BEŞİNCİ BÖLÜM

Artık yolumuzu Şıh Maksud'a döndürdük.

Doğrusu 'Şeyh Mes'ud. Urfalı, 'şeyh'i şıh, Mes'ud'u 'Maksut' yapmış ve öyle meşhur olmuş. Şıh Maksut denilince de orada yatan zattan çok onun tekkesi ve türbesi, hatta o yapının içinde bulunduğu bölge kast edilir. Son zamanlarda bu galat-ı meşhur yerine doğru ismin yayılması için bir gayret var.

Şeyh Mes'ud, Anadolu'nun İslamlaşması sürecinde Türkistan taraflarından gelen zatlardan biridir. 'Horasan Erenlerinden' ya da 'alperen'lerinden. Yesevî tarikatının piri Ahmed Yesevî'nin (Ö. 1166) halifelerinden olduğu ve onun tarafından gönderildiği tahmin edilmektedir. Tıpkı türbesi, hala kendi adıyla anılan mezarlıkta bulunan Bediüzzaman Ahmed el-Hemedanî gibi, tıpkı Dabbakhane'deki Şeyh Muhammed Horasanî gibi çok uzaklardan gelmiş ve buraların İslamlaşmasına katkıda bulunmuştur. Şeyh Mes'ud'un geldiği tarihlerde şehir Zengilerin (1144-1182) ve sonra Eyyubilerin (1182-1193) kontrolündedir.

Tekkesini şehir surlarının dışına Urfa Kalesinin güneyindeki tepelerden birine kurmuştur. Stratejik konumu dolayısıyla tekke, aynı zamanda ribat görevi de görmüş olmalıdır. Yani hem yol emniyetini sağlamış, hem yolcular için şehre girmeden önce bir dinlenme yeri olmuştur. Tabii yolculara din ve tarikat tebliği yapıldığını tahmin etmek de zor değil.

Şeyh Mes'ud'un doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Ancak Tekke'nin 100 metre kadar batısında bulunan kitabeden anlaşıldığına göre Nişaburlu Said Hengel'in oğludur. Aynı kitabeden, sarnıcın ve dolayısıyla tekkenin Hicri 10 Recep 579/Miladi 30 Ekim 1183 tarihinde yapıldığı da anlaşılmaktadır. Bu kitabe Urfa'daki İslami döneme ait en eski kitabelerden biridir. Şeyh Mes'ud müritleri ile beraber gelip bu tekkeyi kurmuş, Roma dönemine ait kaya mezarlarını genişleterek müritlerinin kalacağı odalara dönüştürmüş ve su ihtiyacını karşılamak üzere bu sarnıcı oydurmuştur.

Şeyh Mes'ud Tekkesi, dört eyvanlı Selçuklu Medreseleri planındadır. Ortada kare avlu, üstü yarı açık bir kubbe ile örtülüdür. Eskiden ortada bir havuz varmış. Su çok kıymetli olduğu için yağmur sularının burada biriktirildiği tahmin edilmektedir. Şimdi havuzun yerinde etrafı taşlarla çevrili minicik bir ağaçlık alan var. Avlunun etrafındaki beşik tonozlu eyvanlarda eskiden dört mezhebe göre eğitim verilmekte imiş. Şeyh Mes'ud vefat edince doğudaki eyvanın altındaki mezar odaya gömülmüş, üstteki eyvana da onu temsilen sandukası konulmuş. Şimdi ön tarafı camekanla kaplı. Onun kuzeyindeki küçük odanın eskiden çilehane olduğu tahmin ediliyor. Diğer üç eyvanın önleri kapı ve pencerelerin de bulunduğu duvarlarla kapalı hale getirilmiş. Güneydeki eyvan erkek, kuzeydeki eyvan kadın mescidine çevrilmiş.

