M. Sarmış: Babanızın vefatından sonra bu tarikat halkası devam ediyor herhalde.

A. Aydın: Ediyor, ediyor. Malum olduğu üzere tarikatta hizmet silsile olarak devam eder. Dedemden babama, ondan da bize intikal etti. Şu anda biz Perşembe akşamları, yani cuma geceleri bu mekânda ecdadımızın Kadirî zikrini devam ettiriyoruz. 
Önce akşam yemeği yeniliyor. Sonra akşam namazı. Yatsı namazına kadar genel olarak ben dini sohbet ediyorum. İşte tasavvuftan, ahlaktan, edep ve irfandan, imanî hakikatlerden, Kur'an'dan… 25-30 dakika, bazen 40 dakika, duruma göre. Yatsıdan sonra da zikir. 100-150 kişilik bir cemaat oluşuyor. Elimizden geldiği kadar toplumun daha ahlaklı, daha terbiyeli, Kur'an'a uygun bir İslamiyet'i yaşamaları noktasında gayretlerini arttırmaya çalışıyoruz. Tabii hidayet Allah'tan.

M. Sarmış: Bunların haricinde eğitim çalışmalarınız da var mı?

A. Aydın: Olacak inşallah! O konudaki gayretimiz devam ediyor. Çalışmalarımız sadece sohbet tarzında kalmayacak; inşallah eğitime de el atacağız. Kur'an kursu, hafızlık çalışmalarımız zaten vardı; ama bundan sonra İslami ilimler alanında da talebe yetiştirmeyi düşünüyoruz. O konuda da projelerimiz var.

M. Sarmış: Şimdi artık Tillo'ya ve varsa daha öncesine, işin başlarına gidebiliriz. Nereden başlayalım.

A. Aydın: Biz aslen Arabız. Abbasî'yiz. Soyumuz 39. göbekte Peygamber Efendimiz'in (SAS) amcası Hz. Abbas'a dayanıyor. Hz. Abbas, Peygamberimizden (SAS) üç yaş büyük. Hem amcası hem de müşaviri, danışmanı. Peygamberimizi çok seviyor. O da onu çok seviyor. Müslüman değilken bile araları çok iyi. Her akşam yan yana gelmeyi istiyorlar. Hz. Abbas'ın ne zaman Müslüman olduğuna dair farklı rivayetler var. Bir rivayete göre daha İslam'ın ilk zamanlarında Müslüman oldu ama Müslümanları koruyabilmek için gizledi. Hicret de etmedi. Başka bir rivayete göre Bedir Savaşından sonra Müslüman oldu. Daha yaygın başka bir rivayete göre de Mekke'nin fethi sırasında Müslüman oluyor.

2007 yılında Siirt Belediyesi ve Şarkiyat Araştırmaları Derneği tarafından düzenlenen  "İbrahim Hakkı ve Siirt Uleması Sempozyumu"nda yaptığım konuşma ve sunumda da bu konulara temas etmiştim. Ecdadımız daha sonra Anadolu'ya geliyor. Gayeleri sırf İslam'ın yayılması.  Anadolu'ya gelen ilk dedemiz Mevlana Molla Ali Hazretleri. Mekke'den Bağdat'a geliyorlar, orada da fazla kalmayıp Cizre'ye geçiyorlar. Yavuz Sultan Selim dönemi. Yani 1500'lerin başı. Zaten Tillo Yavuz'un Çaldıran Savaşından sonra (1514) Osmanlı idaresine geçiyor. Cizre, aslı cezire, malum Arapçada ada demek. Dicle ya da Botan Çayı orada kıvrılıp bir yarımada oluşturduğu için adaya benzetilmiş. 15 tane devlet idaresinin başkentliğini yapmış bir yer. Hz. Ömer döneminde fethedildiği için "Ceziretü'l-Ömer" adıyla anılmaya başlanmış. Cumhuriyet'ten sonra da  "Cizre" adını almış.

Mevlana Molla Ali Hazretleri Cizre'ye gelince, oradaki bütün şeyhler,  mollalar, hocalar, bakıyorlar ki bu derya bir insan; hemen kendilerine başkan seçiyorlar; "re'sü'l-ulema",  "müderrisü'l-âm" oluyor. Fakat orada çok kısa bir süre kalıyor. Bakıyor ki oranın suyu çok, şeytanı da çok, "Ben susuz ve şeytanı az olan bir yere gideceğim diyor ve oradan ayrılıyor.

