M. Sarmış: Peki, siz ham ürünleri nereden alıyordunuz? Mesela leblebilik nohudu nereden alıyordunuz?
    
Mahmut Apaydın: Nohut satan yerlerden, Buğday Pazarındaki 'elleflerden alıyorduk.
    
M. Sarmış: O zaman Buğday Pazarı nerede?
    
A. Apaydın: Akarbaşı dediğimiz yerde. Narıncı ve Hasan Paşa Camilerinin karşı tarafında Şadadı Osman'ın (Osman Çadırcı) bir oteli vardı; onun arkası Buğday Pazarı idi.
    
M. Sarmış: 'Ellef ne demek?
Ahmet Apaydın: Orada komisyonculuk yapanlara 'ellef denirdi eskiden. Hububat satanlar yani. "Güllegil vardı, 'ellef. Hamza emmi vardı, 'ellef.
M. Sarmış: Şekeri nereden alıyordunuz?
Ahmet Apaydın: Ziraat Bankası satardı.
Mahmut Apaydın: Bir zaman şeker kıtlığı vardı. Vatandaşlar kaç kilo şeker almak istiyorsa, iki, üç, beş,  belediyeden kâğıt alıp bize getirirdi. Biz de o kâğıda göre şeker verirdik. Sonra da o kâğıtları götürüp belediyeye teslim ederdik, yani şekeri istenildiği gibi sattık diye.
Ahmet Apaydın: Ziraat Bankasına kesme şeker 50 kiloluk kontrplak sandıklarda gelirdi. Toz şeker de 75 kiloluk kalın bez torbalarda gelirdi. Biz oradan sandıklar ve torbalarla alırdık.
Mahmut Apaydın: Bir de Rusya'dan, mavi ambalajlı külah şeklinde dondurulmuş toz şeker gelirdi. Onu çekiçle kırardık.
M. Sarmış: Sizden ve Abıhayat'tan başka bu işle uğraşan başka kimler vardı o zaman?
Ahmet Apaydın: Kasap Pazarının solunda Topal Mustafa Emmi, Mustafa Altan. Onun bitişiğinde de Hacı Mahmut Bülbül, şekerci. Mustafa Bülbül, imalatçı. Sofugil, Sofu Mehmet Sofu Ahmet, Sofu Mahmut… Bunların dükkânları Kasap Pazarının karşısında idi. Yolun karşısında Kambur Abbas'ın bitişiğinde Ali Durmaz, leblebici. Onun bitişiğinde Mustafa Durmaz, o da leblebici. Onun bitişiğinde Topal Hüseyin… Onun bitişiğinde Baklavacı Abdullah. Onun bitişiğinde bir kundura tamircisi Recep Emmi. Aynı zamanda bizim Karaköprü'deki bağ komşumuz. Zaten bağda üç tane komşumuz vardı: Biri karşımızda Bekçi Ahmet Emmi. Bağı bakımsızdı. "Hopan derlerdi, yani bakmamış, parası mı yok artık, neyse. Bitişiğimiz Şekerci Hacı Mahmut'un bağı idi. Üstümüz de adı geçen Eskici Recep Emmi'nin bağı. Ondan sonra İncirlioba…

M. Sarmış: Maşallah! Çok iyi hafızanız var. Bıraksam bütün Aşağı Çarşı'yı sırasıyla sayacaksınız. Şimdi biraz Abdülkerim amcanızdan bahsedelim. Rufai şeyhi Basralı Ahmet Zeki Hafız'ın halifesi imiş.
Mahmut Apaydın: Babam da, amcam da aynı tarikata mensuptu. Daha önce Fehmi Baba vardı, ona bağlılardı. Daha sonra onun halifesi Ahmet Zeki Efendi geliyor. Basra'da doğduğu için "Basralı Hafız" diye meşhur. Amcam da onun halifesi. 
M. Sarmış: Babanız sadece mürit.
Ahmet Apaydın: Babamın işi kârı daha fazlası için müsait değil.
M. Sarmış: Amcanızı anlatın biraz. 1971'de vefat ettiğine göre iyi tanıyor olmanız lazım.

