Doğrusu Deyr Yakub ziyareti ile benim açımdan Eyyübiye yürüyüşü sona ermişti. Ancak ertesi hafta İsmail (İsmail Özbek) arayıp 'Hocam, buralarda görülmesi gereken şu, şu, şu yerler de var; oraları da görmek ister misiniz?' deyince hem şaşırdım, hem memnun oldum. Adlarını duyduğum ama hiç görmediğim bu yerleri görmek tabii ki isterdim. Canıma minnetti. Babası da gelecekmiş. Meğer gideceğimiz yerlerden birinde, babası daha önce yıllarca kalmış; fırsattan istifade ziyaret etmek istiyormuş. Ne güzel dedim? Babasını uzaktan tanıyorum. Onunla beraber yolculuk daha da güzel geçecektir. 9 Aralık Perşembe günü için anlaştık.
O gün otobüse binip saat 10.30 civarında Dr. Cavit Özyeğin İlkokulunun yanında indim. İsmail ile orada buluştuk. Babası Halil Abi 80 yaşına yakın bir güzel adam. Başında kırmızı beyaz kefiyesi, sırtında zıbını, üzerinde kürkü ile geleneksel kıyafetleri içinde, doğal, samimi. Yanında torunu/ İsmail'in oğlu Yunus Emre de vardı. Onunla artık daha samimiyiz. Sohbet ede ede yol aldık. Mevsim kış, ama hava soğuk değil, gökyüzü parçalı bulutlu.
İlk ziyaret edeceğimiz yer Eyyübiye İlçesine bağlı Abdurrahman Dede Köyü, yeni uygulamaya göre 'Mahallesi'. Şehir merkezine 11 kilometre mesafede. Eski Urfa Havaalanı'nı geçtikten hemen sonra, Akçakale yolunun doğusunda. Bir cami ve caminin içinde bir türbe var. Abdurrahman Dede Türbesi.
Bu Abdurrahman Dede'nin kimliği konusu biraz karışık.
Bir görüşe göre, Abdurrahman Dede, ilk Müslümanlardan, ilk muhacirlerden ve 'Aşere-i Mübeşşere'den olan Abdurrahman bin Avf'tir.
Abdurrahman bin Avf, Hz. Peygamber'le birlikte bütün savaşlara katılmış, Uhut Savaşında ağır yaralar almış, ayağındaki yaralar sebebiyle topal kalmıştır. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e müsteşarlık yapmış, Hz. Ömer'in görevlendirmesi üzerine yaptığı istişareler sonucu Hz. Osman'ı halife ilan etmiştir. 652 yılında 65 yaşında iken Medine'de vefat etmiştir.
Bildiğim kadarıyla İslam kaynaklarında onun bu taraflara geldiğine dair bir kayıt yoktur. Ancak ona olan sevginin bir nişanesi olarak Siirt'in Pervari ilçesinin Yukarı Balcılar Köyündeki bir mezar ona nispet edilmektedir.
Urfa'daki bu türbede de, onun bir savaş sırasında kopan/'şehit olan' işaret parmağının bulunduğu, bu yüzden bu türbenin bir 'meşhed' olduğu söylenmektedir.
İkinci bir görüşe göre, burada metfun olan Abdurrahman isimli bir şeyhtir, cami de ona nispet edilen bir zaviyedir. Hakkındaki ilk bilgiler 1540 tarihli Osmanlı tahririnde geçmektedir ve şeyh o sırada hayattadır 1564 Tahririnde ise kendisine 'Rahmetullahi aleyh' diye dua edildiğine göre o tarihten önce vefat etmiştir. ('Geçmişten Günümüz Şanlıurfa'da Dini Hayat', Editör: Prof. Dr. Yusuf Ziya Keskin, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2011, s.191)
Üçüncü bir görüş daha var. Caminin son cemaat yerinin doğusunda bulunan kitabede 'Bu kabir, merhum el-Bermeki Ebu Yusuf Abdurrahman'ın oğlu Abdullah'ındır.' denilmekte ve ölüm tarihi olarak da Hicri 311/Miladi 923 yılı verilmektedir. (M. Karakaş, 'Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler', s.297)
Yani üç farklı tarih ve üç farklı Abdurrahman söz konusudur.
Halil Abi ve Yunus Emre ile konuşmaya daldığım için nerelerden geçip geldik anlayamadım. Sadece iki tarafı tarla olan asfalt bir yoldan gittiğimizi hatırlıyorum. Ova dümdüz uzanıyor. Arada bir köy, tek tük ağaç, çalı çırpı, zaman zaman birkaç koyun, keçi, kaz… Ve çok az insan.
İsmail arabayı doğrudan türbenin olduğu camiye, caminin da içinde olduğu mezarlığa kırdı. Yine kimsecikler yok. Doğrudan camiye yöneldik.