M. Sarmış: Suyu çok olan yerde şeytan çok mu oluyormuş?

A. Aydın: İddia o. Bu arada bazı kimselerin zulmüne ve kıskançlığına da maruz kalıyor ve hicret ediyor. Ondan sonra Tillo'ya geliyor. Tillo, kupkuru, insanların sarnıçlardan su içtiği bir mekân. Bildiğimiz kadarıyla İslam öncesinde de Hıristiyanlık dininin merkezlerinden biri. 

M. Sarmış: "Tillo" isminin Süryanice olduğunu okumuştum. "Yüksek ruhlar" gibi bir anlamı varmış.

A. Aydın: Arapçada da "küçük tepecik" demektir. Mevlana Molla Ali gelince, "Oh! Buranın suyu yok, şeytanı da azdır." diyerek oraya yerleşiyor. Sene 1504. Kaynak suyu az, ama İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname'sinden öğrendiğimize göre kuyu ve sarnıç suları bol, havası güzel, bağları ve ağaçları çok olan bir yer. 200 evi, birkaç dükkânı, bir hanı, bir hamamı, üç mescidi ve bir cuma camisi varmış. 

İmam Ali gelir gelmez bu camide imam, hatip ve müderris oluyor, yani zamanın "âllame"si oluyor. Ve hemen eğitim çalışmalarına başlıyor; İslami eğitimi, İslami terbiyeyi, İslami ahlakı yaymaya başlıyor. Kendi çocuklarını da birer âlim, birer molla olarak yetiştiriyor. 1680'de vefat ediyor. Şeceresi sırasıyla şöyle devam ediyor: Molla Abdülcemal ya da Celaleddin, Molla Muhammed, Molla Kasım… Molla Kasım'dan sonra da oğlu İsmail Fakirullah Hazretleri geliyor. 

M. Sarmış: Tarikat İsmail Fakirullah ile başlıyor. 

A. Aydın: Evet. Ondan öncekiler sadece müderris. Ama çok iyi müderris, âlim, âlimlerin başı.

M. Sarmış: İsmail Fakirullah'ın herhangi bir şeyhe doğrudan intisap etmediğini, "Üveysî" olduğunu biliyorum.

A. Aydın: Doğrudur. İsterseniz onu da anlatayım. Önce Üveysîlik nedir? Tasavvufî bir kavramdır. Üveys el-Karanî'nin adından kavramlaşmıştır. Biliyorsunuz, Üveys el-Karanî, Hz. Peygamber (SAS) zamanında Yemen'de yaşamış, Müslüman olmuş, ancak çok istemesine rağmen Hz. Peygamber'le (SAS) görüşememiş bir büyük zattır. Manevi yollarla Hz. Peygamber (SAS) tarafından irşad edilmiştir. Ondan dolayı bir kimsenin gerçek hayatta görmediği bir mürşitten manevi eğitim almasına Üveysîlik denir. Bu şekilde başlayan tarikata da yine Üveysilik denir.

İsmail Fakirullah Hazretleri de bu anlamda Üveysî'dir. Önceleri babası ve dedeleri gibi Tillo'da müderrislik yapmıştır, reisü'l-ulemadır. Sadece büyük bir âlim değil, aynı zamanda çok muttaki, ahlakı edebi çok yüce, çok mütevekkil bir zat. Allah'a karşı tövbesi çok, gıdası zikir, tefekküre düşkün, ibadetinde çok titiz.

(Kitaplıktan bir kitap aldı: (M. Nureddin Sancar, Tillo Evliyaları, 3. Baskı, İstanbul 2003) Sayfalarını çevirip oradan nakletmeye başladı.)

Kırk yaşında kendisine bir sekr ve istiğrak hali geliyor. Bir titreme başlıyor, soğuk bir titreme. Yemeden içmeden kesiliyor. Hiç konuşmuyor. Bu hal tam kırk gün devam ediyor. Kırkıncı gün gözlerini açıyor. Zamanla yavaş yavaş normal haline dönüyor. Ondan sonra sekiz yıl boyunca ataları gibi ilim tedrisine devam ediyor. Bu arada hac farizasını yerine getiriyor.

Kırk sekiz yaşında gavsiyet makamına eriyor.

