SEKİZİNCİ BÖLÜM- SON

Kur'an kursuna girdiğim zaman Abdülkadir Özbek, isterseniz siz de salona geçip Osman Abiyi dinleyebilirsiniz deyince memnuniyetle kabul ettim. Osman Gerem, bir sunu eşliğinde kurs öğrencisi genç kızlara Afrika'daki insanların yaşadığı yoksulluk ve zorlukları anlatıyordu. Kendisinden daha önce de dinlediğim o şartlar, beni bir kere daha sarstı. Sefalet derecesinde yoksulluk, ölmenin kıyısında açlık… Batı'nın zenginliklerini sömürdüğü, varlık içinde yokluğu yaşayan siyah derili insan kardeşlerimiz… Onları oldum olası çok severim. Kadını, erkeği, yaşlısı genci, özellikle de çocuğu bebesi ile bana hüzün verir. İçim acıyla ve çaresizlikle dolar. Ve onları bu şartlara mahkum edenlere kızgınlıkla, hınçla ve fakat çaresizlikle… Her biri, tarih boyunca köleliğin ve sömürgeciliğin kaynağı olarak görülmüş 'Kara Kıta'nın ve o kıtaya adını veren, sadece rengi değil bahtı da 'kara' olan insanlarının sembolüdür benim için. Onları görmek, bütün o acılarla dolu tarihi hatırlatır bana. Üzüntümün ve hüznümün yanı sıra utanç duyarım; sırf beyazım, onlara o zulmü reva görenlerle aynı renktenim diye.

Konuşmayı sonuna kadar dinlemeye hazırlanıyordum ki telefon geldi, çıkmak zorunda kaldım. Sıkıntısı olan bir okul müdürümüzle uzun bir telefon görüşmesi yaptım. 'Sırf moral bulmak, duanızı almak için aradım.' diyordu. Ona, az önce dinlediğim ve fotoğraflarını gördüğüm, Afrika'daki eğitimcilerin yaşadığı zorluklardan söz edip halimize şükretmemiz gerektiğini söyledim.

Az sonra Osman Gerem'in sunumu sona erdi. İdare odasında toplanıp sofra hazırlanıncaya kadar sohbet ettik. Sonra hep beraber yer sofrasının etrafına dizilip karnımızı doyurduk.

Yemekten sonra hep beraber yola çıkıp hemen yakınlardaki Cabir el-Ensar Camiine gittik.

Camiye adı verilen Cabir el- Ensar'ın esas adı Cabir bin Abdullah. Ensar'dan. 607 Yılında Medine'de doğmuş. İkinci Akabe Biatı'na babası ile birlikte katılmış, yetmiş kişilik heyetin en küçüğü imiş. Hz. Peygamber'in Uhut'tan sonraki bütün gazvelerine katılmış. Hudeybiye'de, Hz. Peygamber'in 'Bugün sizler yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız' dediği rivayet edilen 'Rıdvan Beyatı'nda bulunmuş. Onun vefatından sonra da, başta Şam'ın fethi olmak üzere birçok savaşa katılmış. Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş. 697 yılında Medine'de vefat etmiş.

Şam'ın fethi sırasında kopan bir uzvunun Yardımcı Köyündeki kabirde (meşhed) bulunduğu rivayet ediliyor. Artık o uzvun Şam'dan buraya nasıl getirilmiş olduğu sorusunu sormayayım. Bu türbe ve cami ona olan saygıdan dolayı yaptırılmış. Ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığını bilinmiyor. Ona atfedilen ve 20. Yüzyılın başlarına kadar faal olduğu bildirilen bir vakıftan da söz ediliyor. 1523 ve 1564 tahrirlerinde bu vakfın bahsi geçiyormuş. ('Geçmişten Günümüz Şanlıurfa'da Dini Hayat', Editör: Prof. Dr. Yusuf Ziya Keskin, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2011, s.190-191)

Cami, doğu batı istikametinde dikdörtgen planlı olup mihraba paralel üç kubbe ile örtülü. Türbenin olduğu kubbeli oda da bir kapı ile camiye eklenmiş. Cami ve türbe 1992 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilmiş.

Varınca, önce cemaatle öğlen namazını kıldık. Sonra da camiyi inceledik, aradaki küçük kapıdan başımızı eğerek yan tarafta bulunan türbeyi ziyaret edip dua ettik. Benim durumum diğerlerinden farklı. Onlar hızlı hareket ederken ben ağırdan alıyorum.