Doğu batı istikametinde, kesme taştan, dikdörtgen planlı, tek kubbeli ve tonozlu cami, 2016-2017 yıllarında Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilmiş. Ön tarafında demir iskelet üzerine oturtulmuş ahşap bir sundurma var. Son cemaat mahallinin dış cephesi üç sivri revaklı ve camekanla kaplı. Sade ve süslemesiz bir mihrap, mihrabın yanında ahşap bir merdivenle çıkılan ahşap balkon şeklinde küçük bir minber. Yerde kırmızı halılar, yukarıda kubbenin ortasından sarkan eski tip bir avize. Her taraf tertemiz ve bakımlı. Köy şartlarında böylesi az bulunur. Tarihi ve dini niteliği dolayısıyla bir ihtimamın olduğu kesin. Caminin doğu tarafında, üst kısmı kafes şeklinde ahşap bir panel. Onun gerisinde sanduka. Kapı kapalı olduğu için önünde durup, orada yatanın kim olduğunu düşünmeden bir Fatiha okudum. Galiba kim olduğu hiç bilinmeyecek. Aslında tarihe dair bilinmeyen veya yanlış bilinen o kadar çok şey var ki! Bildiklerimizden çok daha fazla. Ve asla bilinmeyecekler.
Camiden çıkıp etraftaki mezarlıkta dolaştım. Bu mezarlar sadece bu köyde yaşayanlara ait değil. Uzaklardan, hatta şehir merkezinden getirilip buraya defnedilenler var. Eski yazılı olan ve taşlarından bir hayli eski olduğu belli olanlar da var; çok yeni olanlar da… Süreç hala devam ediyor. Çok büyük ihtimalle burada yatan zatın hürmetine. Ona yakın olmanın manen fayda sağlayacağına dair bir inançla… Çok sayıda da çocuk mezarı dikkatimi çekti. Fakat, caminin içerisinin aksine bu büyük mezarlık bir hayli bakımsız. Yeni mezarlar hariç her taraf kırık dökük ve kirli. Hem yatanlara, hem onların sahiplerine hürmeten böyle olmaması lazım. Bir de bizim gibi Urfa'dan ve dışarıdan ziyarete gelenlerin olduğu bir yer olduğunu düşünürsek kesinlikle bakım ve temizlik şart.
Caminin hemen doğusunda köyün okulu var. Abdurrahman Dede İlkokulu. Tek derslikli birleştirilmiş sınıflı, hani ne derler, küçük, şirin bir okul. Ön cephesi renk renk resimlerle boyalı. Bahçesine girdim. Çoktandır bir köy okuluna uğramamıştım. Bahçede çocuklar oynuyordu. Onları da özlemişim. Şimdiki çocuklar bir yabancıyı görünce eskisi gibi utanıp kaçmıyorlar. Bunlar da öyle, beni görünce yaklaştılar. Bütün çocuklar gibi çok sevimliler. Köy çocukları, o doğallıkları içinde daha bir sevimli gelir bana. Aralarında bir de tekerlekli sandalyeli olan vardı. Bir köşede durmuş, sessizce etrafına bakınıyordu. Yüzüne dikkatle baktım. Keyifsiz, mahzun. Cıvıl cıvıl olması gereken bir yaşta böyle bir yüz. Kim bilir aklından neler geçiyordu? Arkadaşları oynaşıp dururken bir tekerlekli sandalyeye mahkûm olmak ne kadar zordur? O yaşta bir çocuk böyle bir acıya nasıl katlanır. Oldum olası engelli çocuklara dayanamam. Onun hüznü bana da geçti. Yine de belli etmeyip halini hatırını sordum. Konuşmaya pek hevesi yoktu. Onu da diğerlerinin ortasına alıp fotoğraflarını çektim. Biraz şaşırdı, güldü, ama acıklı bir gülüş. O şartlarda yaşamak, hele de küçük bir köyde yaşamak, nasıl bir şeydir acaba? Ailesi, evleri, kardeşleri geldi aklıma. Sonra hemen geleceğini düşündüm. Bugünü belki de en güzel zamanlarıydı. Sağlıklı olanların bile okumakta zorlandığı bir yerde o nasıl okuyacaktı? Büyüyüp ergenlik dönemine girdiğinde, yaşıtları dış görünüşüne daha bir önem vermeye başladığında, giyinip kuşanıp aynalara baktığında, o neler hissedecekti? Köyde kalırsa nasıl çalışacak, geçimini nasıl sağlayacaktı? Evlilik çağına geldiğinde nasıl evlenecekti? Hele bir kıza gönül verirse nasıl alacaktı? Gönül vermeye cesareti olacak mıydı? Gönül ferman dinlemezdi ki! O kızı başka biri aldığında o ne yapacaktı? Mecburen kendi gibi biriyle evlenmek zorunda mı kalacaktı? Çoluk çocuğu olacak mıydı? Olursa ilişkileri nasıl olacaktı? Birazcık düşünsem daha nice sorular gelir aklıma… Onu neşelendirmek için sohbet etmenin dışında elimden bir şey gelmiyor. Onu da beceremedim zaten.