Mahmut Apaydın: Tabii. Meclislerinde çok oturdum. O zaman çocuktum. Ben tabii Basralı Hafız'a yetişmedim. (Basralı Hafız'ın ölümü 1942.)
Ahmet Apaydın: Ben yetiştim, ama hatırlamıyorum. Doğduğum zaman bizim evimize gelmiş; amcam beni götürüp kucağına vermiş, o da bana kendi adını vermiş. Kendisinin adı Mahmut Fehmi, benim adım Ahmet Fehmi. İstanbul'a her gittiğimde kabrini ziyaret ederim. Karacaahmet Mezarlığında yatıyor. O ölünce Basralı Hafız geçiyor başa. O da hilafeti önce amcama vermek istiyor, ama amcam "Benim mesleğim müsait değil." diyor. Bunun üzerine diğer halifesi Abdurrahman Hafız'ı (Çiftbudak) işaret ediyor. Böylece şeyhliği o sürdürüyor. O da vefat edince (1962) Abdülkerim amcam devraldı. Şimdi mesela Rufailerin zikirlerinden sonraki dualarının içinde Baba Fehmi, Basralı Hafız Efendi ve Abdurrahman Hafız'dan sonra Abdülkerim amcamın adı da geçer. Ondan sonra da Kabane Mahmut gelir. (Mahmut Özbay, ölümü 1996) Ondan sonra Terzi Ahmet, sonra Mustafa diye biri (Mustafa Haberveren) geçti. Onun vefat etmesinden itibaren de başka bir genç (Necmettin Özer) sürdürüyor.
    
M. Sarmış: Peki, artık size geçeceğiz, ama önce babanızla ilgili bir hususu sorayım. Bir gözü görmüyormuş. Nasıl olmuş? Doğuştan mı?
    
Mahmut Apaydın: Yok. Gençken. Gözüne acı biber tohumu giriyor. Gel çıkaralım filan diyorlar, inat ediyor, çıkarttırmıyor. O tohum gözünü kör ediyor. Sol gözü. Ondan dolayı da askere gitmiyor.
    M. Sarmış: Adı Abdurrahman'dı. Annenizin adını da söyleyin. 
Mahmut Apaydın: Edibe.
M. Sarmış: Kaç kardeşsiniz?

Mahmut Apaydın: Anamın on bir tane çocuğu olmuş. İlki kız, adı Fatma, kısa zamanda vefat etmiş. Sonra Ahmet abim, sonra ben, benden sonra bir kız, bir oğlan, bir kız bir oğlan… Sekiz erkek, üç kız, toplam on bir. İki bacımız hayatta. Abim ve ben hayattayız. Benden sonrakilerden Şükrü, Vehbi, Feyzi, Taha, Yasin, bunların hepsi öldüler. En küçüğümüz Mustafa hayatta.
    
M. Sarmış: Mustafa ne iş yapıyor?
    
Ahmet Apaydın: Bir iş yapmıyor. Menzil'e takılıyor. Dükkânım Stat Apartmanının altında iken benim yanıma gelirdi. Benim yanımda okudu, elektrik teknikeri oldu. Askere gidinceye kadar yanıma geldi. 1985'te askere gitti. Askerden döndü geldi, yine yanımda. Ta 89'a kadar…
    