Batı duvarında bulunan kitabeye göre tekke, 1684 yılında Urfa Valisi Ali Paşa tarafından restore edilmiştir. Kuzey duvarındaki başka bir kitabeye göre bundan 33 yıl sonra 1717 yılında Ömer Bey adlı bir şahıs tarafından yeniden onarımdan geçirilmiştir.

Tekkenin etrafındaki düzlükler kadınlar tarafından mesire alanı olarak kullanılmış, bunun için de özellikle çarşamba, cuma ve cumartesi günleri tercih edilmiştir. Tekke ve türbe, bugün de Urfa'nın en çok ziyaretçi çeken yerlerinden biridir. Mevsimi geldiğinde kadınlar piknik yapmak için de gelmeye devam ediyor.

Urfa Kalesi'nin güneyinden aşağıya doğru indik. Sonra hangi yollardan geçtik, bilmiyorum. Sonunda çıktığımız bir açıklıktan (3083. Sokağın sonu) yüzümüzü güneye çevirince Şeyh Mesut Tekkesi göründü. Batısı boyunca uzanan kayalar, kayalardaki oyuklar bizi tarihe çağırıyor. Güneş batıya doğru kaymış Gökyüzünde kanat kanat beyaz bulutlar, güneşin ışıkları ile çok hoş bir manzara arz ediyor. Az önce arasından geçtiğimiz gecekonduların bende bıraktığı hüznün etkisi iyice zayıflamış durumda. O güzel gökyüzünün altındaki tarih beni kendine çekiyor. Onun için çevredeki gecekonduları gözüm görmüyor. Görüyor da görmüyor. Şimdi anın vacibi Şeyh Mesud Tekkesinin merkezinde olduğu tarihe dalmak. Önce inişe, sonra kavisler çizerek çıkışa geçtik. Bir ara İsmail durunca arabadan indim ve yol kenarında oynayan çocuklarla konuştum. Renkleri, giyim kuşamları pek buralıya benzemiyordu, ama konuşunca buralı olduklarını ispatladılar. Hemen aşağıda Eyyübiye İlkokulunun öğrencileri. Bu okula yıllar önce bir kere gitmiştim. Gitmişken de Şeyh Mesud Tekkesi'ni uzaktan görmüş ama yaklaşmamıştım. Aslında programımda okula uğramak da vardı. Ancak ikindi yakındı ve vaktimiz dardı, vazgeçtim. Zaten o yüzden arabayı kilit taşı döşeli meydanlığa park eder etmez, sağa sola takılmadan doğrudan Tekke'ye doğru ilerledik.

Sağda, namaz sonrası ziyaret edeceğimiz tarihe şahitlik etmiş olan ve bunun izlerini taşıyan kayalıklar uzanıyor. Biz kayalık arazinin durumuna göre taş döşenmiş düzlüklerden ve düzensiz basamaklardan yukarı çıktık. Daha önce çok sık yaşadığım o hal yeniden gerçekleşti ve ben sanki zaman tünelinden geçip tarihe ışınlandım. O hoş duygu beni içine çekti. Batısındaki kapısından tekkenin avlusuna girince o duygu daha bir yoğunlaştı. İçeride birilerinin olması ve onların tarihin değil günümüzün kıyafetlerinde olması ve benim o anda bile bunu fark etmiş olmam hiçbir şekilde o mistik diyebileceğim duygularımı zedelemedi. Doğrudan ayakkabılarımı çıkarıp mescide girdim. Sanırım, tarihi mescitler içinde bugüne kadar gördüğüm en küçüğü. En fazla 15-20 kişi sığabilir ve ancak iki saf olabilir. Enine dikdörtgen. Düzgün kesme taşlardan beşik tonozla örtülü. Dışarıya çıkıntı şeklindeki mihrabın sadeliğine karşı iki yanındaki pembe mermer sütunlar oldukça gösterişli. İlk anda bana eski bir Roma eserinden devşirilmiş gibi geldi. Sonradan öyle olmadığını öğrendim. Sağda bugüne kadar gördüğüm en küçük minber. Oyuncak gibi. Demek burada da Cuma namazı kılınıyor.

