Dil dediğimiz canlı varlık, insanoğlunun öncelikle kendisini, sonrasında dünyayı, içerisinde nesnelerle beraber algılayıp anlamlandırabileceği en temel gerçekliğin temel adıdır. Dilin bu gerçekliği, insanın gerçekliğiyle bire bir örtüşür ve dil, insanın dünyası haline gelir. İnsanı; yaşanmışlıkları, zedelenmişlikleri diğer bir deyişle dünyada bulunmasıyla diğer canlılardan ayrılmasına imkan veren en apayrılık farkındalığıdır. İnsanoğlu duyan, düşünen, öğrenen, öğreten ve birçok değere ilişkin anlamlandırma biçimi geliştirerek, dünya içerisinde bulunduğunu fark eden biricik varlıktır.

Bu var olma bilincine sahip olan insan dille kurmuş olduğu ilişkiyi de sahici bir yolla ortaya koyar. Bundan dolayıdır ki insanın hayatı algılama ve anlamlandırma seviyesi ile dili algılaması arasında çok yakın ve doğrudan bir ilişki söz konusudur.

Dil nesilden nesile tabiatı gereği aktarılan somut bir gerçekliktir ve bu da kültürün teşekkül etmesine ve var olmasına sebep olur. Onun içindir ki kültür ile dil arasında zımni bir birliktelik vardır. Ki kültür de nesilden nesile aktarılarak canlılığını korumuş olur. Bir nevi kültürün taşıyıcılığını dil üstlenmiştir. Bireyselliğin tavan yaptığı modern toplumlarda yozlaşmadan herkes kadar canlı bir varlık olan dil-kültür de almıştır, almaya da devam etmektedir.

Metropollerde yaşayan ama sosyal medya sayesinde kendine ve çevresine yabancılaşan birey-kişi, bu hızlı yaşam tarzı içerisinde kendi olma özelliğinden vazgeçmiş ve kendilik vasfını da elden kaçırmış durumdadır. Modern insan ya da bireyselleşen insan dille-kültürle ilişkisini başkalarından ödünçleyerek kurduğundan dolayı da konuşma ve söylem düzeyinde dahi, kendi gerçekliğinden uzaklaşmıştır. Bundan dolayıdır ki bireysel söz almayı, kendi olmayı diğer bir ifadeyle kendini gerçekleştirmeyi isteyen modern insan özünden koparak sanallaşır ve kendi hakikatini unutarak öz bilinçli bir varlık haline gelemez, eksik kalır.

Dil-kültür ile arasına mesafe koyan birey aslında kendisini gölgesinin esiri olmaktan kurtaracak ve aydınlanmasını gerçekleştirebilecek olan ışığı da kesmiş olacaktır. Var olma mücadelesi veren modern insan, kendini gerçekleştirebilmek ve ötekinden farklı olduğunu gösterebilmek için dil yetisi sayesinde diğer canlılarla da ayrıldığı gibi, dile ilişkin bilinçlenme düzeyiyle de insanlar içerisinde farklı bir konuma yükselir; görünenin ötesinde, öze ve sahici olana ilişkin bilgilenme imkanı elde eder. Söz konusu olan bu imkan, dilin sadece bir işaret ve gizli anlaşmalar sistemi olarak ele alınması ve nesnelerin/isimlerin bir göstergesi olarak kabul edilmesiyle çok sınırlı bir alana hapsedilmiş olur. Bundan dolayıdır ki dil, düşüncenin bir biçime dönüşmüş somut halidir.

Düşünce ise, insanın zihinsel aktivitenin gelişmişliği ve derinliğiyle doğrudan alakalıdır. Zaten başka bir ifadeyle 'dil, düşünmenin dışa vurulmasından başka bir şey değildir.' Onun içindir ki insanların sahip oldukları dilin, onların madde alanındaki bedenlerine ev sahipliği yaptığı gibi manevi varlıklarına da bir korunak yuva görevini üstlendiğini söylemek mümkündür.

