Hali pek yamanmış.
Şurası, hemen bitişiğimiz, komşumuz.
Ama elimiz kolumuz yetmiyor.
Dünden beri gitmeyi kafama koymuş, bir iki teşebbüsümden sonuç alamamıştım.
Kendi kendime "Artık yaşlanmışsın, işe yaramazsın. Ne diye alıp da yük etsinler kendilerine?" diye söyleniyorum.
Zaten bütün duygusallığım üzerimde. Bir de bu düşünce eklenince tam oluyor.
Kahvaltıdan sonra Yardımeli Derneği'nden Mustafa Tosun Hoca aradı. "Bir arkadaşımızın mazereti çıktı. Bir kişilik yerimiz var. Gelmek isterseniz eğer..."
"Gelmem mi?"
Hemen hazırlanmaya başladım.
Bizimkiler "Ne işin var?" diyor. Üsame oğlum "Senin yerine ben gideyim." diyor.
"Olmaz ben gideceğim."
Akrabalar duyunca kendi aralarında para topladılar.
"Bugün değil de ne zaman?" diyorum.
Bu arada öğreniyorum ki Üsame de dün internet üzerinden 10 bin lira göndermiş. Nasıl gurur duyuyorum oğlumla.
Meğer büyük damadın öğretmen ablası da arkadaşları ile organize olmuş, Adıyaman'a gönderilmek üzere bir hayli ekmek ve çocuk bezi almışlar. "Siz götürür müsünüz?" dediler.
"Götürmem mi? Canıma minnet..."
Saat 11.00 civarında yola çıkıyoruz.
Fuar Merkezi'nin orada ekibe katılıyorum.
Yaslıca'da daha büyük bir grup bize katılıyor.
Çok aktif bir hanım kardeşimizin gayreti milleti de gayrete getirmiş.
Kadın erkek çok kalabalık. Bir kamyon dolusu çeşit çeşit eşya. Herkes karınca kararınca bir şeyler vermeye çalışıyor. Poşet poşet taşıyorlar.
Tam bir seferberlik hali.
Bu insanlık ve kardeşlik gayreti duygularımı coşturuyor.
Ver elini Adıyaman...
Mustafa Hocam Adıyamanlı. "Yakın aile üyelerimizde bir şey yok." diyor. "Ama tanıdıklardan vefat eden çok."
Adıyaman sınırlarını geçiyoruz.
Benzin almamız lazım. Bizim için değil, Mustafa Bey'in Adıyaman'daki abisi için. Orada yokmuş. Ama benzinliklerde de yok.
Nihayet Adıyaman...
Uzaktan etrafındaki dağlar, tepeler görünüyor.
Bembeyaz kar kaplı.
Hava açık, gökyüzü mavi.
Esentepe denilen yerde, bir benzinlikte birkaç pet şişe benzin alabiliyoruz.
Çok soğuk. Esiyor da...
İlk depremzedeleri de orada görüyoruz.
Bir karı koca benzinliğe sığınmış. Vitrinin hemen ardında yattıkları yer görünüyor.
Kadın elini sallıyor, başına vuruyor, ağıt yakıyor.
Yaklaşıp konuşuyorum. Ailede ölen yokmuş ama evleri dümdüz olmuş. "Her şey bitti." diyorlar.
"Hiç olmazsa canınız sağ." diyerek teselli etmeye çalışıyorum. Fakat o anda bunun ne kadar yavan kaçtığını anlıyorum.
Yine o anda düşünüyorum, gittiğim zaman oradaki insanlarla konuşma fırsatı bulduğumda ne diyeceğim?
Bu insanlar nasıl teselli edilir?
Beklerken birkaç tanıdığa denk geliyoruz.
Onlar da arabalarını doldurmuşlar, Adıyaman'a gidiyorlar.
Yollar Adıyaman'ın imdadına koşanlarla dolu.
"Keşke hep böyle dayanışma içinde olabilsek." diye düşünüyorum.
Polis kontrol noktasında şehre girişle ilgili sıkıntı çıkmıyor.
Esas sıkıntı trafik.