Namaz sırasında bedenim günümüzde ama aklım asırlar öncesindeydi. Ta Nişaburlardan, Hemedanlardan, Horasanlardan, Mekkelerden, Medinelerden, Bağdatlardan, Basralardan, Şamlardan, Haleplerden, Rodoslardan, yurdunu, yuvasını, akrabasını, belki ailesini, geçmişini, malını, mülkünü oralarda bırakıp, bir sevdanın peşinden, bir görev aşkı ile buralara gelen ve bu topraklara İslam'ın mührünü vuran insanlarda… Uzak diyarlar, upuzun yollar… Deve kervanlarının peşinde, bin bir tehlikeyi göze alarak, belki bir bineğin sırtında, belki yaya olarak, düşe kalka ilerleyen insanlar… Bir daha dönmemek üzere… Bedenleri yorgun ama gönülleri huzurlu… Dua için ellerimi açtığım zaman da dilime gönlümdekiler yansıdı. Başta Şeyh Mesud olmak üzere, o insanlara dua ettim. Ve kendi basit, sığ, zayıf, aciz varlığımdan utandım. Nitekim namaz sona erince de beni sarıp sarmalayan o sımsıcak mistik duygulardan sıyrılıp günümüze ve kendi dünyama dönmüş oldum.

Önce yanı başımda namaz kılan genç elini uzatıp 'Nasılsınız hocam?' dedi. Tahmin ettiğim gibi eski öğrencilerimden imiş, Halit Yavuz. Özel bir hastanede çalışıyormuş. İstanbul'dan gelen annesini gezdiriyormuş; annesinin ziyaret etmek istediği yerlerden birisi de burası imiş. Çok memnun oldum. Öğrencilerimin iş güç sahibi olduklarını, evlenip çoluk çocuğa karıştıklarını ve en önemlisi, inançlı, iyi bir insan olduklarını görmek, beni her zaman çok sevindirmiştir. Hadi itiraf edeyim, bir de beni hatırlayıp ilgi gösterdikleri zaman daha çok seviniyorum. Halit de öyle bir gençti işte! Sosyal medyadan beni takip ediyormuş, yürüyüş yazılarımı okuyormuş. Daha sonra avluda karşılaşınca annesi ile de ayaküstü konuştum ve böyle hayırlı bir evlada sahip olduğu için tebrik ettim. O da memnundu evladından, sanıyorum daha da memnun oldu.

Sonra İsmail beni hoca ile tanıştırdı. İsmail Akkuzu. Gözüme çok genç göründü, meğer 25 yıllık imammış, burada da 6-7 yıldır görev yapıyormuş. Önce müsaade isteyip Tekke'nin içini tek başıma dolaştım. Daha önce yazdığım üzere doğudaki camekanlı ve dökme demir ızgaralı bölümde Şeyh Mesud'un sandukası yer alıyor. Bütün benzerleri gibi çok büyük ve her tarafı yemyeşil örtülerle sıkı sıkıya sarmalanmış. En üstte de yine eski yazılı yeşil bir örtü var.

Antalya'da kedileriyle münzevi bir hayat yaşayan Hattat Adnan Alpay, bana gönderdiği bir mesajda demişti ki: 'Arabizade Muhammed Behcet Görgün Efendinin hüsn-i hat hocası, Lobud Ahmed Vefik Efendi tarafından ve eser-i kilki (direk kamış kalemle) olarak, türbe sandukasının bulunduğu yerin eyvanlarının beyaz sıvası üzerine, celi sülüs yazının en muhteşem ve en estetik kalem güzeli eserini girift olarak yazmıştır. 1980'li yıllara kadar türbenin içindeki ve Topdağı'na bakan cephesindeki eyvanların beyaz sıvalı yerlerinde isli siyah mürekkeple yazılan bu yazıları ben gördüm ve okudum. Şimdi var mıdır bilmiyorum.' Eyvanın duvarlarına özellikle baktım, yoktu, yok edilmişti. Yazık edilmişti. Adnan Bey öğrenince üzülecek.

