Bir yıl daha kayıyor ellerimizden. Günler, haftalar ve aylar freni patlamış bir araba gibi baş aşağı hızla ilerliyor. Haftalar yedi gün değil de, üç günden ibaret sanki. Pazartesi… Salı… Ve cuma. Aylar birden bire tükeniveriyor. Daha dün gibiydi bir önceki yılın ocak ayına girişimiz. Mayıs sıkıntısını sanki birkaç gün önce yaşadık. Ağustos sıcağı henüz dökülmedi saçlarımızdan mesela. Daha hangi yılda olduğumuzu tam anlamıyla kavrayamadan geçip gitti bir yıl daha. Koca bir yıl daha geçip gitti.

Ve yazık ki bu geçip giden zaman karşısında herhangi bir hüzne kapılmıyoruz. Bu akıp giden zamanı durduracak gücümüz ve irademiz yok gibi. Bilakis zamanı kendi avucumuzda kaybetmeye yeminli askerler gibi davranıyoruz. Zamanı bir an önce tüketme, yok etme adına elimizden ne geliyorsa acımadan yapıyoruz.

Ya biz zamanı düşman bellemişiz, ya da zaman bizi. Bütün gücümüzü zamanı eritip yok etmeye harcadığımız için zaman önemsiz bir mesele olarak geçiyor kendi kişisel kayıtlarımıza. Dakikalar, saatler, günler, geceler, haftalar hepsi birer birer kopuyor aslında hayat ağacımızdan. Ama biz umursamaz bir tavrı takınmaktan geri durmuyoruz. Ve elimizden kayıp giden bu sermayenin değerini bilemediğimizden olsa gerek, zamanın bizi terk etmesinden mutlu oluyoruz. Ya da mutlu olmaya zorluyoruz kendimizi.

İşte bir yıl daha geçti. Bir yıl daha. Kim bilir kaçıncı bir yılı daha devirdik. Dönüp bakmaya cesaretimiz var mı acaba? Neyi kaybettik ya da ömür defterimize neleri ekleyebildik? Kendimizi hangi sayfalara açabildik ya da hangi karanlık sayfalarda kaybettik kendimizi?

Zamanı kaybettik oysa bu heyula içerisinde. Bu bağırış, bu çağırış, bu yeme-içme için yaşıyor olmanın sığlığında kaybettik koca koca yılları. Her şeyi birdenbire kaçırıverdik avucumuzdan. Yani zamanı. Sığdıramadık bir türlü kendimizi zamana. Saati dakikaya, dakikayı saniyelere böle böle çoğaltamadık. Artamadık kendi içimizde, kendi dünyamızda çoğalamadık. Zaman içinde zaman nedir bilmedik. Bilemedik. Zaman zaman içindeymiş, duyumsamadık. Zaman zamana zemin, zaman ana muhtaç, idrak edemedik.

Her gün bir gün daha azalıyor bu hazineden, her gün bir adım daha giriyoruz bir boşluğa. Ne biz kıyısında oluyoruz zamanın, ne de zaman bizim içimizde. İki ayrı otobüsteymiş gibi gidiyoruz bir muammaya. Önce zaman geçip gidiyor sonra koca bir sükut-ı hayal ile birlikte biz.
Velhasıl geçip gidiyor ömür. Dün dünde kalıyor. Yarına da kimsenin gücü yetecek gibi değil. O halde bugünden başlayarak, yani şimdi, şu an, vaktin değerini bilmek, en azından bilmeye çalışmak. Zamana değer biçmek ve zamanı hazine bilmek.

Bir yıla daha girerken Ömer Hayyam'ın diliyle söyleyelim, bakışıyla bakalım. Belki değişir bakışlarımız, kim bilir…

Her sabah yeni bir gün doğarken
Bir gün de eksilir ömürden
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen