yollar, inişler çıkışlar… Ve yine gecekondular… Burada yaşayan, yaşamak zorunda kalan insanlar… Kadınlar… Su gelmiş midir buralara kadar? Yoksa eskiden olduğu gibi uzaklardan taşımak zorundalar mı? Çamaşır, bulaşık makineleri var mıdır? Bu dağ başlarında buz gibi suyla çamaşır ve bulaşık yıkamak, onları kurutmak nasıl da zordur şimdi. Ya çocuklar… Karınları yeterince doyar mı? Geceleyin yataklarında yeterince ısınırlar mı? Bu, her tarafı kayalık, oyun oynayacak düz yerleri çok az sokaklarda gönüllerince oyun oynarlar mı? Her biri kale gibi bir tepenin üzerine kondurulmuş okullara nasıl gidip gelirler? O kalabalık odalarda nasıl ders çalışır, nasıl ödev yaparlar? Bu şartlarda kaçı başarılı olur da gelecekte daha iyi şartlarda yaşama şansı yakalar? Başka şeylerini bilmem ama mutlaka televizyonları vardır; orada, başka çocukların yaşadığı lüks ve rahat hayatları gördükleri zaman ne düşünürler? Ya eşlerine ve çocuklarına daha iyi bir hayat sunamayan babalar… Onlar bunun mahcubiyetini mi yaşarlar? Yoksa kendilerine daha iyi imkanları sunamayanlara hınç mı beslerler? Ya artık bir işe yaramadıklarını düşünen yaşlılar… Hele bir de hastalarsa… Bu soğuklarda daha çok üşür onlar. Zaten zor şartlarda yaşayan evlatlarına bir de ben yük oluyorum diye mi düşünürler? Her gün ölümü düşünerek mi yaşarlar? Yoksa ölümü isterler mi? Bu gibi yerlere her geldiğimde, bu evleri, bu insanları her gördüğümde aklıma hep böyle şeyler gelir. Hele de mevsim kışsa… İçim acıyla dolar, kendi yaşadığım şartlardan ayıpmış gibi utanırım.

Bir ara bir sokağın köşesindeki kadınlar ilişti gözüme. Ekmek yapıyorlardı. Çoktandır görmediğim bir manzara. Ekmek ocağı, ekmek tahtası, hamur leğeni ve yakacak… O hüzün duyguları içinde bile sıcak bir bazlamanın o çok sevdiğim kokusunu ve tadını düşündüm. Çoktandır elime geçmiyor, çok özlemişim.

Sonra ilerleyip Urfa Kalesinin güney ve batı taraflarına ulaştık. Buralar Yakubiye Mahallesinin sınırları içinde ama olsun. Arabadan inip etrafta bir tur attık. Yeşillikler içinden geçen çok güzel gezinti yollarında yürüdük. Aradaki kayalık alanların arasında ağzı demir ızgaralarla kapatılmış çok sayıda kaya mezarları… Bazılarına yaklaşıp içeriye baktık. Küçük oyuklar. Buralara bir zamanlar insanlar defnedilmiş. Şimdi onlardan hiçbir iz yok. O an aklıma geldi; bu tarihi mekanların bu şekilde sergilenmesi normal mi? Ağzı açık olsa uyuşturucu bağımlıların sığındığı, ateş yaktıkları yerlere dönüşüyor. Böyle kilitlerin arkasında durunca, insanlar içinİ görmeyip önünden geçince amaca ne kadar hizmet ediyor? Bu arada, amaç, hangi amaç? İsmail, 'Bana verseler atölyemi buraya taşıyabilirim.' dedi. 'Vermezler, sit alanı buralar, antik yerler.' dedim. Acaba başka ülkelerde de böyle midir?

