ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Tam 20 gün sonra 21 Şubat'ta yeniden yola çıktım. Bu sefer yanımda okul müdürlerimizden Ahmet Can Asrağ var. Görev yaptığı her okulda çok güzel işlere imza atan Ahmet Hocam, bir yürüyüşünüze ben de eşlik etmek isterim deyince onu da davet ettim. Öğlen namazında Bediüzzaman Mezarlığının batısındaki Nebi Efendi Camiinde buluştuk.

Programımızda Haleplibahçe'deki iki büyük müze var; Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi ve Haleplibahçe Mozaik Müzesi. Fakat önce biraz geriye gitmemiz gerekiyor.

Daha önce söz ettiğim üzere bölgedeki yerleşim Milat'tan önceki dönemlere kadar gidiyor. Şehrin batı surlarının hemen aşağısındaki kayalık alanda bugün adına 'Kızılkoyun Nekropü' dediğimiz kaya mezarları var. Onun batısında ise Haleplibahçe… O zamanki adı 'Daysan' olan Karakoyun Deresi Haleplibahçe'den geçerek Balıklıgöl'e dökülüyor. Dere ve derenin içinden aktığı bağlık bahçelik alanda da Romalı zenginlerin köşkleri, sarayları, hamamları var. Romalılardan sonra, büyük ihtimal sur dışında bulunduğu ve bu yüzden güvenlik sorunu yaşadığı için eski önemini kaybetmiş. 19. Yüzyılda Sakıb Efendi'nin yaptırdığı bağ evi/köşk, o uzak tarihin yakın tarihe bir çeşit yansıması. Fakat o kadar. Başka örnek yok.

Benim Fatih Sultan Mehmet İlköğretim Okulunda müdürlük yaptığım 90'lı yıllarda bu alan dümdüz ve toprak kaplıydı. Bir ucunda etrafı tel örgüyle çevrilmiş futbol sahası vardı. Amatör takımlar ve çevredeki gençler gelip, kışın çamur, yazın toz toprak içinde antrenman ve maç yaparlardı. 11 Nisan Kurtuluş Bayramı kutlamaları da o sıralar burada yapılırdı. Okul olarak öğrencilerimizle katıldığımız 1995 yılının 11 Nisan Bayramında, devrin başbakanı Tansu Çiller'in (1993-1996) helikopterinin alana inmesi üzerine, pervanesinin oluşturduğu rüzgarın etkisiyle toz toprak içinde kaldığımızı hatırlıyorum.

1990'ların sonlarına doğru, Haleplibahçe'de yapılması planlanan, adına kısaca 'Temalı Park' denilen, esas adı 'Dinler ve Kültürler Bahçesi' olan büyük bir proje gündeme geldi ve uzunca bir süre Urfa kamuoyunu meşgul eden büyük bir tartışma başladı. İçinde otel, havuz, park, çarşı, salon vb. pek çok unsurun bulunduğu bu proje, sahiplenenlerin iddiasına göre, bir yandan Haleplibahçe'yi içinde bulunduğu çirkin halden kurtaracak, bir yandan da Urfa'yı dünyaya tanıtıp büyük bir turist akışı sağlayacak, dolayısıyla büyük bir ekonomik kazanç sağlayarak halkı ihya edecekti. Projeyi şiddetle savunanlar olduğu gibi ateşli bir şekilde karşı çıkanlar da vardı. Onların temel endişesi dinî idi. İddiaya göre finansmanını yabancı devletlerin/güçlerin sağlayacağı projede, bir kilise, bir havra ve onlardan daha küçük olmak üzere bir cami bulunuyor ve bu üç mabetten çıkan yollar tek bir yolda birleşip 'Tanrıya Yükseliş Tümülüsü' diye tapınak benzeri bir kuleye ulaşıyordu.

'28 Şubat postmodern darbe' sürecinin devam ettiği bir zamana denk gelen bu proje, dindar kesimin bilinçaltı korkularını harekete geçirmiş, proje Siyonizmin 'Arz-ı Mev'ud' hayalinin bir uzantısı olarak görülmüştü. Zaten uzun zamandır Yahudilerin el altından Urfa'da çok büyük toprakları satın aldıkları, bu tür projelerle de tıpkı Filistin gibi Urfa'yı da ileride ele geçirmenin hazırlıklarını yaptıkları söyleniyordu. Gelen tepkiler üzerine yönetim geri adım attı, konu unutuldu. O sırada belediye başkanı Saadet Partili Ahmet Bahçivan (1994-2004) idi. Fakat 2000'lerin başında Ak Partili A. Eşref Fakıbaba (2004-2014) zamanında proje yeniden gündeme geldi ve tartışmalar yeniden alevlendi.

O yıllarda 'medeniyetler diyalogu' çerçevesinde, 'İbrahimî dinler' denilen üç semavî dinin eşit bir şekilde bir arada anılması, bu din mensupları arasında barış ve hoşgörünün geliştirilmesi gibi konularla beraber kısaca BOP denilen 'Büyük Ortadoğu projesi' adı altında bölgenin haritasının değiştirileceği konuları da çok gündemdeydi. Öyle bir zamanda bu proje üzerinde gösterilen ısrar, kafalardaki korkuları besliyor ve çok sert tepkilere sebep oluyordu.