Yeni restore edildiği için caminin her tarafında Urfa'nın beyaz taşı bütün güzelliği ile kendini gösteriyor. Avluya açılan dış kapı kemerli ve çok sade. Avlu da güzel taşlarla döşeli. Güzel bir bahçesi var. Caminin içerisi güzel mavi halılarla kaplı. Her taraf temiz ve bakımlı. Caminin iç kapısı ve pencere kenarlarında abartılı olmayan süslemeler var. Caminin içerisi çok daha güzel. Ahşap mihrap ve ahşap merdivenle çıkılan ahşap asma minber de gayet şirin ve ortama uyumlu. Bütün bu güzellikler, uzaklık, sessizlik ve sakinlikle de birleşince çok hoşuma gitti.

Soldaki küçük kapıdan eğilerek türbe kısmına geçtik. Tamamen camdan bir küpün altında klasik yeşil örtülü sanduka. Baş tarafında beyaz saten bir örtü, üstte parlak bir kavuk. İki yanında mumluklarına 'Allah' ve 'Muhammed' yazılı ampullerin konulduğu büyük bakır şamdanlar. İçeriye atılmış kağıt ve bozuk paralar dikkatimi çekti. Suların olduğu yerlere para atıldığını çok gördüm ama türbeye atıldığını pek hatırlamıyorum. Çok ilginç. Ben yine de bir Fatiha okudum. Aklımda Fatiha'nın, okurken özellikle düşünmeye çalıştığım ayeti: '(Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.' (Ayet 5).

Ziyaretimizi bitirip dışarı çıktık; diğer grupla vedalaştıktan sonra da yolumuza devam ettik. Sırada Çamurlu Köyü var.

Çamurlu da Eyyübiye ilçesine bağlı köy/mahallelerden biri. Abdurrahman Dede'nin biraz daha doğusunda. Yardımcı'dan çıkıp geriye döndük. Yine tarlaların arasından, sulama kanallarının yanından veya üzerinden geçtik. Sağa sola takılmadan ilerledik. Bir tek 'Sultantepe'den geçerken durduk.

Sultantepe'nin adını çok duydum, fakat itiraf edeyim, hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu vesile ile öğrendiklerimi şöylece özetleyebilirim: Şehir merkezinin 33 km kadar güneydoğusunda kalan bir höyük. 550 metre çapı ve 43 metre yüksekliği ile ovanın en büyük höyüğü. 1950'lilerin başında ve 1980'lerin sonunda burada çeşitli kazılar yapılmış. Geçmişi Kalkolitik Çağa kadar (MÖ 5000-3000) çıkıyormuş. Buralardaki kalıntılardan hareketle Erken Tunç Çağı, Yeni Asur Krallığı, Hellenistik Dönem, Roma Dönemi ve Ortaçağ şeklinde bir tabakalanma tespit edilmiş. Asurlulara ait, çoğu destanlara ait tabletlerden oluşan bir kütüphane bulunmuş. Tüm buluntular, özellikle de bir kraliyet kütüphanesi olduğu düşünülen kütüphane, buranın Yeni Asur Dönemi'nde önemli bir kent, hatta eyalet merkezi olduğuna işaret etmekteymiş. Kentin, Asur metinlerinde geçen 'Huzirina' olduğu anlaşılmaktaymış. Burada ortaya çıkarılan, çiviyazısının tarih içindeki gelişimi ve Anadolu arkeolojisi açısından oldukça önemli olan buluntular Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmekte imiş. (Wikipedia)

Arabadan inip uzaktan biraz seyrettim. Üzerindeki su deposundan akan sular, tepeden aşağıya doğru küçük vadiler açmış. Tepenin kuzeydoğu eteğinde aynı adı taşıyan bir köy, batı tarafında ise mezarlık var. Binlerce yıl önce kraliyet kütüphanesine sahip bir eyalet merkezi olan bir yerin, bilimin, teknolojinin bu seviyeye geldiği binlerce yıl sonrasındaki durumu ibretlik… Tarihi yerleri dolaşırken, bazen oralarda geçmişte yaşayanlarla bugün yaşayanlar arasında kıyaslamalar yaparım. Bugün ileri ise mesele yok, geri ise, hele bu kadar geri ise, hayret ederim. Sultantepe de bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.

