ALTINCI BÖLÜM
Bu bölüm de sona erdi, geldik Helenistik Döneme (MÖ 330-MS 244) açılan bir sonraki kapıya. Biraz daha bildiğimiz bir dönem.
Helenistik Dönem denilince akıllara Büyük İskender gelir. 16 Yaşına kadar ünlü filozof Aristo'dan ders alan İskender, 20 Yaşında Makedonya Krallığının başına geçer. Kısa bir süre sonra Çanakkale Boğazından Anadolu'ya geçip doğuya doğru büyük bir sefere çıkar. Arka arkaya yaptığı savaşlarda Doğu'nun en büyük devleti olan Persleri yener. Anadolu, Suriye, Mısır, Mezopotamya, İran ve Afganistan gibi çok geniş bir coğrafyayı ele geçirir. Hindistan'ın içlerine kadar ilerler. Niyeti 'dünyanın sonu''na kadar ilerlemektir, ancak 10 yıldır devam eden sefer boyunca yorulan askerlerinin yoğun talepleri üzerine geri döner. MÖ 323'te, Babil'de, henüz 30 yaşında iken hastalanır ve ölür.
İskender, yalnızca siyasi zaferlerle yetinmemiş, Grek kültürü ile Doğu kültürlerini sentezleyerek eklektik bir kültür oluşturmaya çalışmış, ülkesinden getirdiği mimar, mühendis, tarihçi ve ilim adamlarından oluşan danışmanlar grubunu bunun için teşvik etmiştir. Yine ordusundaki Makedonyalı askerleri yerli kadınlarla evlendirmiş, kendisi de Türk ve İranlı prenseslerle evlenmiş, böylece Batı ve Doğu milletlerini kaynaştırmaya çalışmıştır.
İskender, bütün bu göz kamaştıran zaferleri ile kendisinden sonra gelen devlet adamları ve sanatkarlar için ilham kaynağı olmuştur. Hükümdar onu örnek alırken sanatkarlar hakkında destanlar yazmış, halk menkıbeler uydurmuştur. Farsça ve Türkçe yazılmış olan 'İskendername'ler de onun bizdeki etkisinin en somut göstergelerindendir. Hatta bazı Müslüman alimler tarafından Kur'an-ı Kerîm'in Kehf Suresinde kıssası anlatılan Zülkarneyn ile aynı kişi olduğu iddia edilmiştir. Bugün Mısır'daki İskenderiye şehri ile Hatay'ın İskenderun ilçesi hala onun adını taşımaktadır.
İskender'in ölümünden sonra generalleri arasında taht kavgaları başlar ve o zamana kadar dünyada kurulmuş bu en geniş imparatorluk dört parçaya ayrılır. Urfa, merkezi Antakya olan Seleukos/Selevkos'ların payına düşer.
Büyük İskender'in seferiyle başlayan ve komutanlarının kurduğu devletlerle devam eden bu döneme, Yunanların kendi kendileri için kullandıkları 'Helen' isminden hareketle 'Helenistik Dönem' denir.
Aramiler zamanında 'Orhei/Orhay/Urhay' olarak adlandırılan Urfa, Seleukosların kurucusu Birinci Seleukos Nikator tarafından bir çeşit kale-kent olarak yeniden güçlendirilir. Sulak ve yeşil olduğu için o dönem Makedonya'nın başşehri olan Edessa'ya benzerliğinden dolayı Urfa'ya 'suları bol' anlamında 'Edessa' ismi verilir. Oysa resmi adı 'Kallirrhoe'deki Antiokheia' olarak sikkelere yansımıştır. Akdeniz kıyılarından Doğu'ya giden eski Pers yollarının üzerindeki Edessa, sikke basımı, Helen ağırlık birimleri, takvim gibi donatılarla ticarete uyarlanmış biçimde on kadar kentleşmeyle yeni bir ekonomik ağın odağına yerleşir.