Sonra pencereden bize bakmakta olan öğretmene doğru ilerledim. Genç bir arkadaş. Adı Murat Çiftçi. Urfalı. Üç yıldır bu okulda görevli imiş. Yandaki lojmanda kalıyormuş. Son yıllarda, çok daha uzak okullarda görev yapan öğretmenler bile lojmanda kalmayıp ya kendi arabaları veya servislerle gidiş geliş yapmayı tercih ediyor. Bu da köyde kalmaları durumunda sağlanacak birçok faydadan mahrum bırakıyor, hem öğrencileri, hem köylüleri. O yüzden, Murat Hocanın, yakın bir köyde görev yaptığı halde lojmanda kalması hoşuma gitti. Okulun bahçesindeki demir 'taht' da dikkatimi çekti. Yazın sıcağında içeride uyumak zor olduğundan öğretmen kendine bir yaz yatacağı da ayarlamıştı demek. Toplam 12 öğrencisi varmış. Sınıf temiz ve düzenli idi. Belli ki çalışkan bir öğretmen. Bu arada teneffüs yapmakta olan dışarıdaki çocuklar da içeriye doluştu. Ne güzel, hepsi, keyifli, enerji dolu. Bir tek adını sormayı unuttuğum o çocuk. O uzakta, öylesine mahzun bakmaya devam ediyordu.
İsmail'in arabasının bagajında yoksullara dağıtılmak üzere biraz kitap ve kırtasiye malzemesi varmış; getirip öğretmene teslim etti. Aslında o çocuğa öncelik tanıyabilir, ona kendi ellerimizle hediye edebilirdik. Fakat yapmadım; çünkü engelindendir diye öncelik tanınması bile sahibine acı verebiliyor.
Hüznü da dahil benim için güzel oldu bir okula uğramak, öğretmen ve öğrencilerle görüşmek. Teşekkür ve başarı dileklerimizle ayrıldık. Bu arada İsmail'in oğlu Yunus'a baktım. O pek keyifli idi. Acaba diğer çocuklara bakıp ne kadar şanslı olduğunu mu fark etti?
Ötede Halil Abi, kendi yaşına yakın bir köylü amcayla bir evin avlusunda oturmuş sohbet ediyordu. Biz de yaklaşıp selamlaştık, birkaç kelam ettik. Sonra da arabamıza binip ayrıldık.
Ova, tarlalar, sulama kanalları ve aralarında uzayıp giden asfalt yollar. Gökyüzü beyaz ve gri bulutlarla dolu. Güneş parlak, her taraf aydınlık. O kadar. Hangi yollardan geçtik, hangi köyleri geride bıraktık, sağa mı döndük, sola mı döndük, hiçbirinin farkında değilim. Sadece Yardımcı Köyüne gideceğimizi biliyorum. Orada da Cabir el-Ensar Camii ve türbesini ziyaret edeceğiz. Ancak daha önce İsmail'in kardeşinin görev yaptığı Kur'an kursuna uğrayacağız. İsmail'in dediğine göre orada yemek yiyeceğiz.
Yardımcı Köyü/Mahallesi Eyyübiye'nin büyük köylerinden. Merkeze 30 kilometre kadar mesafede. Akçakale Yolunun doğusunda, bir hayli içeride. Harran'ın da kuzeyine düşüyor.
Yardımcı Köyüne daha önce birkaç defa gelmiş, o zaman tek olan ilköğretim okulunu ziyaret etmiştim. Daha sonra okul sayısı arttı. İlköğretim okulu, ilk ve ortaokul olarak ikiye ayrıldı. Anaokulu, imam hatip ortaokulu ve çok programlı meslek lisesi açıldı. Dağılma saatleri olduğu için köyün sokakları çocuklarla ve gençlerle dolu. Kızlar da dahil olmak üzere gençlerin kılık kıyafeti şehirdekileri aratmıyor.
Önce köyün çıkışındaki Kur'an Kursuna gittik. Adını yakınındaki zattan almış; 'Cabir el- Ensar Yatılı Kız Kur'an Kursu'. İsmail'in kardeşi Abdülkadir Özbek yöneticilik yapıyor. Çok istekli, aşkla şevkle iyi bir şeyler yapmanın derdinde. Eşi de aynı kursta hoca. 35 kadar kız öğrencileri varmış. Çoğu çevre köylerden. Daha yolda iken duymuştuk ki başka misafirleri de var; Osman Gerem ve Adil Saraç.