İçeri girebilmek için biraz beklememe, dönüp biraz eğlendikten sonra tekrar gelmeme rağmen içeride Kur'an okuyan kadın çıkmamıştı. Çaresiz dışarıdan bir Fatiha okudum. İçinin boş olduğunu biliyorum. Olsun. Benim ve herkesin o mezarla, artık çürüyüp toprağa karışmış o cesetle ne işimiz olabilir ki?

Daha sonra kuzeydeki kadın mescidine girdim. Erkek mescidine göre enine daha geniş. Daha önce söz ettiğim restorasyon kitabeleri burada yer alıyor. Zeminleri yeşil, yazıları sarı boyalı. Fakat burada en çok dikkatimi çeken şey duvarlardaki yazılar. Hiç böylesini görmemiştim. Bir levhada yazı yazmayın uyarısına rağmen duvarlar boydan boya yüzlerce yazı ile kaplanmış durumda. Çeşit çeşit dilek, temenni ve dua. Bir kaçını hızlı bir şekilde okumaya çalıştım. 'Allahım! Bir an önce evime, çocuklarıma kavuşayım. Sav.. Za..'den boşanmasın.' 'Allahım! Fı…'ın gözüne beni şirin et. Gelip beni evime götürsün.' 'Allahım! Beni sevdiğime kavuştur.' 'Allahım! Bize hayırlı evlatlar nasip et.' 'Rabbim! Ha…'ya hayırlı kaderler nasip eyle.' Bir tanesi mektup gibi upuzun. Babasına, iki abisine iş, annesine sağlık sıhhat, kendisine ev istedikten sonra 'Babam kumarı bıraksın.' diye yazmış. Daha neler, neler? Bir yandan gülümsedim, bir yandan üzüldüm, hüzünlendim. Herkesin bir derdi var. Ve herkesin büyük ve en son sığınağı Allah. Özellikle kadınlar ve kızlar, dileklerini Allah'a ulaştırmak için böyle yerleri ve böyle yolları daha çok tercih ediyor. En çok istedikleri de eş, evlat, ev. Eyyüp Peygamber Mağarasında da bunlara benzer yazılar görmüş ve bunların araştırma konusu yapılmasından söz etmiştim.

Tekke'nin içindeki işimiz bitince dışarı çıkıp hocanın rehberliğinde çevreyi dolaşmaya başladık.

Önce mezar odasını görmek istedik. Tekkenin doğusunda. Yeşil boyalı bir kapağı var. Öyle herkese açmıyorlarmış. Küpe kilidin anahtarı bir Suriyelide imiş. Cami cemaatinden, orta yaşlı bir arkadaş. Hocanın dediğine göre Tekke'nin hizmetkarı olmuş, cemaat de üç beş kuruş para veriyormuş. Çok saygılı, sessiz, efendi bir adam. Kapağı açınca Eyyüp peygamber Mağarasından daha dik ve dar bir merdiven çıktı ortaya. Güçlükle indik. Düzgün taşlardan tonozlu minicik bir oda. Ortada üzeri yeşil bir kumaşla örtülü iki mezar. Şeyh Mesud ve kızkardeşine ait olduğu söyleniyor. Karşıda bir levha, yanında bir vantilatör. Yerde halı. Ve yoğun bir yeşil ışık. Namazdaki kadar olmasa da burada da Şeyh Mesud'u ve dostlarını düşünüp dua ettim.

Dışarı çıkınca Tekke'nin güney ve doğusundaki mezarlığa dönüp bir Fatiha da orada yatanlara okudum. Bu mezarlık sonradan oluşmuş ve definler devam ediyormuş.