Bugün, Hz. İbrahim'in Nemrut tarafından ateşe atıldığı zaman düştüğü yerde oluştuğuna inanılan Urfa'nın dünyaca meşhur gölü Halilürrahman/Balıklıgöl, o dönemde Ayn Seluk (Seleukos Gölü) olarak adlandırılır. Yine kendini Hz. İbrahim'in ardından ateşe atan Nemrud'un kızı Aynzeliha Gölünün adı da bu 'Ayn Seluk' isminden gelmektedir.
Durdum ve düşünmeye başladım. İskender'in başlattığı bütün bu değişim ve dönüşümden söz ederken, bu uğurda akıtılan kanları, çoğu hayatının baharında giden canları, kararan hayatları hiç düşünmüyoruz. Tarih hep 'cihangirlerden' söz ediyor ve onları sürekli yüceltiyor. Bu da birçok hükümdarı ve komutanı benzer yollara teşvik ediyor. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Sade tarih de değil, günümüzde de aynı hevesler büyük kitlesel katliamlara sebep olmaya devam ediyor. Daha dün Hitler'i, yakın zamanda Saddam Hüseyin'i, şimdi de Putin'i savaşa, işgale sürükleyen bu duygu değil midir? Neredeyse naklen seyrettiğimiz Ukrayna Savaşı, daha başlayalı birkaç gün olduğu halde bütün dünyayı sarsmış durumda. Elbette en büyük yıkım Ukrayna'da, en büyük zararı onlar görüyor. Aralarında çocuk kadın ve sivillerin de olduğu binlerce insan hayatını kaybetti. Milyonlarca insan yurdunu yuvasını terk etti. Fakat sadece Ukraynalılar acı çekmekle kalmıyor, başta bizim halkımız olmak üzere bütün insanlık maddi ve manevi büyük zararlar görüyor. Ve öyle görünüyor ki bu zarar çok daha büyük zararların öncüsü. Korona salgınının arkasından başlayan bu savaş, içinde yaşadığımız zamanı tarihin en önemli kırılma dönemlerinden biri yapıyor. Herkes dünyanın bundan sonra bir daha eskisi gibi olmayacağını söylüyor. Büyük İskender'in seferinin nelere gebe olduğunu o zamanın başlangıcında kimse tahmin edememiştir. Fakat şimdi, sonunun nasıl olacağı kestirilemese de herkes öneminin farkında. Ve maalesef pek de iyimser yorumlar yapılmıyor. Doğrusu ben de hiç ümitli değilim. Öyle görünüyor ki, tarihte olduğu gibi tepedekilerin hırsı aşağıdakilerin canını yakmaya devam edecek.
Tarihe dönecek olursak… Seleukoslar'ın MÖ 130'lu yıllarda doğudaki Parthlar'a karşı güçlerini yitirmeleriyle Edessa'nın yer aldığı Kommagene bölgesinde oluşan otorite boşluğu, yerel güçler ve ailelerin oluşturdukları yerel bir krallıkla doldurulur. Arami asıllı Süryaniler, liderleri Aryu öncülüğünde 'Osrhoene Krallığı'nı ilan ederler. (MÖ 132-MS 244) Başşehrinden dolayı 'Edessa Krallığı' ve birçok hükümdarının taşıdığı unvandan dolayı 'Abgar Krallığı' da denir.
Bunlardan V. Abgar Hz. İsa'nın çağdaşıdır. Rivayete göre cüzzam hastalığına yakalanır. Ölüleri dirilttiğini, hastaları iyileştirdiğini duyduğu Hz. İsa'ya bir mektup gönderip ülkesine davet eder. Hz İsa gelmez ama yüzünü sildiği bir mendili bir mendili gönderir. Hz. İsa'nın suretinin çıktığı, bu dolayı 'Hagion Mandylion' (Kutsal Mendil) olarak kabul edilen bu mendil sayesinde kral şifa bulur. Yine rivayete göre bu olaydan sonra kendisi Hıristiyanlığı kabul ettiği gibi halkına da benimsetmiştir. Hıristiyanlar arasında bu mendilin, önce bir tahtaya gerdirilip şehrin girişinde bir niş içinde sergilendiği, sonra bir şekilde Ulu Cami İçindeki kuyuya atıldığı veya İstanbul'a gönderildiği gibi farklı rivayetler vardır.
