BİRİNCİ BÖLÜM

Şubat ayı başında yürüyüp yazdığım Haleplibahçe'den hemen sonra niyetim Yakubiye'de yürümekti. Böylece Ramazan ayından önce Eski Urfa yürüyüşlerimi bitirmiş olacaktım. Olmadı.

Babam rahatsızlanıp yatağa düşünce ve durumu kritik olunca, sık sık onunla ilgilenmek, ziyaret etmek zorunda kaldım. Bu arada büyük oğlum Cuma'dan ikinci torunum dünyaya geldi. (20 Mart) Babamla torunum arasında gidip geldim. Sevinçle üzüntüyü bir arada yaşadım. Bu yüzden vakit bir tarafa, fizik ve psikolojik açıdan da müsait olmadığımdan mecburen yürüyüşe de ara vermek zorunda kaldım.

Derken babam 29 Mart'ta vefat etti. Bu, beni çok etkiledi. 60 yaşında yetim kaldım. 2 Nisan'da da Ramazan başladı. O durumda mecburen yürüyüşümü de ertelemek zorunda kaldım. Bir buçuk yıldır, hemen hemen aralıksız sürdürdüğüm ve artık iyice alıştığım için de özledim tabii.

Nihayet bugün yeniden yola koyuldum. Yanımda TYB'den tanıdığım Mehmet Polat var. Fars Dili Edebiyatı Bölümü mezunu olan Mehmet Bey, hem kokartlı profesyonel rehber, hem doğma büyüme mahalleli. Halen de orada oturuyor. Arayıp teklif ettiğim zaman memnuniyetle kabul etti.

Kararlaştırdığımız üzere öğlen namazında Halilürrahman Gölünün (Balıklıgöl) hemen güney kıyısındaki Halilürrahman/Döşeme Camiinde buluştuk.

Yürüyüşümüzün ilk durağı caminin güney batısında bulunan Yakup Kalfa'nın türbesi oldu.

Yakup Kalfa'nın/Halife'nin hayatı hakkında fazla bir malumatımız yok. Yakın zamanlara kadar Kadiri olduğu zannedilirken Mahmut Karakaş Hocanın Şanlıurfa Müzesinde görüp okuduğu bir tarikat silsilenamesinden Halveti tarikatının şeyhi olduğu anlaşılmıştır. Buna göre Yakup Halifenin şeyhi, Sultan 3. Mehmet (1593-1603) devrinde yaşayan Şeyh Nasuh Efendi Eyüp el-Ensari'dir. Halvetiliği Urfa'da kuran ve yayan Yakup Halife'dir. Kendisinden sonra çoğunluğu Urfalı veya Urfa'nın çok yakın bölgelerinden olan çok sayıda halife bırakmıştır.

Divan Edebiyatının en ünlü şairlerinden Urfalı Yusuf Nabi'nin de Yakup Kalfa'nın müritlerinden olduğu, onun tarafından İstanbul'a yönlendirildiği rivayet edilir. Ancak kayıtlardan 1619'da henüz hayatta olduğu anlaşılmakla beraber Nabî'nin (1642-1712) kendisine yetiştiği şüphelidir. (Mahmut Karakaş, 'Şanlıurfa Evliya ve Âlimleri', Sf.182)

Yakup Kalfa'nın türbesi Urfa Kalesinin eteğinde Göl Mahallesi ile Yakubiye Mahallesinin hemen sınırında. Zaten mahalleye 'Yakubiye' adının verilmesinin sebebi de bu türbe. Eskiden bakımsız bir mezarken Yakup Kalfa İlkokulu Müdürü Mustafa Biner'in girişimleri ile devrin Belediye Başkanı İbrahim Halil Çelik (1984-1991) zamanında üzerine kubbe yapılmış, etrafı temizlenip yeşillendirilmiş. Sonraki yıllarda bölgede yapılan çevre düzenlemesi sırasında da şimdiki hale getirilmiş. İki mahalleyi birbirinden ayıran düzgün kesme taşlarla döşeli yolun hemen üzerinde, yukarıya doğru daralan yine taş merdivenlerle çıkılıp güneye doğru 7-8 metrelik yürüyüşten sonra ulaşılıyor. Sanırım Kale'nin doğusundaki Çift Kubbe örnek alınarak yapılmış. Dört ayak üzerinde yükselen ortası açık bir kubbesi var. Ayakları ve mezar taşı ziyaret yeşili ile boyanmış. Bütün bölge gibi etrafı ağaçlar ve çimenlerle yemyeşil, tertemiz. Çok güzel. Yalnız ayakların ve kubbe kemerinin iç taraflarının ziyaretçilerin yazıları ile doldurulmuş olması hoş değil. Her zaman olduğu gibi, dualar, dilekler… Daha önce de birçok mescit, türbe ve ziyaret yerinde rastladığım bu türden yazılar, niçin sildirilmez, anlamış değilim.