Arkasından Tekke'nin batısından, kayalıkların hizasından aşağıya doğru inmeye başladık. İsmail Hoca, 'Hurafeleri de yazıyor musunuz hocam?' dedi gülümseyerek. Olabilir deyince anlattı. Yanından geçtiğimiz bir kayada yukarıdan aşağıya doğru, üstü geniş, altı dar bir oyuk var. Boğmaca hastalığına iyi geliyormuş diye kadınlar çocuklarını bu oyuktan geçiriyorlarmış. Onun hemen devamında daha büyük ve uzun başka bir oyuk daha var. Tepeden merdivenle iniliyor, bir metre kadar mesafeden de aşağı atlıyorlarmış. Astım hastalığına iyi geliyormuş. 'Kaç tane kadın buradan atlarken ayağını kırdı.' dedi hoca. İster istemez güldük. Bu arada üç dört çocuk kaydıraktan kayar gibi tekrar tekrar kayaların üzerine çıkıp buradan atlamaya devam ediyordu. Oyun mu oynuyorlardı, yoksa astım hastası idiler de anneleri mi gidip atlayın demişti, anlayamadım, ama 'Çocuklar, dikkat edin de bir yeriniz kırılmasın.' diye uyarma gereği hissettim. Dikkat ettim, yan tarafında bir yazı var; 'Hayırlısıyla erkek evlat ver.' Demek ki sadece hastalığa iyi gelmiyormuş diye düşündüm. Bir anlığına buruk bir gülümseme kondu dudaklarıma.

Bu kayalar tarihe şahitlik etmiş. Ben bu tür kayalara 'kültürlü kayalar' diyorum; böyle yerlerdeki topraklara da 'kültürlü topraklar'.

Biraz daha aşağıda, Tekke'nin ağzı doğuya doğru geniş açılı bir daire gibi olan bir mağara var. Şeyh Mesud'un kaya mezarlarını genişletip mescide dönüştürdüğü yer burası. Duvarlardaki oyuklar, belli ki o mescide ait. Çevresindeki oyuklar Tekke'nin öğrenci odaları imiş. Ortasında da daha önce söz ettiğim Şeyh Mesud'un bizzat açtırdığı sarnıç var. Sarnıcın güneyindeki kayanın üzerinde de Urfa'daki o en eski kitabe. Arapça. Selçuklu tarzı çiçekli kufi yazıyla üç satır halinde yazılmış. 'Bu sarnıç, Nişaburlu Said Hengel'in oğlu Mes'ud tarafından 10 Receb 579 (M. 30 Ekim 1183) tarihinde oyulmuştur. Kim Allah'ı yardıma çağırırsa, Allah ona ve bütün Müslümanlara yardım ve merhamet etsin.' Tavanda kayaya oyulmuş yedi deliğe, mescitte sabahlara kadar ders çalışan ya da zikir çeken öğrencilerin boyunlarına bağladıkları ipler asılırmış. Uyuyup da boyunları düşünce uyandırsın diye… Çok ilginç gerçekten. Üniversitedeyken sınav dönemlerinde uykumu kaçırmak için boynuma ıslak bez asıp sık sık yüzümü sildiğimi hatırladım. Ve uykulu uykulu kıldığım namazları…

Kitabe oldukça yıpranmış, hatta yer yer kırılmış. Bu kadar önemli tarihi bir belgenin bu kadar açıkta ve ulaşılabilir olması gerçekten şaşılacak bir durum. Etrafta hiçbir güvenlik tedbiri yok. Tekkenin kapısı kapatılınca sorun yok, ama çevresindeki tarihi ve dini kalıntılar tamamen tehlikeye açık. Daha sonra İsmail Hoca da anlattı ki, etrafta uyuşturucu bağımlısı birçok genç dolaşıyor; gelip burada ve yakın çevresindeki kaya oyuklarında uyuşturucu kullanıyor, ateş yakıyor, abdest bozuyor. Biz de orada ve dolaştığımız diğer yerlerde bunun izlerini gördük. Birçok yer yakılan ateşlerden dolayı simsiyah. Bir zamanlar içerisinde ibadet edilen küçük odaların içi insan dışkısı ile kaplı, kokudan girilmiyor. Yazık, çok yazık!