Tarihte Urfa bölgesine özgü bu krallık, Birtha (Birecik), Batnae (Suruç) ve güneyde Karrhae (Harran) gibi önemli şehirleri de kapsayan topraklarıyla varlığını MS 244 yılına kadar devam ettirmiştir.
Urfa Kalesi üzerindeki çift sütun Osrhoene Krallığı döneminin eserleri arasındadır. Doğu sütunu üzerindeki Süryanice kitabeyi yeniden hatırladım: 'Ben askeri komutan Barşamaş'ın (Güneşin) oğlu Aftuha. Bu sütunu ve üzerindeki heykeli veliaht Prens Manu kızı, Karal Manu'nun eşi, hanımefendim ve velinimetim Kraliçe Şalmet için yaptırdım.'
Prof. Dr. Gülriz Kozbe başkanlığında bir ekibin 2020'den beri Kale'de başlattığı kazılar, kim bilir ortaya daha ne gibi eserler ve bilgiler çıkaracaktır. Kale eteğinde, Eyyübiye'de, Şehitlik Çamlık'ta ortaya çıkarılan o döneme ait çok sayıda mozaik yan taraftaki diğer müzede sergileniyor.
Akarçay, Lidar, Hacınebi, Tilbeş, Zeytinlibahçe gibi geçmişi önceki çağlara kadar giden höyüklerde çıkan Helenistik döneme ait çok sayıda eser ise buradaki vitrinlerde sergilenmektedir.
Ahmet Hoca ile ama birbirimizden ayrı olarak dolaşmaya başladık. Eski Yunan havası kendini hemen belli ediyor. Fakat öyle mermerden büyük heykeller veya kabartmalar yok. Mitolojiye dair kabartmaların olduğu daha basit malzemelerden üretilmiş mütevazı şeyler. Aklımda daha çok İskender var. Hakkında daha önce okuduğum yazılardan arta kalan bilgiler, filmlerin değişik sahneleri, arkadaşlarla tefsir dersinde işlediğimiz Zülkarneyn Kıssasından parçalar… Bir de Urfa'nın merkez olarak öne çıktığı Seleukoslar ve Osrhoene Krallığı dönemleri. Hıristiyanlığın kabulü… Urfa'nın o dönemlerini görmek isterdim. Küçük, şirin bir şehir olmalı. O Hıristiyanların da o dönemin Müslümanları olduğunu hatırlayınca daha bir sevimli geliyor bana.
İlerleyince Roma dönemi eserleri başlıyor. Roma'nın Urfa'ya hakim olduğu döneme (MS 244-1031) işaret ediyorlar.
MS 133 yılında Pergamon/Bergama Krallığının miras yoluyla Roma İmparatorluğuna bağlanmasından sonra Helenistik krallıklar da bu büyük güç karşısında tutunamaz ve teker teker Roma'nın hakimiyeti altına girip birer eyalete dönüşürler. Aslında Urfa'da kurulan Osrhoene Krallığı da tam bağımsız olmayıp baştan itibaren Roma'nın himayesindedir. Romalılar 244 yılında krallığa tamamen son verip bölgeyi Osrhoene adıyla eyalete çevirirler. Bu tarihten sonra Urfa'yı Roma'dan gönderilen valiler yönetmeye başlar.
Büyük Roma İmparatorluğunun 395 yılında ikiye ayrılmasından sonra Urfa Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun hakimiyetine girer. 610 Yılında Sasanilerin eline geçen şehir 628 yılında Bizans tarafından geri alınır. Bu durum 639 yılında Müslümanlar tarafından fethine kadar devam eder. Bizans'ın Urfa'da 1031-1087 yılları arasında üçüncü bir hakimiyet dönemi daha vardır.