M. Sarmış: Onu da kısaca anlatın

A. Aydın: Sene 1703. Bir Cuma gecesi. Akşam namazını müteakip bir komşusuna taziyeye gidiyor. Yatsı namazını camide kılmak üzere oradan ayrılınca evin avlusunda bir kuyu var, çok derin değil, ama suyu olmayan bir kuyu, yürürken o kuyuya düşüyor. Önce küçük bir çukur sanıp yürümek istiyor, ama bakıyor ki her taraf duvar, çıkışı mümkün değil. Bağırıp imdat istemek yerine, bunu Allah'ın bir imtihanı olarak kabul edip O'na yöneliyor, O'na iltica ediyor. İşte ne olduysa o anda oluyor.

 Rabbi onu Gavs-ı Azam unvanıyla taltif ediyor. Manevi tacını giydirmek üzere büyük bir mânâ meclisine alıyor. Kimler yok ki o mecliste? Hızır ve İlyas var, Halid b. Velid var, Üveys el-Karanî var, Abdülkadir-i Geylanî var. Ahmed er-Rıfaî, Cüneyd-i Bağdadî, Şeyh Hamza el-Kebir ve çocukları var. Ayrıca o bölgenin büyük evliyaları var. Bütün bunları daha sonra yazmış olduğu bir şiirde kendisi söylüyor.

M. Sarmış: Şiir de yazıyor yani.

A. Aydın: Tabii. Arapça şiirler yazıyor, bu kitapta tercümesi de var, o meclisteki isimleri tek tek sayıyor. (Abdülkadir Bey, "Kuyu Kasidesi" adı verilen o uzun şiiri başından sonuna kadar okuduktan sonra konuşmaya devam etti.)

Aradan saatler geçtiği halde gelmediğini gören Tillo halkı endişe içinde kendisini aramaya çıkıyor. Kuyunun yakınındaki dükkânında çulhacılık yapan bir kişi kuyudan yükselen sesleri duyunca köy halkına haber veriyor. İki kişi aşağıya inip kendisini çıkarıyor. O hâlâ kapıldığı manevi atmosferin içinde. Etrafındakilere "Allah'ı severseniz beni kendi halime bırakın. Artık benim sizinle işim kalmadı, benden uzaklaşın." diyor.

O günden sonra sekiz yıl boyunca herkesten, eşinden ve çocuklarından bile uzaklaşıyor. Sekiz yıl boyunca hep halvet halinde kalıyor. Yani Rabbiyle baş başa. Tamamiyle istiğrak halinde, zikir ve ibadetle meşgul. Sekiz yılın sonunda o istiğrak halinden sıyrılıyor ve başta ailesi olmak üzere insanları irşada başlıyor. Zaten büyük bir âlimdi, İslam'a göre yaşıyordu; o tarihten itibaren bütün hal ve harekâtında esas mürşidi olan Peygamber Efendimizin (SAS) sünnet-i seniyesine uygun olarak yaşamaya başlıyor. İnsanları da buna davet ediyor, bu yolda eğitmeye çalışıyor.

M. Sarmış: Kadiri Tarikatı değil mi?

A. Aydın: Tarikatı Cenab-ı Allah'tan telkin edilen Kadiriye Tarikatına benzerliği olan Üveysîyye-i Fakiriyye tarikatıdır. Kendisi bunu halifesi İbrahim Hakkı Hazretlerine hitap ettiği şu sözüyle dile getirmiştir: Tarikatımız Üveysiyye, içindeki telkinler Cenab-ı Allah'tandır." Benim uzmanlık alanım da tasavvuf olduğu için biliyorum; metodolojik olarak Kadirî tarikatına benziyor. Fakat kendisiyle başladığı için Üveysiyye diyoruz. İbrahim Hakkı Hazretleri, içerisinde Şazeli'ye benzeyen, Rufaî'ye benzeyen, hatta Nakşibendiye benzeyen yanları olan bir tarikat olduğunu ifade eder.

Bu arada şunu da belirtmem lazım. İsmail Fakirullah'ın bu kadar çok şöhretli olmasının ana nedeni talebesinin Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri olmasıdır. Yani kendisi İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası. O sayede namı şöhreti buluyor. İsmail Fakirullah-ı Tüllevî… Tüllevî, yani Tillolu…