Hava çok güzel. Artık mevsim kış, başka yerlerde yağmur var, kar var, ama Urfa'ya haftalardır doğru dürüst yağmur düşmedi. Geceleri biraz serin oluyor ama gündüzleri hiç üşümüyoruz. Geçtiğimiz cuma namazı sonrası il genelinde yine yağmur duası edildi. Sosyal medyada her zamanki gibi günahlarımız yüzünden yağmur yağmadığına dair paylaşımlar yapılıyor. Bazıları da 'Günah, sadece Urfa'da mı işleniyor? Yağmur yağan yerlerin insanları çok mu iyi? Ya gayrimüslimlerin diyarlarını nasıl izah edeceğiz?' gibi sorular soruyorlar.

Bulunduğumuz yer Urfa'nın manzarası en güzel yerlerinden… Uzaklarda şehrin apartmanlarla dolu, görece gelişmiş yerleri. Gelişmişlik nerdeyse apartmanlaşmayla özdeşleşmiş durumda. Gecekondular da geri kalmışlığın sembolü. Yakın çevre gecekondularla dolu. Bir taraf Eyyübiye, bir taraf Yakubiye… Hava açık ve aydınlık. Uzaklar biraz sisli görünüyor. Bulutların görüntüsü güzel. Lakin bu evlerin içinde yaşanan hayatlar ne kadar güzel, insanlar halinden ne kadar memnun, bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var; her ev ayrı bir alem, her insan ayrı bir dünya ve her birinin birçok derdi var. Zengin fakir fark etmiyor. Zenginler parayla yama vuruyorlar üzerine. Fakirlerse başka dertleri düşünemeyecek kadar yaşama mücadelesine dalmış durumdalar.

Bulunduğumuz yerden Eyyübiye tarafına yönelince aşağı doğru inen sırtların ortasında bir şey dikkatimizi çekiyor. Aradaki ince uzun düzlükte kocaman kocaman adamlar 'gülle' oynuyorlar. Bizim çocukluğumuzda oynanan gülle oyununun, şehrin değişik yerlerinde büyüklerce oynanmaya devam ettiğini zaman zaman duyardım, şimdi denk geldim. İsmail ile yanlarına gitmeye karar verdik. Yan yana iki ayrı grup var. Aralarında İsmail'in tanıdıkları da vardı. Bazılarının yaşı benimkinden büyük olan dokuz on kişi bir dalmışlar ki oyuna. Bir o kadar da seyircileri var. Hayret ettim. Hiç böylesini görmemiştim. Resmen gülle oynuyorlar. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi. Peste yerine 1'er lira dikilmiş. Ellerde özel olarak yaptırılmış gülle tahtaları. Gülleler de el yapımı. Sırası gelen pestelere veya birbirine vurmaya çalışıyor. 'Tik' bile atıyorlar. Bir süre zevkle izledim. Birisi biraz utanarak 'Vakit öldürüyoruz.' dedi. Oldum olası sevmem bu 'vakit öldürme' lafını. Vaktimiz o kadar az ki, ve az olduğu için o kadar kıymetli ki! Adamlar fotoğraf çekme teklifimize sıcak bakmadılar. Çekmedik biz de. Ancak ayrıldıktan sonra çok uzaktan çektim. Günün ilginç anlarından biriydi.

Daha sonra Kale'nin güney tarafından hendek boyunca ilerledik. Güvenlik için çekilen tellerin arasında yırtık bir yere denk gelince durup arabadan indik. Aylar önce de yine ikimiz gelip burada yürümüş, hatta aşağıya hendeğe inmiştik. Göl Mahallesinin kaleden söz ettiğim bölümünde hendekle ilgili düşüncelerimi belirtmiştim. Buranın temizlenip gerekli düzenlemelerin yapılması durumunda çok güzel bir turistik yürüyüş alanı olabilir. Yapılan arkeolojik kazılar dolayısıyla Kale uzunca bir süredir ziyarete kapalı. Uygun bir zamanda kazı başkanı Prof. Dr. Gülriz Kozbe ile bir röportaj yapmayı düşünüyorum.