DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
M. Sarmış: Hazır, konu sufiliğe gelmişken, onun tasavvufa intisabından da bahseder misiniz? Zaten iç dünyasında öyle bir yapıya sahip. Sonra bir zata rastlıyor ve bilfiil sufi oluyor.
A. İnan: Rahmetli abim, kendisine bir paye çıkarılmasını istemediği için bu yanını hep gizlemiştir. Fakat artık vefat ettiğine göre anlatmakta sakınca yok. Bir gün yine Urfa'da Bahçelievler'de ablamın evindeyiz, balkonda oturuyoruz. Ben, Akif abim, Mustafa abim, ablalarım, hepimiz. O zamanlar binbaşı olan Mustafa abim Siirt'in Baykan ilçesinin Tilfakir/Telfakir (Fakirler Tepesi) köyünde yaşayan bir zata intisap etmiş. Habire onu anlatıyor, benim şeyhim şöyle, benim şeyhim böyle, şöyle vasıfları var, şöyle kerametleri var.' Falan, filan. Akif abim dinliyor, ama nezaketen bir şey söylemiyor. Bir müddet sonra Mustafa abim dozu biraz kaçırınca, 'Tamam yavrum, dedi. Mustafa abim yine, 'Seni bir gün götüreyim abi.
Tamam, bağlanma ama hiç olmazsa dünya gözüyle bir gör.' dedi. Akif abim 'Günde kaç tane şeyh benim yanıma geliyor. Hepsine saygım var, itimadım var. Fakat ben henüz bağlanacak bir şeyh göremedim.' dedi. Mustafa abim biraz daha ısrar edince de 'Yeter artık, dedi. Eğer, senin şeyhin o kadar büyük ise taksın boynuma tasmasını beni ayaklarına çekip sürüklesin.' Mustafa abim 'Aman abi, öyle deme, ne olursun', falan dediyse de, bitti, konu o gün için kapandı.
O yazın kışındayız. Son ihtisasımın son aylarındayım, artık tezimi hazırlıyorum. Haber geldi, o sırada Ağrı'da görevli olan Mustafa abim, yanındaki asteğmen tabancası ile oynarken çıkan kaza kurşunu ile karnından yaralanmış. Hemen ameliyata alınıyor, durumu ciddi. E ben de cerrahım. Hepimiz kış kıyamet demeden apar topar Erzurum üzerinden Ağrı'ya gittik. Akif abim de geldi.
Neyse Mustafa abim hayati tehlikeyi atlattı. Ben onun başında tedavisi ile yakından ilgileniyorum. Bu arada onun şeyhi Ali Arıncî'nin, o sırada henüz genç olan oğlu Hikmet Efendi de gelmiş. Tabii son derece nazik, güzel insanlar. Abime şefkatle, ihtimamla bakıyorlar. Mustafa abim yine o konuyu açtı. 'Abi hazır buraya kadar gelmişken, şeyhin yanına da git, dünya gözüyle bir gör.' dedi. Hikmet Efendi de yanındaki Sofi Şevket de davet edince, abim kabul etti, Sofi Şevket'le beraber gitti. Sonra döndü geldi; halinde, tavrında, davranışında bir yumuşama var, bir müşfik bakış var. Daha okşayıcı, daha narin bir tavır içerisinde.
Aradan iki üç gün geçti, Mustafa abim biraz iyileşip ayağa kalkınca 'Hadi abi, doktorla beraber gidin.' dedi. Bu sefer Akif abim 'Tamam yavrum, gidelim.' dedi. Ben, rahmetli Akif abim ve Sofi Şevket, onun Renault marka arabası ile yola çıktık. Mevsim kış ama hava açık. Van'a varmadan önce ikindi vakti, birden bire kar fırtınası bastırdı. Göz gözü görmüyor. Arabamız şarampole kaydı. Yoldan geçen yardım isteyebileceğimiz hiçbir vasıta da yok. Arabamızın oradan çıkması mümkün değil. Zincir takmaya çalışıyoruz, zincir elimize yapışıyor. Donacağız. 'Sofi Şevket buradan nasıl çıkarız?' diyorum, ama onun hiç umurun da değil, 'Bir gece ansızın gelebilirim' diye bir şarkı tutturmuş, gülüyor, çok rahat, arada mürşidini anlatıyor. 'Ya bu nasıl sofilik?' diye kafamdan habire al-ver'ler geçiyor. 'Kaloriferi çalıştır.' diyorum, 'benzin yok.' diyor. Abim de büyük bir tevekkül içerisinde. Yarabbi dedim. Bu dağ başında kalacağız. Üç ay sonra ihtisasımı bitireceğim. Her şey bitti diyorum. Bir saat öyle geçti.