İki basamaklı mezar taşının üzerinde yukarıdan aşağıya büyük yeni harflerle 'Fatiha, Yakup Kalfa Hazretleri, Ş. Urfalı evliyalardan' yazıyor. Daha düzgün bir metin ve daha güzel bir yazı olabilirdi. Taşın dış kısmında ise eski yazı ile 'Hüvelbaki' yazılı, fena değil.

Türbeye giden yolun başında sağ taraftaki duvara monte edilmiş metal levhanın üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak Yakup Kalfa hakkında çok kısa bilgi verilmiş.

Biz vardığımız zaman orta yaşın üzerinde iki kadın kubbenin altına oturmuştu. Sanırım hem ziyaret edip hem dinleniyorlardı. Kimi ziyaret ettiklerini bilmedikleri ve muhtemelen okuma yazma da bilmedikleri için Mehmet Beye burada yatan zatın kim olduğunu sordular, o da onlara onların dilinden kısaca cevap verdi. Rahatsız etmek istemediğimiz için birer Fatiha okuyup ayrıldık.

Daha sonra mahalleye doğru ilerleyip Fuzuli Caddesinden karşıya geçtik.

Şehrin bu tarafında, batıya doğru gittikçe yükselen tepenin üzerinde birbirine bitişik beş mahalle var. En kuzeyinde Haleplibahçe ve onun batısında, en son kurulan Buhara mahalleri yer alıyor ki onlar bu yürüyüşün konusu değil. Diğer üç mahalle doğu batı istikametinde birbirine paralel olarak uzanıyor. Kuzeyden güneye doğru Mance, Dede Osman ve Yakubiye Mahalleleri… Yakubiye, sadece Urfa Kale'sinin batısındaki mahallenin değil, Dede Osman'ı da içine alan semtin adı.

Bir önceki yürüyüşümde söz ettiğim üzere, ortada yer alan ve bugün Haleplibahçe dediğimiz düz kısım, Romalılar zamanında şehrin zengin kesiminin köşklerinin, saraylarının olduğu bağlık bahçelik bir semtmiş. O dönemde Daysan adını taşıyan Karakoyun Deresi buranın doğusundan geçip Balıklıgöl'e dökülüyor ve oradan doğu ve güneydoğuya doğru devam ediyormuş. Zaman zaman meydana gelen sel baskınları büyük can ve mal kayıplarına sebep olduğu için İmparator Jüstinyen 525 yılında derenin yatağını değiştirmiş.

Aynı dönemlerde, Haleplibahçe'nin batısından başlayarak kuzeyde Urfa-Antep karayoluna, güneyde Deyr Yakub'a kadar uzanan çok geniş bir alan nekropol, yani ölüler şehri, yani mezarlık olarak kullanılmış. Halk mağara diyor ama aslında doğal mağara değil, ölülerin defni için oyulmuş mağaralar. Öyle yüzlerce değil, binlerce... Ölülerin ekonomik ve sosyal durumuna göre dört türlü; kaya/oda mezarları, lahit mezarlar, anıt mezarlar ve yığma mezarlar… Bazıları kitabeli, mozaikli, freskli ve rölyefli…

Definler M.Ö. 1. yüzyıldan başlamış Ortaçağ'a kadar devam etmiş. Grek, Roma ve Bizans dönemlerine ait. Paganlar, Museviler ve Hıristiyan tarafından yaptırılmışlar. Ancak mozaik fresk ve rölyeflerin üslup bakımından Roma ve Bizans'tan ziyade, Mezopotamya ve Sasani sanatları ile bağlantılı olduğu tespit edilmiş.

Çok ilginç iki husus: Bu mozaiklerde görülen kadın, erkek, çocuk kıyafetleri günümüz Urfa'sının yöresel kıyafetlerine çok benziyor. Yine erkeklerin dirseklerini bir yastığa dayayarak yan gelip uzanması (yanpeşi) Urfalılar tarafından günümüzde de sürdürülüyor.