Uzun araç kuyrukları... Trafik ışığı yok. Polis olup olmadıklarını anlayamadığım bir takım kimseler sürücüleri yönlendirip akışı sürdürmeye çalışıyorlar.
Şehre girişimiz yarım saat kadar sürüyor.
Kendimi biraz sonra göreceğim manzaralara hazırlamaya çalışıyorum.
Şehir merkezine girişe izin verilmiyor. Esas büyük yıkım orada. Görmemiz mi istenmiyor? İmkan mı yok? Başka bir sebebi mi var? Bilmiyorum.
Batıdan ilerliyoruz. Şehrin yeni yapılaşan kısımları.
Mustafa Bey, "Buradaki evler çok yeni, fazla bir şey olmamıştır." diyor.
Diyor diyor ama öyle değil.
Daha ilk andan itibaren depremin vurduğu evler görünmeye başladı.
Şimdiye kadar sadece televizyon ve İnternette gördüğüm manzaraların gerçeği. Duvarları çatlamış, yana, öne, arkaya yatmış, duvarları yıkılmış, bir tarafı tamamen göçmüş güzelim evler...
Ve o evlerin arasında üst üste yıkılmış, ezilmiş olanlar. Birkaç katlı pasta ya da sandviçe benziyor.
Dehşet verici. Ürkütücü. Korkunç!
Kelimelerle izahı mümkün değil.
Diğerleri gibi benim de ağzımdan habire ünlem kelimeleri dökülüyor. "Vay anam! Vah! Aman Allah'ım! Aman Yarabbi!"
Daha ilk andan itibaren duygularımın dumura uğradığını fark ettim. Yol boyunca sürekli ağlıyorken burada donup kaldım.
Herkes öyle.
Artık arabaları durdurup dışarı çıkıyoruz. Getirdiklerimizi dağıtmaya çalışıyoruz.
İnsanların hepsi donmuş gibi. Kadın erkek, yaşlı genç herkesin yüzünde aynı donuk ifade.
Alırken de, teşekkür edip reddederken de aynı.
Bir çaresizlik, yenilmişlik, kaybetmişlik, bitmişlik hali. Galiba en uygun ifade "donma".
Arada bir kadınlar bozuyor, çözüyor bu donmuşluğu. Gruplar halinde oturmuşlar. Türkçe, Kürtçe ağıt yakıyorlar.
İşte o zaman ben de dayanamıyorum.
Şu ezilen beton yığınlarının altında bu insanların canları var. Kim bilir her biri kimini kaybetti? Kaçı öldü, kaçı can çekişiyor?
Elektrik yok!
Su yok!
Doğal gaz yok!
Mecburen yok. Çünkü çok tehlikeli.
İnsanlar ısınmak için evlerinin enkazından çıkardıkları ahşap parçalarını yakıyor.
O tamamen ezilen enkazların çoğunda birer kepçe var. Ancak hareket az. Bu durgunluğa bir anlam veremiyoruz.
Oysa bugün 3. gün. Altta yaşayan varsa bile son demlerindedir. Açlıktan veya soğuktan ölmek üzeredir.
Gelmeden insanlarla konuşmayı düşünmüştüm. Ancak şimdi içimden gelmiyor. Ne konuşayım? Onlar ne desin? Her şey ortada. Adet yerini bulsun diye bazılarına "Geçmiş olsun." diyorum. O kadar.
Bir şey dikkatimi çekti. Meşhur zincir marketlerden birinin kapısı, camları kırılmış. İçerisi berbat.
Yağmalanmış.
Daha sonra bu durumda başka şubeleri de görüyoruz.
Hiç yadırgamıyorum. Tamamen insani refleksler. Hayatta kalma içgüdüsünün bir tezahürü. Normal zamanlarda böyle bir şeyi aklından bile geçirmeyen insanlara böyle bir zamanda çok normal bir şeymiş gibi gelebilir.
Zor ilerliyoruz. Her yer enkaz yığını. Her birinin başında kalabalık. Hep öyle çaresizlik hali. Yorgunluk, bezginlik. Sanki bırakmışlar kendilerini.
