ONUNCU BÖLÜM
Güneye doğru 100-150 metre kadar ilerleyince, yolun Atatürk Mahallesi tarafında, Karakoyun Deresine varmadan önce yokuş üzerinde uğramam gereken bir yer var: 'Ayışığım Yetim ve Öksüz Derneği'. Urfa'nın yüz akı kuruluşlarından biri.
Bir grup genç arkadaş Urfa usulü sıra gecesine başlıyor. Her hafta bir gece birinin evinde bir araya gelip sohbet ediyorlar. Bir keresinde konu yetim ve öksüz çocuklara geliyor. İçlerinden biri babasını küçük yaşta kaybetmiş; yetimliğin ne demek olduğunu yaşayarak biliyor. O gece geç saatlere kadar bu konu üzerinde konuşuyorlar. Sonlara doğru sohbet 'Biz onlar için bir şey yapabilir miyiz?' noktasına geliyor ve bir karara varıyorlar: 'Her ay aramızda bir miktar para toplayıp bir yetimi sevindirelim.' Öyle de yapıyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Yaptıkları hayır onları çok mutlu ediyor. Düşüncelerini sağa sola da açıyorlar. Duyanlar çok ilgi gösteriyor ve bu hayra katkıda bulunmak istiyorlar. İş gittikçe büyüyor. Daha çok para, daha çok yetim ve öksüzün sevinmesi demek. Nihayet bu işi resmiyete bağlamaya karar verip 2006 yılında bir dernek kuruyorlar. Yetim ve öksüzlere bir umut ışığı olsun diye adını 'Ayışığım' koyuyorlar. Ekibin samimi ve özverili çalışmaları semeresini veriyor. Ayışığım hızla büyüyor. Önce il merkezini, sonra köyleri ve ilçeleri aydınlatmaya başlıyor.
Burada tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak; ama gayet profesyonelce bir hizmet veriliyor. Binlerce aile, düzenli olarak gıda, giyecek ve ev eşyası ihtiyacını buradan karşılıyor. Üstelik incinmeden, alışveriş yapar gibi, kendi istediklerini seçerek… Derneğin sloganı 'Paranın geçmediği tek market.' Gönüllü anneler, genç kızlar ve erkekler, aileleri sürekli takip edip ihtiyaçlarını tespit etmeye, karşılamaya ve onları mutlu etmeye çalışıyorlar. 'Yetim evi şen olsun' diyerek bazılarının evleri tamir ediliyor, bazılarına yeni ev alınıyor. Evlenecek genç kızlara imkan nispetinde çeyiz yardımı yapılıyor. Çocuklar ve anneleri her bayram baştan ayağa giydiriliyor. Yılın değişik zamanlarında eğlence programları düzenlenip çocukların gönlü hoş tutuluyor. Mektup yoluyla yetimlerin en büyük hayalleri tespit edilip gerçekleştiriliyor. Binlerce ilk, orta, lise ve üniversite öğrencisine, öğrenimlerinin sonuna kadar olmak üzere her ay burs dağıtılıyor. Daha neler neler? Her geçen gün hizmet ağları da, hizmet alanları da büyüyor, çeşitleniyor.
Uzun zaman önce gidip tanıştım. Başlarında İbrahim Ural adlı genç bir öğretmen var. Öğretmen, hoca, esnaf, ev hanımı, hepsi birbirinden değerli samimi insanlar. Bir kısım çalışmalarına iştirak ettim. Bazı toplantılarında çocuklara ve ailelerine konuşmalar yaptım, kitap imzaladım, fidan dağıttım. Bayramlık dağıtmak üzere evlere gittim. Tanıtımlarına katkıda bulunmaya çalıştım. Yetimlerin bir eğlence programına ailecek katıldık. Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Beyin babası, eskiden beri tanıdığım, Urfa'nın sevilen sayılan simalarından emekli öğretmen Mehmet Ural da bütün mesaisini buraya veriyor, ekibe abilik yapıyordu. Geçtiğimiz yıl koronadan dolayı hayatını kaybetti. Çok üzülmüştüm. Burada en sık görüştüğüm isimlerden biri de Okul Müdürü Feridun Malay. Birçok programa onun daveti üzerine ve onunla beraber katıldım.