Sonra oradan da çıkıp kayaların üzerinde dolaştık. Bazı sarp yerlere zorlukla, hatta İsmail'in yardımı ile çıktım. Bazen kendi kendime hayret ediyorum ve gülüyorum. Şimdi şurada düşüp bir yerimi kırarsam, belki üzülenler de olur ama birçokları da 'Olacağı buydu. O yaşta ne işi var oralarda?' der diye düşünüyorum. Fakat yine de kendimi alamıyorum.

İsmail Hoca ayrıldıktan sonra İsmail ile ikimiz kayaların üzerine, en tepeye çıktık. Çok güzel! Beyaz bulutlarla kaplı gökyüzü, tarihi kalıntılarla dolu yeryüzü. 'Kültürlü kayalar' ve artık yaprakları sararmaya başlamış ağaçlar, çayır çimen iç içe… Tarih ve tabiat bir araya gelince mest ediyor beni. Roma dönemine ait kaya mezarları ile bugüne ait Müslüman mezarları yan yana. Sekiz asır öncesine ait tekke, mescit ve kayalara oyulmuş ibadet odaları… Avludaki bankta oturmuş sohbet eden kadınlar ve onların ortalıkta keyifle dolaşan çocukları… Hayat ve ölüm de bir arada. Uzaklardaki gecekondular ve daha ötelerde hafif sis perdesinin ardında kalan Urfa… İçimde her türden duygu karmakarışık, fakat şu an itibariyle huzur hepsine hakim. Bende huzurla beraber her zaman hüzün de olur. Yine var… Güneş ufka yaklaşmış. Günün sonu yaklaşıyor. İçimden bir ses, 'Günün bitimi gibi hayatın da bitecek.' diye fısıldıyor. 'Binlerce yıldır buralara gelen milyonlarca kişiden biri de sen olacaksın. Uyan, aklını başını al.'

İsmail, bugünlük bu kadar yeter herhalde hocam diyor. Yeter diyorum. Programımızda 'Deyr Yakup Manastırı da vardı, ama bugün artık mümkün değil. Arabamıza binip dönüyoruz. Yorgun muyum bilmiyorum. Fakat içim huzurla dolu. Huzur ve kardeşi hüzünle… Arabaya binerken meydanın kuzeyindeki çift gözlü 'Hayriye Kaysı Hayratı' ilişiyor gözüme. Düzgün kesme taşlardan yapılmış. Her iki gözü de kör tıpa ile tıkalı. Ne anladık bu işten? İnsanların suyunu içmesini ve sahibine dua etmesini umarak yapılmış olan hayratın hayrı engellenmiş olmuyor mu?

Arabaya binip geriye dönerken hayatın ne kadar karmaşık olduğunu düşündüm. Fakat kafalarımızın içi hayattan daha karışık sanıyorum. Arasından geçtiğimiz bu gecekondularda yaşayan insanların dünyası da çok karışık. Az sonra içine karışacağım Urfa'nın, Türkiye'nin ve dünyanın gündemi de çok karışık. Yaşamakta olan 8 milyara yakın insanın içi dışından daha da karışık. O 8 milyardan biri olan benim de kafam, kalbim, dünyam karmakarışık… Durulayım diyorum. Hayatıma bir 'format' çekeyim. O malum yolculuğa daha sıkı hazırlanmam lazım. Öte taraftan bir yılı aşkın bir süredir sürdürdüğüm yolculuklar esas yolculuğuma dahil değil mi, diye soruyorum kendi kendime…