Hava karardı, kararmak üzere. İçimden bildiğim bütün duaları okuyorum. O anda içimden bir şey geçti. Madem Mustafa abim şeyhini bu kadar methediyor. Eğer şeyhi bu kadar kuvvetli ise ben ona sığınıyorum, gelsin bizi kurtarsın. 'Ey abimin şeyhi, hadi bakalım, gel bizi kurtar.' dedim. Aslında edebe çok mugayir bir tavır ama öyle dedim. Aradan on dakika kadar bir süre geçti. Uzaktan tır benzeri bir kamyon belirdi, yaklaştı, durdu. Konuşmalarından Karadenizli oldukları anlaşılan içindekilere durumu izah edince indiler ve arabamızı kolayca yola çıkarıp yollarına devam ettiler. Biz de hareket edip yakındaki ilçeye gittik. Oradaki İlim Yayma Cemiyetine misafir olduk. Akif abimi hemen tanıdılar. O geceyi orada geçirip sabah yola koyulduk.
Köye varınca Şeyh Hazretlerinin huzuruna çıktık. Rahmetli abim diz çöküp oturmuş, adeta başında bir kuş var da uçmasın diye en ufak bir kıpırdama yok, büyük bir edep içerisinde. Ben de onu taklit etmeye çalışıyorum. Şeyh hazretleri birkaç kelam ettikten sonra önce abim, arkasından ben şeyhin elini öperek teslim olduk. Şeyh Hazretlerinin abimle arasında özel sohbetleri oldu, kendisine başka şeyler de söyledi, müsaadenizle burada onlardan bahsetmeyeyim. Sonradan öğrendim ki abime daha önceki ilk gidişinde vekillik de vermiş.
Abim ondan sonra hep tarikat adabı içinde yaşadı. Başında takkesi, daha kırgın, daha yumuşak bir yüreğe sahip olarak. O hali, davranışlarına, sözlerine, konuşmalarına yansıdı. Tabii şiirlerine de yansıdı. Birçok şiirini şeyhine hitap ederek yazmıştır. Bilmeyenin sevgiliye yazılmış olduğunu zannedeceği şiirlerinin çoğu aslında tasavvufi içeriklidir. Abim ayrıca mevki makamları, yaşları, sosyal statüleri ne olursa olsun o şeyhe intisabı olan herkese son derecede hürmet ve iltifat ederdi. Ömrünün sonuna kadar da öyle devam etti.
M. Sarmış: Onun birçok ilgi alanı var ama çocukluğundan vefatına kadar en çok edebiyatla ilgilenmiş. Edebiyat türleri içinde de şiir birinci planda geliyor.
A. İnan: Çok doğru. Çok erken yaşlarda başlıyor şiire. Önceleri aruzla şiirler yazıyor. Dili devrine göre bir hayli ağır. Klasik bir şiir anlayışına sahip. Sonraları arkadaş çevresinin de etkisi ile değişiyor. Özellikle Edebiyat Dergisi ile beraber tamamen farklı bir şiir anlayışını benimsiyor. Tabir caizse ruhu bizim medeniyetimize, Divan edebiyatına ait, şekil olarak da ona benzeyen ama tamamen yeni bir üslup, yeni bir dille şiirler yazıyor. Tamamen kendine mahsus, orijinal bir anlayış. Bu türden şiirlerini 'Hicret' ve 'Tenha Sözler' adlı kitaplarında yayınlıyor. Önceki şiirlerini bu kitaplara almıyor, onlarla anılmak istemiyor. Fakat müsaade ederseniz abimin edebi yönüne girmeyeyim. O beni aşar, erbabına bırakalım.