Bu konuya daha önceden de temas etmiştim. Irk, dil, din, kültür, devlet değişse de gelenekler ve yaşayış şekilleri, bir şekilde varlığını devam ettiriyor. Bugünkü hayatımızın her unsurunun geriye doğru takip edilmesi durumunda buna dair pek çok verinin ortaya çıkacağı kesin. Hal böyle olunca, insanların bunlar üzerinden ayrımcılık yapması, kendine ait gördüklerini yüceltip, diğerlerini aşağılamaya kalkması ve bütün bunları ideolojilerine malzeme yapması çok abes, çok komik, ama tirajı komik kaçıyor.

Dikkat çekmek istediğim bir husus daha var: 1950'lerde Urfa'yı tamamen terk edinceye kadar Yahudiler Kendirci Mahallesinde ve daha az olmakla beraber Dabakhane tarafında yaşıyor, ölülerini de Urfa Kalesi'nin batısındaki Çift Kubbe Mezarlığı civarındaki mezarlıklarına defnediyorlardı. Kale'nin batısında, Yakubiye'nin tepesindeki Kırk Mağara mevkiinde Yahudilere ait kaya mezarlarının bulunması, onların Milat'tan önceki yüzyıllarda da Urfa'da yaşadıklarını ispatlıyor.

Özellikle dikkat çekmek istediğim bir husus da şu: Gayrimüslimlere ait bütün bu bölge, İslami dönemde de varlığını sürdürmüş. Yani Müslümanlar, buralara müdahale etmemiş, yıkıp yok etmemiş. Ta 1950'lere kadar… Yalnız etrafını bağlık bahçelik olarak değerlendirmişler. Eldeki fotoğraflarda kaya mezarlarının her tarafı üzüm bağları ile kaplı. Ne olduysa yakın zamanlarda olmuş.

Yakup Kalfa İlkokulu öğretmenlerinden ve doğma büyüme mahalleli Memduh Turmak'ın dediğine göre 1850'lerde Malatya/Kurucaova (Urfa'da Kırcova) ve Besni'den gelenler, o zaman şehre kabul edilmedikleri için buraya yerleşmişler. Bunlardan maddi durumu müsait olanlar daha sonra şehrin değişik semtlerine taşınmışlar, ancak mahallede hala hatırı sayılır bir Malatyalı (tabii artık Urfalı) nüfus yaşıyor.

Geçmişi o kadar eskiye çıkar mı bilmiyorum ama burada özellikle 1950'lerde hızlı bir yerleşim olmuş. Malatyalılardan sonra başta Bozova olmak üzere Urfa'nın değişik ilçe ve köylerinden yoğun bir göç başlamış. Bölgede bağı, bahçesi, arazisi olanlar da, parayı görünce arazilerini parsel parsel onlara satmışlar. Tabii ki bölge imara açık olmadığı için tapusuz olarak… Böylece bu tarihi alanda hızlı bir gecekondulaşma başlamış. Yakup Kalfa İlkokulu 1964'te eğitim öğretime başladığına göre o tarihlerde bir okul yapımını gerektirecek kadar nüfus birikmiş olmalı. Köyden şehre göç hızlandıkça buradaki gecekondulaşma artmış.

Bu durum bir süre sonra devrin duyarlı insanları harekete geçirmiş. Yıl 1979… Müze Müdürü Osman Öçmen'in organize ettiği, aralarında Cihat Kürkçüoğlu'nun da bulunduğu bir ekip tarafından, Urfa folklorunun kaynak kişilerinden Mahmut Güzelgöz'ün (Tenekeci Mahmut) rehberliğinde 6 ay boyunca buralarda dolaşılmış. Mance Deresi, Kırk Mağara, Kanlı Mağara Deresi, Kalkan, Meligin Eyvanı, Şeyh Mes'ud Deresi, Molla Ömer Dağı, Hızanoğlu, Çakmak Dağı, Eyyübiye, Ehber Dağı, Deyr Yakub… Karış karış dolaşılmış. Bu sayede Urfa'nın Edessa olduğu dönemlere ait sarnıçlar, taş ocağı mağaralar, karlıklar, kaya kiliseleri, kaya yapıları ve bazılarının ağızları açık, bazıları kitabeli, mozaikli, freskli ve rölyefli binlerce kaya mezarı tespit edilmiş. Hepsinin fotoğrafları çekilmiş, belgelendirilmiş, raporları tutulmuş. Bütün bu rapor, fotoğraf ve belgeler, Ankara'daki 'Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu'na sunulmuş. Ve adı geçen kurul 1979 yılında aldığı bir kararla bu alanı 'Arkeolojik Sit Alanı' olarak tescil etmiş. Böylece buralarda inşaat yapmak yasaklanmış, yapılması suç haline gelmiş. O duyarlı insanlar bununla da yetinmemişler. Vatandaşı bilinçlendirmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapmışlar. Mesela belediye hoparlöründen, 'Eski Eserler Kanunu'na göre buralarda inşaat yapmanın yasak olduğu, yapanların suç işlemiş olacağı ve cezalandırılacağı ilan edilmiş. Yine Urfa gazetelerinde konuyla ilgili manşet haberler yapılmış.