'Dil varlığın evidir.' Yani varlığımız dilimizdir daha geniş bir ifadeyle kültürümüzdür. Kültürümüzde yaşadığımız evimizdir. ' Kim kültürle ilgili en ilgi çekici şeyleri sunuyorsa, dünya dili olma yarışında o galip gelir.' Dünya üzerinde en fazla konuşulan diller tarih boyunca devletlerin egemenliklerine göre değişkenlik göstermiştir. Mesela 16. yüzyılda Portekizce ve İspanyolca dünya diliyken, 17.yüzyılda Fransızca, 19. ve 20. yüzyılda ise Rusça dünya dili olarak konuşulmaya başlandı. Şimdilerde ise hepimizin öğrenmeye çalıştığı bir türlü başaramadığı İngilizce. İngilizce ana dili olarak konuşan 375 milyon insana sahipken dünya üzerinde 1,5 milyar insan konuşuyor.

Dünya nüfusunu 5 milyar sayarsak bu üçte birine tekabül ediyor. İngilizcenin bu kadar yaygın olması ve yaygın olarak kabul görmesi tamamen siyasi ve ekonomik. İngilizcenin bu kadar yaygın olmasının temel nedenlerinden biride İngiliz İmparatorluğu'nda öğrenme zorunluluğudur. Hatta imparatorluğun hakim olduğu bölgelerde 'medeni olmak isteyen herkes İngilizce bilmek zorunda' algısı yerleşmiş, imparatorluk zamanla küçülse bile İngilizce öğretme endüstrisi devam etmiştir. İngilizce bütün dünyada ekonomi, bilim ve iletişim alanlarında uluslararası kabul gören tek dil.

Bu sebeple, çok dilliliğin azalacağı ve anadilleri tehdit ettiği aşikardır. Ama bir yabancı dil bilmenin de kendi ana dilini daha iyi öğrenme, anlama ve konuşma kabiliyeti sağlayacağı da malumdur. Tek dile bağımlı olmak bir grubun dilleriyle diğer insanlar üzerine baskın olması anlamına geliyor. Bu da iletişimden ziyade hakimiyet ve egemenlik demektir. Şimdi bir bakalım; dünya da ana dili Çince olan 982 milyon insan var 1.1 milyon konuşan var. Hintçe 460 milyona 650 milyon konuşan. Arapça 206 milyona 300milyon. Fransızca 79 milyona 370 milyon. İspanyolca 330 milyona 420 milyon. Portekizce 216 milyona 235 milyon. Rusça 165 milyona 275 milyon. Almanca 105 milyona 185 milyon. Japonca 127 milyona 128 milyon. Korece 78 milyon gibi ilk rakamlar anadili olarak konuşanlar ikinci rakamlar ise toplam konuşan sayıdır yani dilin kullanım derecesini gösterir.

Türkçe Ural-Altay Dil Ailesine mensup bir dil. Ural kolunda Macarca, Fince, Estonca, Samoyedçe, Eskimoca 50 milyon, Altay kolunda ise Türkçe, Moğolca, Mançuça, Tunguzca, Japonca, Korece 700 milyon toplamda Ural-Altay koluna mensup dillerin konuşulma sayısı 750 milyon.

Türkiye Türkçesi zaten Anadolu coğrafyasında konuşulduğu için 80 milyondur. Emperyalizm nerede güçlüyse o ülkenin dili yaygın bir şekilde kullanılıyor. Bunu reklamlarımıza bakarakta görebilirsiniz. Kullanılan kelimelerin hepsi o ülkenin kültürünü size empoze ediyordur. Şu Hamburger kültüründen tutunda ayakta yeme içme ve müzik anlayışına kadar sizi çevreliyordur.

Latince, Roma İmparatorluğu'nun resmi dili olması nedeniyle Akdeniz ve Avrupa'da konuşulan en yaygın dil olarak kabul görmüş ve ölü bir dil olmasına rağmen Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca gibi dillerin kökenini oluşturduğu için Avrupa okullarında ve üniversitelerinde öğretilmeye devam ediliyor.

Hatta 19. yüzyıla kadar Avrupa'daki bütün üniversitelerdeki derslerin tamamı Latinceydi. Biz ise 100 sene önce atalarımızın konuştuğu dil olan Osmanlıcayı anlayamıyoruz, okuyamıyoruz.