Buna göre, Osrhoene Krallığını da sayarsak Urfa'daki Roma-Bizans hakimiyeti 550 yıl, saymazsak 450 yıl kadar sürmüş demektir ve bu 405 yıl süren Osmanlı'dan daha uzun bir süredir. Ancak bölge Romalılarla, doğudaki en büyük rakipleri Sasaniler arasında bir mücadele alanı olmuş, zaman zaman karşı tarafın eline geçmiş, bu yüzden kalıcı orduların barındığı bir çeşit ileri karakol, kale-kent işlevi görmüştür.
Sergilenen eserler arasında dolaşırken aklımda yine daha önce okuduğum yazılar, izlediğim belgeseller ve filmler vardı. Romalıların Urfa'da da köşkler, saraylar, hamamlar yaptırdıklarını biliyoruz. Herhalde kendilerine mahsus eğlenceler de tertiplemişlerdir. Arenalar da var mıydı, gladyatör dövüşleri de yapılır mıydı? Gözümün önüne bol dökümlü kıyafetleri ve ayaklarında sandaletleri ile Urfa sokaklarında dolaşan kibirli Romalılar geliyor. Onların şatafatlı hayatlarının yükünü çeken köleler geliyor. Oynaşan çocuklar geliyor. Şu Urfa sokakları nelere şahit olmuştur kim bilir. Bir kere daha, keşke ben de şahit olabilseydim, diyorum içimden.
Müzenin son bölümüne açılan kapısına geliyoruz; İslamî Dönem…
Halife Hz. Ömer, İyaz bin Ganem'i o zaman Müslümanların 'el-Cezire' dedikleri Güneydoğu Anadolu'ya görevlendiriyor. Urfalılar, muhtemelen Bizans zulmünden bıktıkları ve belki de karşı koyamayacaklarını düşündükleri için kapılarını Müslümanlara kolayca açmışlar, 639 yılında pek bir direniş olmadan fetih gerçekleşmiş. Böylece kısa ve geçici bazı aralıklar hariç bugüne kadar devam eden İslami dönem başlamış. Tabii sadece Urfa merkez değil, o zamanlar çok önemli bir merkez olan Harran, Diyarbakır ve bütün El Cezire…
Şehir, Raşit Halifeler döneminden sonra Emevi idaresine geçer. Ömer b. Abdülaziz zamanında Harran'da tıp okulu kurulur. Son Emevi halifesi II. Mervan (744-750) hilafet merkezini Şam'dan Harran'a taşır. Burada büyük bir hükümet sarayı yaptırır. Bugün hala ayakta olan ve son zamanlarda büyük bir restorasyondan geçirilen 'Cami'ül-Firdevs'i (Ulu Cami)yeniden imar eder. Bu kısa dönem Harran'ın en parlak dönemlerinden biridir. Hemen ardından İslam topraklarında Abbasi dönemi başlar, Urfa bölgesi de onların yönetimine girer. Abbasi idaresinin zayıfladığı sıralarda her tarafta olduğu gibi bölgede de yerel bazı güçler kendini gösterir. Urfa, önce Numeyrilerin sonra Mervanilerin hakimiyeti altına girer: 991-1031. Onlardan sonra da üçüncü defa Bizans devri başlar: 1031-1087. Bunun son yılları (1078-1087) Bizans'ın Antakya Valisi olan Ermeni Beyi Filaretos Brachamios'un iktidarında geçer. Sultan Melikşah'ın görevlendirdiği Emir Bozan'ın fethi ile beraber Urfa'da Büyük Selçuklu dönemi başlar: 1087-1094. Bu dönemde Bozan Urfa valisi olur, şehir huzura kavuşur. Ancak uzun sürmez. Melikşah'ın vefatı üzerine oğulları ve komutanları arasında başlayan taht mücadeleleri sırasında Emir Bozan öldürülür. Urfa Suriye ve Filistin Selçuklularının eline geçer. Selçuklular her yerde kendilerine itaat etmek ve vergi vermek şartı ile yerel unsurlara bırakmaktadır. Urfa'da da Ermeni asilzadelerinden Toros'un tercih ederler. Ancak o dönemdeki kargaşayı fırsat bilen Toros bağımsızlık peşine düşer. 1095-1098. Türklere karşı, o sırada bölgeye yaklaşan Haçlılardan yardım ister. Birinci Haçlı Ordusunun (1096-1099) komutanlarından Godefroi Bouillon'un küçük kardeşi Boulogne Urfa'ya gelir. O sırada Toros'a karşı harekete geçen halk onu öldürür, yönetimi Baudouin devralır. Böylece Urfa'da Haçlı Kontluğu kurulmuş olur. 1098-1144. Musul Atabeyi Nureddin Mahmut Zengi Haçlıları yenip Urfa'da bugüne kadar aralıksız devam edecek olan İslami dönemi başlatır. Zengiler, Eyyubiler, Memlukler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler derken Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında Urfa 1517 yılında Osmanlıların eline geçer. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile önce İngiliz, sonra Fransızların işgaline uğrayan şehir, 11 Nisan 1920'de kurtulur. Anadolu'nun tamamı ile beraber Urfa'da da Cumhuriyet idaresi başlar.