Şimdi yürüyüş sırasında buraya kadar gelmişken uğramamak olmazdı. Hayırseverlerin desteği ile çok kısa zamanda yaptıkları altı katlı binaları çok güzel, temiz, pırıl pırıl. Bodrum kat depo, zemin kat market, onun bir üstü giyim mağazası, daha üsttekilerde idari birimler var, en üst kat salon.
Zaman zaman uğradığım için çalışanlar da beni tanıyor. Girişte beni onlardan biri olan Mehmet Ali Bozak karşıladı. O sırada orada idarecilerden Müfit Vert varmış. Odasına çıktık. Aslında fazla oturmaya niyetim yoktu. Ancak sohbet koyulaşınca zaman çabuk geçti. Sonlara doğru yardım gönüllüsü bir çift geldi. Eskişehirlilermiş. Hanım öğretmen olarak Urfa'ya atanmış, eşi de sınav test kitapları ticareti ile uğraşıyormuş. Ayışığım'ın adını duyunca tanımak ve kafalarına yatarsa yardım etmek üzere gelmişler. Daha ilk andan itibaren kafalarına yattı sanıyorum. Gıpta ettim. Yardım etmek için ayağına gidilen değil, yardım etmek için arayan insanlar. Böyle insanların varlığı, benim gittikçe azalan insanlık ve gelecek umutlarımı tazeliyor. Müsaade isteyerek ve hem bedenen, hem ruhen dinlenmiş olarak ayrıldım.
Yokuş aşağı inince yolun sonu Karakoyun Deresine çıkıyor. Şehrin tarih boyunca en önemli akarsuyu. Tarihte Skirtos ve Daysan Irmağı adlarıyla anılmış. Şehrin batısında Direkli ve Demircik taraflarındaki kaynaklardan beslenerek ortaya çıkıyor. Özellikle kış ve bahar aylarındaki yağışlarla birlikte ortaya çıkan dereciklerin birleşmesiyle büyüyor.
Eskiden, bugünkü Piazza AVM'nin yakınından Haleplibahçe'ye dönüp Halilurrahman ve Aynzeliha Göllerine dökülür, göllerden beslendikten sonra doğuya doğru akıp Harran Ovasına iner, güneydoğuya yönelir, burada kuzeyden gelen çay ile birleşip akışını sürdürürmüş. Kuzeyden gelen çayın adı 'Sırın Çayı', onunla birleşerek oluşturduğu derenin adı da 'Cülap Deresi'.