Osman Gerem, Urfa'da, sosyal yardım denince akla gelen ilk kişi. Onu ilk defa 1990'ların başında Urfa'ya geldiğim zamanlar yerel televizyon kanallarında tanımıştım. O zamanlar 'Deniz Feneri Derneği' çok popülerdi. Osman Gerem de bir grup arkadaşı ile beraber Urfa'da o formatta çalışmalar yapıyordu. Şehrin yoksul evlerini dolaşıp, hayırseverlerden topladığı bağışlarla onların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Bu arada Deniz Feneri'nin de yerel ayağı olarak destek veriyordu. Bir ara ben de kendileri ile tanıştım. Gönüllü olarak çalışmalarına katıldım. Birkaç defa fakirlerin evlerine gidip tespit çalışmalarına, birkaç defa da eşya dağıtım işine katıldım. Sonra, açıkça söylemeseler bile zımnen, sen okul müdürüsün (O sıralarda Şair Nabi İlköğretim Okulu müdürü idim.) böyle şeyler sana uygun olmaz, sen bizim yanımızda bulun, düşüncelerini paylaş, manen destek ol deyip beni sahadan çektiler. Uzunca bir süre haftalık sohbetlerine iştirak ettim. Kuyumcudan, müteahhitten, memuruna, işçisine, hamalına kadar, inançlı, fedakar, hizmet aşkı ile dolu çok güzel insanlar… Hem para verip, hem sırtlarına aldıkları yükü taşıyıp kapı kapı dağıtıyorlardı. Gıpta ediyordum.
Osman Gerem, güler yüzü, tatlı dili, mülayim kişiliği ve hizmet aşkı ile kısa zamanda kendini aştı. Özellikle Suriye olayları başlayınca ülkemize gelen Suriyelilere yardım konusunda çok aktif görevler üstlendi. Şanlıurfa Sivil Toplum Kuruluşları İnsani Yardım Platformu'nun başkanlığına seçildi. O çerçevede yaptığı çalışmalarla Urfa'dan sonra Türkiye'ye ve dünyaya açıldı. Türkiye Yazarlar Birliği'nin 'Edirne'den Mostar'a Kültür Kervanı' programı dolayısıyla 2018'de gittiğimiz Bosna'da bile adını duydum ve çok memnun oldum. Oralara bile gitmiş. Sonra Bosna ne ki, Afganistan, Yemen, Afrika'nın en uzak ülkeleri dahil, yardım götürmediği yoksul İslam diyarı kalmadı. En çok da Suriye… İç savaşın devam ettiği ülkede her türlü risk mevcut. Birbirleri ile kanlı bıçaklı gruplardan biri her an yollarını kesebilir, başlarına bir bomba düşebilir, alıkonulabilir, hapsedilebilir, öldürülebilir. Bütün bu ihtimallere aldırmadan o Suriye'nin içlerine gitmeye ve yardım götürmeye devam ediyor. Son yıllarda bayramların çoğunu Afrika'da geçirdiğini biliyorum. Burada olduğu sürece de aklı hep oralarda ve oralara yapacağı yardımlarda… 2016 Yılında, fazlası ile hakkettiği Türkiye Diyanet Vakfı Uluslararası İyilik Ödülleri'nden birini aldığını da belirteyim.
Adil Saraç'a gelince… Urfa'nın en önemli ve tecrübeli eğitimcilerinden. Ben Urfa Lisesinde öğrenci iken o da öğretmendi. Dersimize hiç girmedi. Sonra dershaneciliğe başladı. Okul açtı. Çok iyi bir edebiyatçı. Ve Urfalıların tabiriyle 'Haso Urfalı'. Çeşitli kitapları var. Bence en önemlisi en sonuncusu. Urfa'ya dair müktesebatını altı cilt halinde 'Tanıklarıyla Urfaca Urfalıca' adı altında kitaplaştırdı. Kitapta sadece Urfa ağzının yapısı ve sözlüğü değil, Urfa'nın sosyal ve kültürel hayatı da, tarihi de, coğrafyası da var. Ben de bu yürüyüş çalışmalarımda çok istifade ediyorum. Çocukları büyüyünce hocamız, işlerini onlara bırakıp profesyonel hayattan çekildi; kendini yardım çalışmalarına verdi ve Osman Gerem ile beraber hareket etmeye başladı. Yaklaşık iki yıldır da Urfa Kent Konseyi başkanlığını yürütüyor.
Bu iki değerli şahsiyetle Yardımcı'da görüşmek güzel bir tevafuk oldu. Osman Gerem kızlara bir sunumda bulunmak üzere oradaymış. Adil Hoca da her zamanki gibi ona destek olmak için.