Urfa'da İslami döneme ait pek çok eser bugün de ayaktadır. Bir kısmından ben de yürüyüşüm sırasında söz etmeye çalıştım. Müzede bu döneme ait fazla bir şey yok. Birkaç mezar taşı, Harran'ın konik evlerinin imistasyonu gibi birkaç şey… Başta Şanlıurfa Kent Müzesi olmak üzere Urfa'daki bir çok müzede İslami dönemin çok sayıdaki eserlerini görmek mümkün. Çıkışta o meşhur ayet bizi uğurluyor: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol' dedik.' (Enbiya Suresi, 69)
Böyle bir çalışmada olmazsa eksik kalır diyerek Müze üzerinden Urfa'nın kısa bir tarihini vermeye çalıştım. Uzun ve karışık. Birbirinden farklı birçok devlet ve topluluk arasında sürekli el değiştirmiş. Kaç savaş görmüş, kaç sel yaşamış, kaç defa halkı kılıçtan geçirilmiş, kaç defa yanmış, yıkılmış? Aslında eski dünyanın birçok yeri böyle bir kaderi yaşamış. Hadi diğer toplulukları anladık, Müslümanlara ne oluyor ki, onlar niçin birbirleriyle uğraşmışlar, savaşmışlar, diye soracağım, ama soramıyorum. Çünkü tarihte bunun örnekleri de çok. Demek ki mesele öyle din değil, iktidar, yani dünya… Tıpkı Hıristiyanlar başta olmak üzere diğer dinlerde olduğu gibi. İşte bak, tarihteki o kadar savaştan, hele İkinci Dünya Savaşındaki o büyük kıyım ve yıkımdan sonra ders aldılar, artık birbirleri ile savaşmazlar denilen Hıristiyanlar yeni bir savaşa giriştiler. Bu savaş sadece Rusya ve Ukrayna savaşı değil, daha öte bir şey. Bütün dünyayı her bakımdan etkileyen ve etkileri daha da büyüyecek olan bir savaş. İslam dünyasının hali ise maalesef hiç açıcı değil. Umarım, tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi bizi de bu ateşin içine çekmez, bedelini bize ödetmezler.
Ahmet Hoca ile müzeden ayrıldık. Haleplibahçe Mozaik Müzesini dolaşmak için ne vakit kalmıştı ne mecal. Onun arabasına binip eve dönerken genel bir değerlendirme yaptık. Memnunduk. Lakin yorulan sadece bedenim değildi, binlerce yıllık tarihte tur atmaktan dolayı kafam da bir hayli yorgundu. Bilmek güzel, ama bilmek aynı zamanda acı veriyor. Neden, niçin, değer mi cinsinden soruların cevabı var, ama beni tatmin etmekten çok uzak. İnsanı anlatan o ayet geliyor aklıma: 'O, çok zalim ve çok cahildir.' (Ahzab Suresi, 72)