Dere, Urfa gibi suya hasret bir şehirde geçtiği yerlere hayat vermiş. Şehrin ilk kurulduğu Neolitik Dönemden yakın zamanlara kadar hem içilmiş, hem temizlik başta olmak üzere ev ve iş yerlerinde kullanılmış. Tabii ki o zamanlar insanların en önemli geçim kaynağı olan tarımsal faaliyetlerde de büyük rol oynamış. (Mehmet Sait Şahinalp , 'Şanlıurfa Şehri'nin Kuruluşuna Etki Eden Etmenler', Coğrafi Bilimler Dergisi, 2006, 4 (1), 105-127)
Derenin adı, Urfa'nın Edessa olduğu Osroene Krallığı ve daha sonraki Roma İmparatorluğu zamanlarında Daysan Irmağı. O sıralar henüz Haleplibahçe'den güneye yönelip Balıklıgöllere dökülüyor. Özellikle kış ve bahar aylarında meydana gelen aşırı yağışlar yüzünden zaman zaman taşıp sele dönüşüyor ve şehirde büyük can ve mal kayıplarına sebep oluyormuş. 201 Yılının Kasım ayındaki büyük taşkında 2000'den fazla insan boğularak can vermiş, çevredeki çok sayıda bina yıkılmış. 303 Mayıs'ında, 413 Mart'ında ve 525 Nisan'ında da benzer felaketler yaşanmış. Bu son felakette, yine binlerce insan ölürken hem Haleplibahçe'deki köşk, hamam ve diğer binalar, hem de Halilürrahman/Balıklıgöl çevresindeki krallık sarayı ve mabetler zarar görmüş. Bunun üzerine Edesssa (Urfa) Kralı Abgar, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen'e (527-565) mektup yazarak sorunun çözümü için yardım istemiş. İmparator da İstanbul'dan Urfa'ya birçok mühendis ve büyük miktarda para göndermiş. Gelenler önce derenin Haleplibahçe'ye dönüş yoluna günümüze kadar ulaşan bir duvar/bent yapmışlar. Sonra da doğuya doğru bugünkü yatağını kazdırarak derenin şehir dışından akmasını sağlamışlar. Dere sur boyunca önce doğuya sonra güneye yönelip önceden olduğu gibi Harran Ovası'nın başladığı düzlüklere doğru akmaya devam etmiş. Böylece o günkü şehri sel felaketlerinden kurtarmışlar. Derenin yönünü değiştirmek için Haleplibahçe sapağına büyük kesme taşlardan yapılan 2.5 metre yüksekliğinde ve yaklaşık 200 metre uzunluğundaki bent, yol yapım çalışmaları sırasında tahribata uğrasa da halen varlığını sürdürmekte olup Urfa halkı arasında 'Kaldırım' olarak anılmaktadır. Cihat Kürkçüoğlu , 'Urfa Fotoğraflarla Evvel Zaman İçinde', s.285)
O dönemdeki Urfa halkının, bu büyük iyiliğinden dolayı, şehri imparatora nispet edip uzun bir zaman 'Justinianopolis' (Jüstinyen Şehri) olarak çağırdıkları rivayet ediliyor.
Gerçi Urfa daha sonra da sel baskınlarına uğramış ama bunların tahribatı daha az olmuş. Mesela 668, 725, 740, 743, 1104 yıllarında sel olduğuna dair kayıtlar var. Elimizde bilgi olmasa da Osmanlı zamanında da tekrarlandığını tahmin etmek zor değil. Cumhuriyet Döneminde de ara ara görülmüş. Bazılarını ben de hatırlıyorum. Bu yürüyüşlere ilk başladığım, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Kamberiye Mahallesini yazarken, hemen kenarından geçen Karakoyun Deresinden ve bu sel baskınlarından da söz etmiştim. Normal zamanlarda çok az ve zayıf akan, yazın neredeyse kuruyan dere, yağışın çok fazla olduğu bazı yıllarda birden bire sele dönüşür, yükselir, hızlanır, önce önüne kattığı çöpü, kiri katarak simsiyah akar, sonra tarlalardan sürüklediği kırmızı toprağın rengine bürünür, sular çekildikten sonra da bir süre berrak bir şekilde akar, hatta içinde balık olur, sonra da etrafındaki kanalizasyonların etkisiyle normal zamanlardaki pis, kokuşmuş haline dönerdi. Sel olduğu zamanlarda bazen içine birilerinin, özellikle çocukların düştüğünü, boğulduğunu, sürüklendiğini, cesedinin bilmem ne kadar uzaklarda bulunduğunu duyardık. 1980'lerde olduğunu tahmin ettiğim bir seferinde ise sular Süleymaniye ve Akabe Mahallelerinin İpekyol'a ulaştığı mıntıkada yatağından taşmış ve birkaç çocuğun ölümüne sebep olmuştu.
Daysan Deresi, Urfa'nın 15. Yüzyılda Karakoyunlu Devletinin hakimiyetine girmesinden sonra bugünkü 'Karakoyun Deresi' adını almıştır. O dönemde etrafında bazı genişletme çalışmaları ile beraber üzerine bir de köprü yapılmış.