M. Sarmış: Bir de sendikacılık yanı var.
A. İnan: Aslında o konuya da girmek istemiyorum. Biliyorsunuz abim aynı zamanda bir eylem adamı. Sendikacılık bunun bir uzantısı. İlk olarak 1969'da Türk Taşıt İşverenleri Sendikasında o alana adım atıyor ama esas 1990'larda giriştiği memur sendikacılığı çok önemli. 1992'de Eğitim-Bir-Sen'i, 1995'te ise Memur-Sen Konfederasyonunu kuruyor ve vefat edinceye kadar her ikisinin de genel başkanlığını yapıyor. Sadece kendi sendikası değil, rakip sendika başkanları bile kendisine büyük saygı duyuyor ve 'abi' diyor, 'hoca' diye hitap ediyor. Bugün Türkiye'nin en büyük sivil toplum örgütü olan bu sendikalar onun kurduğu temeller üzerinde yükseliyor ki, vefatının üzerinden 22 yıl geçtiği halde Türkiye'nin her tarafında adı saygıyla anılmaya, adına programlar yapılmaya devam ediyor. Onun, hakkında kitaplar yazılan sendikacılık anlayışına dair uzun uzun konuşmak da bana düşmez. Bu kadarla yetinmiş olayım.
M. Sarmış: Köşe yazarlığı, televizyonculuğu gibi hususlar da var.
A. İnan: Dediğim gibi o alanlar özel ihtisas, bilgi, birikim gerektiren konular; ben edeben girmeyi doğru bulmuyorum.
M. Sarmış: Peki, abi. Gelelim Akif İnan'ın Urfa ve Urfalılarla ilişkisine. İlk gençlik yıllarında ayrıldığı Urfa'dan hiç kopmadığını ve Urfalılık vasfını hep koruduğunu, korumak da değil, özellikle öne çıkardığını biliyoruz.
A. İnan: Bir şiirinde 'Urfa bir dağ, gönlüm bir ağ içinde' diyor. Akif İnan hiçbir zaman Urfa'dan kopmadı. Urfa'ya olan aşkı, bağlılığı ta çocukluğundan vefatına kadar devam etmiştir. Sık sık gelir, ailesini, akrabalarını ve Urfa'da son derecede geniş olan arkadaş çevresini ziyaret ederdi. Zaten Ankara'da da Urfalılar onu hiç yalnız bırakmaz, yolu oraya düşenler bir şekilde kendisi ile irtibat kurar, o da hemşerilerden yardımını esirgemezdi. Ayrıca, her ne kadar entelektüel ve İslami bir camianın içinde olsa bile abim her zaman Urfa meseleleri ile ilgilenmiştir. Yazılarında, konferanslarında, konuşmalarında Urfa ağzı ile cümleler kurmuş, kelimeler ve deyimler kullanmıştır. Çok iyi bir hatip olduğunu, Türkçeyi çok iyi kullandığını herkes teslim ediyor zaten. Konuşmalarında ve üslubunda Urfa'ya ait gırtlak yapısı, hançeresi de mutlaka hissedilirdi.
Urfa'yı gerçekten çok severdi. Urfa yemekleri ile adeta övünürdü. Başkalarının en iyi yemeğini bile Urfa yemekleri ile mukayese ederdi. 'Urfalılar bunu böyle yapar, daha güzel yapar.' derdi. Boranı yemeğini çok severdi. Urfa'nın fakir yemeği dediğimiz yuvalak köftesini de çok severdi. Çiğköfteyi Ankara'da bile çok zaman kendi elleriyle yapıp misafirlerine ikram ederdi. Evinde bakır köfte leğeni, Urfa isotu, Urfa'dan gelmiş frenksuyu eksik olmazdı. Has misafirlerine kollarını sıvar ve çiğ köfteyi kendi elleriyle yoğururdu. Bazen bizlere de yoğurttururdu. Ramazan'da iftar sofrasında mutlaka çiğ köfteyi isterdi. Yani Urfalılık vasfını hiçbir zaman yitirmedi, hiçbir zaman dejenere Urfalı olmadı. Tabii Urfalı vasfının üzerine başka binalarda İnşa ederek bu seviyeye geldi.
Hastalığının son evresinde beni Urfa'ya götürün demesi, Urfa'ya olan o büyük sevgisinin en somut tezahürlerinden biri değil midir? Geldi ve son nefesini de Urfa'da teslim etti. Bugün Eyyübiye'de Harrankapı Mezarlığında, babasının, annesinin, dedesinin, ailesinin ve diğer akrabalarının yanında yatmaktadır.