Tamamen geçmişinden kopuk bir nesil ve kültürünü okuyamayan, anlayamayan ve sorgulamaktan yoksun bir millet olmuşuz. Ortaçağ Avrupa'sında Latince, hukuk ve edebiyat alanına hakimken, 16. yüzyılda İspanyolca, 17,18 ve 19. yüzyıllar ise Fransızcanın yaygın olduğu dönemlerdir. Fakat Fransızca da tıpkı Latincenin olduğu gibi diplomasi, eğitim ve saray diliydi.

Eğitimli herkes Fransızca konuşurdu ve seyahatlerde bugünün İngilizcesi gibi herkes tarafından konuşulurdu. 18. yüzyılda Fransız dili ve kültürü, Avrupa'nın her yerinde saray, diplomasi ve fikir dili olarak kabul görmüştür. Bunun en önemli sebeplerinden biride Fransız edebiyatının o dönemde doruk noktaya ulaşmasıydı. Öyle bir anlayış oluşmuştu ki Fransız dili ve hayat tarzı medeniyetin ta kendisi olmuştu.

Bizim medeniyetimiz o zamanlar ne durumdaymış sizce; duraklama ve gerileme. Kendi kültür kodlarımızdan uzaklaştığımızın işaretleri o dönemde Avrupa'ya gidip eğitim alıp dönen öğrenciler ve diplomatlarımızın Tanzimat dönemi romanlarındaki öykünmeci durumunu hepimiz biliyoruz. Müslümanlar, Batı medeniyetini şeklen taklit edip, ilmini, tekniğini almayıp kendi kültürel kodlarını koruyamamıştır.

Bir kültür taşıyıcısı olarak dilini, kültürünü, medeniyetini yenileyememiş, çağın gerisinde kalmış, gelişen değişen ve kendi modernitesini oluşturan Avrupa'ya karşı ezik durumda kalmıştır. Almanca, 19. yüzyıl ortalarında bilim ve sanat diliyken, kaybettiği 1. Ve 2. Dünya Savaşları ile birlikte bu statüsünü yetirmiş yine de kendi küllerinden tekrar yeşermesini başarmıştır. Çünkü tarih boyunca şu görülmüştür ki emperyalizm hangi ülkede güçlüyse o ülkenin dili de hakim olmuştur. Ama kendi kültüründen kopmayan ve diline, geçmişine sahip olan milletler ise kapitalizme direnmiştir ve dünya savaşlarında yenilseler bile kendilerini gerçekleştirmişlerdir. En güzel örneği Japonya ve Almanya gibi…

Başa dönecek olursak Ortaçağ'da İslamiyet'in yayılması bilimde, sanatta, kültürde ve felsefe de ki büyük etkisiyle beraber Arapça da yaygınlaştı ve İslamiyet'in değerlerini de yaygınlaştırmış oldu. Biz şu an eğer düşünce özgürlüğünden ve özgür düşünceden korkuyorsak ve öncelikle bin yıllık taassuplarımızdan kurtulup bize düşünmeyi ve sorgulamayı günah sayan, yasaklayan zihniyetten kurtulmamız lazım.

Mehmet Akif İnan'ın dediği gibi: Türk toplumunun bütün bunalımlarının temelinde, medeniyet davası yatar. Buna bir çözüm getirilmeden, bu temel konuda aydınlarımız bir ortak bilince varmadan hiçbir şey yapılamaz. Biz Batı Medeniyetinden değil, Türk-İslam medeniyetindeniz.

Bütün tarihimiz, sanatımız, kültürümüz, folklorumuz, edebiyatımız, mimarimiz, müziğimiz hatta mutfağımız, zevklerimiz, güzel anlayışımız, geleneklerimiz bu medeniyet içinde şekil almıştır. Akıl bunu inkar edemez. Bütün bunlar yüzyıllar içerisinde oluşmuş, olgunlaşmıştır.

Günlük yaşayışımızdan, sosyal kurumlarımıza kadar her şeyimiz ona uygun bir tarzda düzenlenmedikçe varlığımızı onurlu bir biçimde sürdürmemiz mümkün olamaz. Yakın tarihimiz bunu göstermektedir.

Bunun içinde öz değerlerimizi anlayabilmek için dilimizi, kültürümüzü ve sanatımızı hem kendi kaynaklarımızdan öğrenmeli ve gelecek kuşaklara da bunu güzel bir dille dünya dili olabilecek bir Türkçeyle yapabilmeliyiz.

Daha güzel yarınlar için saygı ve selamla..!