Nihayet Çamurlu'ya ulaştık. 'Yetkinler'in köyü. Çocukken adını çok duyardım. Sulak, yeşil bir yer olduğu için Urfa'dan pikniğe gelirlerdi. Benim hiç böyle bir fırsatım olmadı. Şimdi buraya gelmemizin sebebi İsmail'in babası Halil Abinin gençlik yıllarında bu köyde yaşamış olması. Hadidi aşiretinden dokuz erkek kardeş gelip köye yerleşmişler. Halil Abi 1960'ların başından 1970'lerin başına kadar 12 yıl burada kalmış. Büyük oğlu Mehmet burada doğmuş. Çok çalışıyor çok yoruluyormuş ama çok memnunmuş hayatından. O sıralar köyün ağası Yusuf Ziya Yetkin imiş. Çok iyi bir insanmış, kendilerine çok iyi davranıyormuş. Telefonla görüştüğüm Mehmet Özbek, 'Ben dokuz aylıkken ayrılıp Eyyübiye'ye yerleşmişiz, ama amcalarım orada diye sık sık giderdik.' dediği köyü öve öve bitiremedi. Sulak, bağlık, bahçelik, cennet gibi bir yermiş. Ağaçların arasına deve girse görünmezmiş. Piknik yapmaya gelenlere, onlar 'dağcılar' dermiş. Kuzu çevirir, kebap pişirir, alem yaparlarmış. Onun da babası gibi o günlere büyük bir özlem duyduğu belli oluyordu.

Bu köyde de tarihi bir cami var. Cami ile ilgili bilgilerimin tek dayanağı, burayı 2018 yılında restore eden Vakıflar Genel Müdürlüğünün duvara astığı metal levha.

Buna göre, Çamurlu Köyü Camisinin bir adı da 'Hacı Hasan Ağa Camii'. Ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Caminin doğusunda yer alan 'Yetkinler'den Kamilzade Hacı Hasan Ağa ve eşinin 1917 tarihli mezarlarından dolayı 1900'lerin başında Hacı Hasan Ağa tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Düzgün kesme taşlardan inşa edilmiştir. Kare mekanın üzerini örten tek kubbeli bir plana sahiptir. Mihrabı sade ve süslemesizdir. Ahşap merdivenle çıkılan ahşap minber, mihrap üzerinde bir balkon şeklinde olup iki adet kısa taş konsolun üzerine yerleştirilmiştir. Caminin esas giriş kapısı kuzey cephededir, doğu ve batı cephelerinde ayrıca iki giriş kapısı daha bulunmaktadır. Caminin güneybatı köşesi üzerindeki minber tipi minare, altı sütun üzerine oturan piramidal külahlıdır.

Köye varınca ilk iş olarak camiye vardık. Küçücük ve şirin bir cami. Küçük güzel bir bahçesi de var. Kapısı kapalı idi, oradaki gençler vasıtasıyla haber gönderdik, anahtar geldi. İçerisi de çok güzel, tertemiz. Yazdığım mimari özellikleri bizzat yerinde gördüm, inceledim ve çok sevdim. Bugün üç ayrı köyde üç ayrı cami gördüm; üçü de restore edilmiş, üçü de çok güzel olmuş, üçü de çok temiz ve bakımlı. Hem cami görevlilerini hem köy halklarını tebrik etmek lazım.

Doğu tarafına geçip yan yana yatmakta olan Hacı Hasan Ağa ve eşinin mezarları başında Fatihalar okuduk, dualar ettik.

Halil Abi caminin hemen doğusundaki arsayı gösterdi. 12 yıl boyunca yaşadığı ev yıkılmıştı, altı toprak üstü taşlarla kaplıydı. Yüzüne baktım, oldukça hüzünlenmişti; belki duygularını tam olarak ifade edemiyordu ama halinden belli oluyordu. Böyle bir durumda olsam ben de çok hüzünlenirdim.

Camiden çıktıktan sonra güneyine doğru ilerledik. Halil Abi bize rehberlik yapmaya başladı. Şimdi su kanalının bulunduğu istikamette eskiden doğal bir su akarmış. Şu anda tarlaya dönüşen bütün bu geniş alan yemyeşilmiş, çeşit çeşit ağaçlarla kaplı imiş. Muhtemelen o suyun etkisi ile zemin çamurlu olduğu için köyün adı 'Çamurlu' olmuş. Az daha güneyde çok sayıda zeytin ağacı var. Köklerinden çok yaşlı oldukları anlaşılan ağaçların tamamı kurumuş. Ancak bir iki tanesi birer taraflarından yeşil sürgünler vermiş. Etrafta da kurumuş, koparılmış zeytin kütükleri yatıyor. Tarla açmak uğruna o görmediğim, ama bir zamanlar çok güzel olduğunu duyduğum bahçeye kıymışlar. Urfa gibi yeşile hasret bir yerde olacak bir iş değil, ama olmuş. Çok yazık olmuş.