1987'de bir arkadaşım, aynı zamanda dünürüm, geldi dedi ki  "Özel İdare UPİSAŞ'ı satıyor. (1972 yılında kurulan "Urfa Pamuk İpliği Sanayi Anonim Şirketi"; Urfa İplik Fabrikası) Aynı şirkete bağlı bir un fabrikası var. Onu da satıyor. Eğer sen idare edebilirim diyorsan arkadaşlarla beraber burayı alalım." Dedim ki "Söz veremem, ben de kendime danışayım, ondan sonra konuşalım." Gidip kardeşim Mustafa'ya dedim ki "Bana böyle bir teklif var. Eğer sen bu dükkâna bakarsan kabul edeceğim. Mesleğimiz çok zor bir meslek. Tatili yok, pazarı yok, cuması yok. Bayramı yok. Gece yarısına kadar çalışması var. Hemen reddetme, düşün taşın, yarın bana haber ver." Hani belki danışmak istediği kimseler vardır. Ertesi günü geldi "Tamam abi, kabul ediyorum." dedi. Bunun üzerine ben de fabrika teklifini kabul ettim. Bir dairem vardı, sattım; ufak bir dükkânım vardı, sattım. O zamanın parasıyla 300 milyon lira, şimdiki artık neyse, verip oradan bir hisse aldım. Fabrika Akçakale yolu üzerinde. 13 dönüm yeri var. İçinde bir de camisi var. Bana dediler ki "Sen buranın genel müdürüsün." Yönetim kurulu başkanı da İsmail Demirkol. Aynı zamanda Ticaret ve Sanayi Odası başkanı. Orada üç yıl genel müdürlük yaptım. Bu arada fabrikanın adını da değiştirdik. O sırada Turgut Özal Asya ülkelerine gezi düzenliyordu. Arkadaşlara fabrikanın adını "Asya" koyalım diye teklif ettim. Onlar da kabul etti. O arada dükkânım yandı. Her şeyi çöpe attık. Mustafa da beni terk etti. 27 000 dolar borçlanarak dükkânımı yeniden ayağa kaldırdım. Fabrikayı bırakıp işimin başına geçtim. Bir süre sonra da fabrikadaki hisselerimi üzerine 4000 dolar da ekleyerek bir daire karşılığı devrettim.
    
M. Sarmış: Şimdi size dönelim Mahmut abi. Ne zaman, hangi mahallede doğdunuz?
    
Mahmut Apaydın: Nüfus kâğıdımda 1942 yazıyor, ama gerçekte 1940'ta doğmuşum. Bunu ispatlayan bir fotoğraf da var. Üzerinde 1944 yazıyor; ancak orada iki yaşında değil, dört yaşında kadar görünüyorum.
    
Ahmet Apaydın: Ne diye öyle yapıyorlar? Askere geç gitsin diye. Eskiden çok olurdu öyle.
    
M. Sarmış: Eviniz nerede?
    
Mahmut Apaydın: ŞURKAV Çarşısı'nın arkasında. Orada bir madar vardı; onun yanında. "Aynalı Köşk" diye bir ev vardı, onun üst tarafında. Şimdiki Türkmen Konağı… Sonradan restore edip konukevine çevirdiler.
    
Ahmet Apaydın: Cumhuriyet İlkokulunun karşısında kilise var; şimdiki Selahaddin Eyyubi Camii. 1951-52'de elektrik santrali oldu. Onun arkasında bir sokak var. O sokağın en başında Kazoğlu Mehemet Emminin evi var. İki katlı. Oradan aşağıya iniyorsun Terzi Mahmut Şevket'in evi var. Onun altına iniyorsun Kürtlerin bir evi var; "Me'megil" derdik. Onun altında "Dambracı 'Ebe'nin evi var. Dambracı 'Ebe'nin evinde dört tane dul kadın var. 'Ebe emmi onlardan kira almıyor. Çocuk okutuyorlar diye. Kur'an okutuyorlar yani. Tam kapımızın karşısı.
    
M. Sarmış: Siz oraya Kur'an okumaya gitmiştiniz hatırladığım kadarıyla.
    
Ahmet Apaydın: Evet. Hocamızın adı Hatice idi.
    
Mahmut Apaydın: Ben de yedi yaşına kadar oraya gittim. Ama hocamın ismini hatırlamıyorum. Aynı hoca olabilir. Orada Kur'an okumayı öğrendim.