Peki sonuç? Sonuç tam bir hayal kırıklığı… Belediyelerin ve Milli Emlak Müdürlüğü'nün ilgisiz kalması, hatta göz yumması sonucunda Edessa'nın bu önemli sit alanına kısa zamanda binlerce kaçak gecekondu inşa edilmiş. Yerleşime uzak olan büyük taş ocağı mağaraların ve karlıkların bir kısmı besici ahırlarına dönüştürülürken, bir kısmı keyfine düşkün Urfalılar tarafından yatı mağarası olarak kullanılmış. Fakat esas büyük zararı, şehre yakın olup gecekonduların istilasına uğrayan kaya mezarları görmüş. Hazine aramak için tahrip edilmiş, ev yapmak için yıkılmış, bir kısmı evin bodrumu, odası ve fosseptik çukuru olarak kullanılmış. Bu arada o binlerce mağaranın/kaya mezarının içinde, duvarında, tabanında bulunan sayısını bilemediğimiz rölyef, heykel, mozaik, fresk gibi çok önemli tarihi ve kültürel varlıklar da ya yok edilmiş veya kaçak yollardan yurt dışına çıkarılmış. Bir kısmının da hala evlerin içinde, toprağın altında öylece durduğunu tahmin etmek zor değil.

Düşünüyorum da aklım almıyor. Bir defa, ırkı, inancı ne olursa olsun, Allah'ın 'en güzel surette' yarattığı insanların defnedildiği yerlerin birer fosseptik çukuru olarak kullanılması kabul edilebilir bir şey değil. Fakat aklıma bu gibi muamelelerin bazı Müslüman mezarlarına da yapıldığı gelince, konunun sadece dinle alakalı olmadığı gerçeğini kabul etmek zorunda kalıyorum. Bu, adını koyamadığım, daha doğrusu koymak istemediğim başka bir şey!

1952-1956-1959-1961 ve 1966 yıllarında Urfa'yı ziyaret eden İngiliz Tarihçi Segal, bu bölgede tespit ettiği onlarca mozaiği 'Edessa (Urfa) Kutsal Şehir' adlı eserinde fotoğraf ve çizimleriyle yayınladı. 1970'li yılların sonlarında son kez geldiği zaman, bölgenin gecekondular altında kaldığını ve daha önce belirlediği kaya mezarlarının, mozaiklerin ve rölyeflerin tahrip edilmiş olduğunu görünce 'Siz neler yapmışsınız?' diyerek oturup ağladığı söyleniyor.

Daha önce duyduğum, bu yürüyüşüm sırasında biraz daha yakından öğrendiğim bu antik bölgenin akıbeti karşısında şimdi ben ne yapayım? Aslında sulu gözlü biri olduğum halde içimden ağlamak gelmiyor. Sadece kızgınım, öfkeliyim. Buna sebep olanlara, göz yumanlara ve aldırmayanlara…

Fakat bir umudum da var. Tıpkı yakın zamanda gecekondulardan arındırılıp turizme kazandırılan Kale Eteği ve Kızılkoyun kaya mezarları gibi, bir gün buralar da kurtarılabilir mi? Çok çok geniş bir alanı kapladığı, istimlak edilmesinin, temizlenmesinin, bakımları yapılarak ziyarete açılmasının çok büyük bütçeler gerektirdiği ve bundan dolayı çok zor olduğu gerçeğini bile bile bu umudu beslemeyi tercih ediyorum.

Umudumu besleyen ufak, ama aslında büyük bir örnek de var: Yakubiye'de yapılan kaçak kazılarda bir kaya mezarının tabanında bulunup yurt dışına kaçırılan, ABD'nin Dallas Sanat Müzesi'nde sergilendiği tespit edilince iadesi sağlanıp önce İstanbul'da daha sonra Urfa'ya getirilip Haleplibahçe Mozaik Müzesinde sergilenmeye başlanan Orfeus Mozaiği… O ve daha başka birçok konuda rastladığımız o duyarlık, bir gün Urfa'nın birçok değeri gibi bu antik bölge için de harekete geçebilir. Biz göremezsek de çocuklarımız ve torunlarımız o günleri görebilir.