O hüzünle arabamıza binip yeniden yola koyulduk. Uğrayacağımız son yer ilçe sınırları içinde Yenice Mahallesinde bulunan Hacı Şükrü Efendi'nin kabri ve onun yaptırdığı Hz. Hamza Camii.

Hacı Şükrü Efendi'den daha önce Göl Mahallesi yürüyüşüm sırasında 'Aksoyların Kabaltısı'nın doğusundaki dergahına uğradığım zaman söz etmiştim. Tam adı Muhammed Şükrü Kılıç olup Adıyamanlı bir Nakşi şeyhidir. 1969 yılında Urfa'ya gelip yerleşmiştir. Urfa'da çok sevilmiş ve tanınmış, çok bağlısı olmuş. Hizmetinin yanında geçimini sağlamak için ziraat ve ticaret ile uğraşmış. Şahsi kazancı ile 1978 yılında, Yenice Köyünden bir arsa alıp, üzerinde Rızvaniye'ye benzeyecek şekilde Hz. Hamza Camiini yaptırmış.

Camiye vardığımız zaman ikindi okunuyordu. Önce girip namazlarımızı kıldık. Sonra camiyi ve çevresini gezdik. Doğrusu caminin içini Rızvaniye'ye hiç benzetemedim. Avlusunun üç tarafında Rızvaniye Medresesinde olduğu gibi revaklar ve gerisinde odalar yer alıyor. Doğu kapısının yan tarafında muhtemelen çok sonradan çift musluklu 'Merhum Mahmut Taşkıran Hayratı' yapılmış. Caminin doğusunda, en güneyde sundurmanın altında yeşil boyalı demirler içinde 1985 yılında vefat eden Hacı Şükrü Efendinin kabri bulunuyor. Yanında da eşinin ve çocuklarının kabirleri var. Sanıyorum Urfa'da en çok ziyaret edilen kabirlerden biri Hacı Şükrü Efendinin kabridir. Ben vardığım zaman yanı başında, böyle yerlerde görmeye pek de alışık olmadığımız genç bir çift vardı. Evli miydiler, sevgili mi idiler, anlayamadım. Fakat bir dertlerinin olduğu belliydi. Ne kadar isabetlidir bilemiyorum; sanki birçok yere başvurdukları halde sonuç alamamış ve birilerinin tavsiyesi ile son çare olarak buraya gelmişler diye tahmin ettim. Ne olursa olsun, acıdım ve dualarının kabul olmasını istedim. Ben de onları rahatsız etmeden Fatiha'mı okuyup uzaklaştım.

Daha sonra arabamıza binip dönüşe geçtik. Mahallelerden, sokaklardan, çarşılardan geçtik. Evinin önünde Halil Abi indirip yolumuza devam ettik. Yunus Emre'nin, eski okuluma uğrayalım ısrarı üzerine, İsmail, benim de onayımı aldıktan sonra okul müdürünü aradı, okulda olduğunu öğrenince de Dr. Cavit Özyeğin Anaokuluna uğradık. Okul Müdürü Ahmet Han'ı önceden tanıyorum. Genç, dürüst, çok çalışkan bir arkadaş. Bir kahve içimi oturup daha çok eğitim öğretim üzerine sohbet ettik. Korona dolayısıyla okullardan çok uzak kaldığım için özlemişim. Etrafta gördüğüm minik öğrenciler, her zamankinden da sevimli göründü bana.

Okuldan ayrıldıktan sonra İsmail Beni Beykapısı'na kadar götürdü. Oradan otobüse binip eve doğru yola çıktım. Belki bedenen değil, ama zihnen yorulmuştum. Fakat güzel bir yorgunluk. Aklımda gezdiğim gördüğüm yerler, görüştüğüm insanlar… Bir yürüyüşün daha sona ermesi ile oluşan hüzün… Sırada Atatürk Mahallesi var. Sonra da son olarak Haleplibahçe… Bitiyor… Bir de bunun hüznü…