Empati kurmaya çalışıyorum. Dayanılır gibi değil.
Vakit ilerliyor.
İnsani ihtiyaçlar. Namaz.
Maraşlılar Camiine giriyoruz. Su yok. Tuvaletler berbat.
Pet şişe suyu ile abdest.
İlk günden beri olduğu gibi namazı cem ediyorum. Üstelik seferi olarak.
Arkadaşları beklerken caminin karşısında karşılıklı iki koltuğa oturan yaşlı bir karı koca ile diyalog kurmaya çalışıyorum. Evleri yıkılmış. "Gece ne yapıyorsunuz?" diye soruyorum. "Burada böylece sabahlıyoruz." diyor kadın.
Bu yaşta, bu soğukta... Çok korkunç ve inanılmaz geliyor. Ama gerçek. Sade onlar değil, yüzbinlerce kişi bu şartlarda yaşamaya mahkûm.
Galiba burada en çok çadıra ihtiyaç var. AFAD'ın dağıttıkları yeterli gelmemiş.
Sokaklarda gelişigüzel dolaşmaya devam ediyoruz.
Plakalarına bakıyorum. Ülkenin doğusundan, batısına her tarafından yardım arabaları var. Sanıyorum en çok Urfa'dan.
Müthiş bir dayanışma örneği...
Yiyecek, giyecek, yatacak, hemen her şey bol bol dağıtılıyor. Özellikle çocuk bezi. Düşününce ne kadar önemli olduğunu anlıyorum.
Farkına vardığım bir şey de cep telefonlarının önemi. Ekmek ve su kadar önemli. Böyle bir zamanda telefon olmasaydı her şey çok daha kötü olurdu.
Biz dahil herkesin elinde telefon. Herkes sürekli bir yerlerle konuşuyor.
Kadınlar daha az. Onlar daha çok ağlaşıyor.
Bir de çocuklar. Onlar her yerde, her zaman çocuk.
Üzerinde büyük bir kalabalığın olduğu çok büyük bir enkaza yaklaşıyorum. Altında kalan bir öğrenci servisini fark ediyorum. Bir tarafta kadınlar sesleri kısılmış, yorgun, ama ağlaşmaya devam ediyorlar. Enkazın üzerinde vatandaşların mücadelesi sürüyor. Bir yandan kepçe çalışıyor, bir yandan inşaat demirleri kesiliyor.
Aşağıda 4-5 kişinin olduğu söyleniyor.
Sosyal medyadan canlı yayına geçiyorum. İnşaatın üstüne çıkıp çalışmaları yakından gözlemek istiyorum. Ayaklarımın altında canların olabileceği düşüncesi çok rahatsız edici.
Yan tarafta yan yana dizili çok sayıda araba enkazın altında mahvolmuş.
Ömür boyu bir ev bir araba sahibi olmak için uğraşan insanların bütün bir ömür sermayeleri bir gecede yok oldu.
Yine bir ömür boyu taksit ödeyerek aldıkları beyaz eşya, mobilya, perde, kap kacak, çocuk oyuncakları, kitaplar, her şey, her şey moloz yığınları arasında çöplük malzemesine dönüşmüş.
Bir ömrün biriktirdiği sermaye bir gecede, saniyeler içinde yok olmuş.
Ne kadar ibretlik bir durum!
Bir ara 400 yataklı devlet hastanesini görelim diyoruz.
Mustafa Beyin, "Daha geçen hafta babamı getirmiştim; çok temiz, düzenli ve sakindi." dediği hastane şimdi çok kötü durumda. Her tarafı çer çöp dolu. Büyük bir karmaşa hakim.
Giriş katın ortası, toplu olarak kullanılan çok büyük bir masaya çevrilmiş. Üzerinde tıbbi yardım malzemeleri. Etrafındaki doktorlar ve diğer sağlıkçılar sağa sola yetişmeye çalışıyorlar.
Sedyelerde, sandalyelerde yaralılar... Acil müdahaleler yapılıyor.
İç parçalayan görüntüler, konuşmalar...
