Şimdi, şu an deniz yanı başımda. Tıpkı içten bir dost, bakışlarla anlaştığım sevgili, bitmesini istemediğim bir kitap gibi içimde, yanı başımda. Denizin o engin, o sonsuz, o bitimsiz derinliği ve uzaklığı beni başka, bambaşka adreslere yollamayı gayet iyi biliyor. Ve zaten ruh olarak hangimiz buna meyyal değiliz ki?
Hangimiz başka, bambaşka adreslerde olmaya, başka isimlerde, başka harflerde, başka kelimelerde, başka renklerde yön bulmaya amade bir halde değiliz?
Ve herkes gibi şunu biliyordum: Kendime, ama yalnızca kendime gitmeye, o kayıp adreslerde kendimi bulmaya gücüm yeterse, belki bir adım daha yaklaşırdım ruhuma, yani kendime. Yani denize, yani sonsuzluğa, yani o içimde gizlenen uzağa…
Haşmetli denizin yanı başında uzaklara dalmayan, ruhuna varmayan ve o sonsuzluğu ta içinde duymayan insan sahi neyi duyabilir ki? Ötelerden büyük bir sesle, gizli bir haberle yanı başımıza kadar gelen o haşin dalgaları bedeninde duymayan, ona kavuşmayan neye kavuşabilir ki? Kavuşmaktan öte başka bir anlam yeşermiyorsa içimizde, acz içindeki garip ve biçare bedenimizde duymuyorsak o sesi, sahi neyi duyabiliriz ki?
Kasım ayının ve sonbaharın diriliğine yenik düşmüş yorgun güneşin ara ara yüzünü göstermesi, çoğunlukla da yüzünü çevirmesi ayrı, apayrı bir yazı konusu belki. Ama şunu bizlere itiraf ettirir gibi değil mi güneş: Bana meftun olan bedenler, ruhlar, gözler bana doymayı bir türlü bilmez, bilemez…
Ve rüzgar. Kendine has derin ve tarifsiz asaletiyle ne de hoş bir ses, bir telaş bırakıyor uçsuz bucaksız bu denize. Bedenimize. Adını, varlığını nasıl da çiviliyor kainata. Nasıl da haykırıyor denize ve güneşe ve dalgaya: Her şey bir.
Ve sapsarı, güneş rengi saçlarıyla bir çocuk. Kumsalda. Nasıl da oyalanıyor incecik kumlarla. Belki o her şeyden bihaber, ama her şey bizatihi onda nasıl da apaçık. Gün gibi, güneş gibi apaçık. Minicik, dal gibi parmaklarıyla kumlara çiziyor belki de mutluluğu. Yüzünden huzur ve sükûnet dökülüyor kumsala. Oradan dalga marifetiyle deniz içine alıyor onu. Rüzgar sarılıyor bütün benliğiyle. Güneş kapsıyor onu ve haykırıyor: Her şey bir.
Ve gece bütün karanlığıyla doluyor adeta denize. Bütün sırrıyla. Bütün yalnızlığıyla. Ve deniz kavuşuyor o esrarlı karanlıkta mahzun bir dolunaya. Sözün bittiği yer burası belki. Burada artık susma zamanı. Durmak, duymak, uzun uzun dinlemek ve yorgun düşme zamanı.
Ve yine bir şaire, Edip Cansever'e kulak verme zamanı belki de:
Birgün, bir uzun gün hep denize baktık / Miller ve ağırlıklar bitti / Gelip geçmeler bitti, gemilerin / Beyaz ve kocaman gövdeleri / Gözün kahverengi suyuna geldik./
Evet. Deniz ve rüzgar ve güneş ve gece ve ay. Ve uzun bir gün ve uzun bir bakış. Sahi neyi anlatıyor tüm bunlar. Bilmem, belki de her şey bir.