1940'lı, 50'li yıllara kadar derenin suyu, küçük değişiklikler olsa da yıl boyu düzenli olarak akarmış. O zamanlar temizmiş, etrafı yeşillikmiş; o yüzden aileler çoluk çocuk gelip etrafında piknik yaparmış. Sonraki yıllarda iklim değişiklikleri sonucunda yağışın azalması ile suyu azalmış. Buna paralel olarak köyden şehre göçün hızlanması ile beraber etrafı gecekondu mahalleleri ile dolunca ve bunların kanalizasyonları dereye bağlanınca suyu, aynı mahalleler çöplerini atınca da etrafı hızla kirlenmiş.
Ahmet Bahçıvan'ın belediye başkanlığı döneminde (1994-2004) derenin Köprübaşı'ndan Beykapısı tarafına kadar olan kısmının üzeri Karakoyun Parkı yapılarak örtüldü. Aynı dönemde, Köprübaşı'ndan Samsat Köprüsüne kadar olan kısmının üzerine de, daha önce söz ettiğim Karakoyun İş Merkezi yapıldı.
Ahmet Eşref Fakıbaba'nın belediye başkanlığı döneminde (2004-2014) ise, batıda Direkli'den başlayıp güneyde GAP Arena Stadyumu'na kadar devam edecek olan ve yaklaşık 20 dönümlük bir alanı kapsayan 'Karakoyun Deresi Islah Projesi' başlatıldı. Burayla ilişkili bir proje de Samsat Meydanı Düzenleme Projesi olup ÇEKÜL (Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı) Başkanı Prof. Dr. Metin Sözen'in görüşleri doğrultusunda bir cazibe merkezi oluşturmak amacıyla başlatılmıştı.
Hedef çok büyüktü. Karakoyun Deresi, artık çevresine pis kokular saçmaktan ve sivrisinek yuvası olmaktan çıkacaktı. Etrafında yeşil alanlar oluşturulacak, aralara yürüyüş yolları, kamelyalar, kafeteryalar, aydınlatmalar yapılacak, ortasından da Fırat'ın temiz suyu akıtılacak, öyle ki vatandaşlar suyun üzerinde sandal sefası yapabilecekti. Böylece şehir muazzam bir 'yaşam alanına' kavuşurken, aynı zamanda bu proje ile Samsat Meydanı ve Millet Hanı Restorasyon projesi bir bütünlük arz edecek ve bölgenin tarihi dokusu tamamen ortaya çıkarılmış olacaktı. Ancak 2013 yılında başlatılan ve halkta büyük bir beklentiye sebep olan çalışmalar tamamlanamadan Fakıbaba'nın görev süresi doldu. Geride tabanı ve yan duvarları betondan olan dere yatağı ile tarihi köprülerin etrafında oluşturulan ve gezinti güzergahı denilen, iki yanı metal korkuluklu, tabanı ahşap döşeli, tarihi dokuya tamamen ters inişli çıkışlı yollar kaldı. O günden beri o güzel hayali gerçekleştirmek için kimse bir adım atmadı ya da atamadı. Fakat bence o hayal artık Urfalının bir ufuk çizgisidir; sürekli talep edilecek ve inanıyorum ki er geç birileri çıkıp gerçekleştirecektir.
Düşünüyorum da, İvo Andriç'in Sokullu Mehmet Paşa'nın Vişegrad'da yaptırdığı bir köprü üzerinden yazdığı ünlü romanı 'Drina Köprüsü' gibi Karakoyun Deresi üzerinden de Urfa tarihini anlatan bir roman yazılabilir. Kırklı yaşlarımda olsaydım ben düşünebilirdim, ama artık benim için çok geç. Şuraya not düşeyim de geleceğin yetenekli gençlerine bir ufuk olsun.