Bir başkasının koluna girdiği gözleri morarmış genç bir kadın telefonda tekrar tekrar "Anne kocamı kaybettim. Anne çocuğum öldü." diyor.
Orta yaşlı bir adam "Cenazemizi arıyorum." diyor birisine.
İçim yanıyor. Gözlerim yaşarıyor.
"Nasıl bir hal Yarabbi! Ne olacak bu insanların hali?"
Bahçenin bir köşesinde Türkiye Diyanet Vakfı'nın kurduğu çadırlar var. Bir müftü bizzat işin başında.
Gördüğümüz en düzenli çalışma onlara ait. Buna rağmen ortalık keşmekeş içinde. Her çeşit yardım malzemesi ortalıkta. Bir yandan alınıyor, bir yandan dağıtılıyor.
Biz de yanımızdaki malzemelerin bir kısmını onlara teslim ediyoruz.
Bir yandan "Devlet, resmi görevliler nerede?" diye soruyorum.
Bir yandan tarihin gördüğü bu en büyük deprem hangi ülkede olsa, müdahale ve mücadele etmek çok zor olurdu, muhakkak aksaklıklar görülürdü." diyorum.
Yine de daha iyi olmalıydı diyorum ama.
Çok sayıda asker hızla sahaya çıkmalıydı mesela. Onlar daha organize. Genç. Hem kurtarma çalışmalarına katılmalı, hem depremzedelere yardım etmeli, hem güvenliği sağlamalıydı.
Üç gün geçti. Artık ölen ölmüştür. Olan olmuştur.
Can kaybı 15 bini aşmış.
25 bin, 35 bin olur diye düşünüyorum.
50 bin, 100 bin diyenleri duyuyorum.
Korkunç! İnanmak istemiyorum. Fakat görünen o ki gidişat o yönde.
Allah'a sığınmaktan başka çare yok.
Dudaklarımız adete otomatiğe bağlanmış.
"Ya Rabbi! Sen yardım et."
Enkaza dönmüş başka bir apartman. Üzerinde yoğun bir çalışma var. Kalabalığın toplandığı ta üst tarafa kadar çıkıyorum. Üzerine bir bez çekilen alanda bir cana ulaşılmış. Yaklaşıp bakıyorum. Toprağa bölenmiş 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun cesedinin üzerine fermuar çekiliyor. Ve hızla indirilip ambulansa konuluyor. Kadınların çığlığı yükseliyor.
Sözün tükendiği yer.
"Allah'ım ailesine sabır ver."
Akşam yaklaşıyor. Hava kararmaya ve daha da soğumaya başladı.
Gece çok daha zor olacak.
Bu insanlar şehirde veya başka şehirlerde daha uygun yerlere taşınmalılar.
Yoksa böyle gitmez. Bu insanlar, özellikle bebekler ve yaşlılar kırılır.
Beraberimizde getirdiğimiz eşya kalmadı sayılır.
Dönüşe geçiyoruz ama ne mümkün?
Bir takım görevliler, bizi sağa sola yönlendiriyor. Yol boyu adım başı ateşler yakılmış.
Kadınlar ateşin etrafında, erkekler de onların etrafında kümelenmiş. Alevler ve dumanlar arasında kendilerini akışa bırakmışlar.
Yer yer jeneratör ışığında arama çalışmaları sürüyor. Ufak da olsa bir umut. Acaba bir ses mi duydular?
Biz de kendimize göre çaresiziz.
Elimizden hiçbir şey gelmiyor.
Bize bakan gözler karşısında utanıyorum.
Birazdan onları o halde bırakıp kendi rahat şartlarımıza döneceğiz.
Lakin hiç kolay olmuyor.
Belki iki saat şehrin sokaklarında dolaşıyoruz.
Tekrar tekrar merkezi görme gayretimiz sonuçsuz kalıyor.
Kendi kendime "Görüp de ne olacak?" diyorum.
Adıyaman böyle ise ya Hatay, ya Maraş?
Yola koyuluyoruz.
Urfa'nın durumu çok çok iyi.
Allah diğer illerdeki kardeşlerimizin yardımcısı olsun.