O yıllarda bu tepkileri besleyen, merkezinde Urfa'nın olduğu bir başka bir proje daha vardı; 'İbrahim Yolu Projesi'. Arkasında ABD'nin ünlü Harvard Üniversitesinin olduğu bu projeye göre tıpkı İspanya'daki Camino Yolu gibi, bölgede bir turizm yolu oluşturulacaktı. Bu yol, üç semavi dinin ortak atası Hz. İbrahim'in doğduğu Urfa'dan başlayacak, sonra onun yaşadığı rivayet edilen rotayı takip edip Harran'a ulaşacak, daha sonra da Suriye ve Ürdün topraklarından geçip Filistin'in El Halil şehrindeki mezarında sona erecekti. Her yıl dünyanın her tarafından gelecek olan farklı din ve kültürlere mensup insanlar, yaklaşık 12 kilometrelik bu yolu yaya veya arabalı olarak kat edecekti. Bu sayede de birbirleri ile tanışıp yakınlaşacakları için aralarında var olan önyargıları kırılacaktı. Yine bu sayede bölgenin tarihi ve tabii güzellikleri tanınacak, bu da daha çok turistin gelmesini sağlayarak bölge halkının ekonomik açıdan gelişimine katkıda bulunacaktı. 2007'nin Kasım ayında projenin önde gelenleri ve 17 farklı ülkeden destek verenler Urfa'da buluştular. Konferanslar verdiler. Çeşitli çalışmalar yaptılar. Sonra da o yoldaki ilk yürüyüşü gerçekleştirdiler.

Ancak, Urfa'daki dindar/İslamcı çevreler görünüşte bu son derecede masum olan projeyi de kafalarındaki büyük korkunun, Siyonizmin ve uluslararası güçlerin Urfa üzerindeki planlarının bir parçası olarak gördüler ve tepki gösterdiler.

O yıllarda ben de GAP Gündemi Gazetesinde köşe yazıları yazıyor, gündemdeki konuları kendi bakış açımla değerlendiriyordum. Kısa bir süre önce başörtüsünden dolayı okul müdürlüğünden alınmış biri olarak o tartışmalardan uzak durmam da söz konusu olamazdı. Nitekim kendi mahallemin ruh haliyle ben de birkaç yazı yazmıştım. Bugün bu vesile ile açıp yeniden okuduğum zaman 'Vay be! Sen neymişsin?' diyerek kendi kendime güldüm.

Aradan uzun yıllar geçti. Dünya ile beraber ben de değiştim. Birçok konuya olduğu gibi bu konulara karşı da bakış açım büyük ölçüde değişti. Artık komplo teorilerine pek inanmıyorum. Ancak Siyonizm diye bir gerçek var. BOP ile beraber bölgemizin ne hale geldiği de ortada. Suriye 2011'den beri kanlı bir iç savaşın içinde paramparça olmuş durumda. Meydanı boş bulan İsrail, her fırsatta Filistin topraklarını işgal ve ilhak etmeye devam ediyor. Tam da bu yazıları yazdığım günlerde Rusya Ukrayna'ya karşı büyük bir saldırı başlatmış durumda; 2014'te Kırım'ı almıştı, şimdi bütün Ukrayna'yı yutmaya çalışıyor. Şimdi böyle bir zamanda kadim dünyanın merkezindeki Urfa'nın uluslararası güç odaklarının gündeminde olmadığını düşünmek safdillik olur. Onun için, sürekli olarak adaleti, barışı, farklı inanç mensuplarına karşı hoşgörülü olmayı ve onlarla beraber yaşamayı savunduğum halde, her zaman çok dikkatli ve tedbirli olmak gerektiğine de inanıyorum.

Konuya dönecek olursak… Bu tepkiler üzerine, devrin yetkilileri projeden vazgeçmediler, ancak tepkiye sebep olan kilise, havra ve diğer dini sembollerin projeden çıkarıldığını, finansmanının da herhangi bir yabancı devlet tarafından değil, Kültür Bakanlığı tarafından karşılanacağını duyurdular. Nihayet devrin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Urfa'ya gelip temelini attı ve iki yıl içinde tamamlanacağını söyledi. Ortam yumuşadı. Söz konusu alanda inşaat çalışmaları başladı.

İlerleyen günlerin birinde şehirde bir fısıltı büyük bir hızla yayıldı. Deniliyordu ki bölgede çalışan bir dozerin operatörü, toprağa daldırdığı kepçenin ağzından toprakla beraber renkli taşlar döküldüğünü görüp durumu başındaki kişiye aktarmış, o da bunların tarihi değere sahip olabileceğini düşünlüp çalışmaları durdurmuş. Valilikten, Kültür Müdürlüğünden, Müze Müdürlüğünden ve Harran Üniversitesinden yetkililer gidip bakmışlar. Bir kısım uzmanlar, ortaya çıkan eserlerin değerini anlamışlarsa da konuyu gündeme getirmekten çekinmişler. Çünkü Valilik, Urfa'ya büyük ekonomik katkı sağlayacağına inanılan projenin durdurulmasına sebep olur diye duyulmasını istemiyormuş. 'Küçük, önemsiz bir parça mozaik, sökülüp müzeye nakledilecek' deyip inşaatı devam ettirmek düşüncesindeymişler.

İşte tam o günlerde, genç gazeteci İbrahim Halil Şeker, gündüz yaklaşılması yasak olan alana akşam saatlerinde gizlice yaklaşıp birkaç fotoğraf çekmeyi başardı. Onun yaptığı haber üzerine konu kamuoyuna mal oldu, öyle olduğu için de inşaat durduruldu. Konu kısa sürede ulusal ve uluslararası boyut kazandı. Urfa'ya sık sık yerli ve yabancı uzmanlar gelip buluntuları incelemeye başladılar. Yapılan incelemeler sonucunda bulunan mozaiklerin çok önemli olduğu anlaşıldı. Ancak yine de işler çok ağır ilerledi. Dar bir alanda yapılan kazıların üzeri basit bir muşamba ile örtüldü. Başında tutulan bekçiler, izinsiz kimseyi yaklaştırmasalar da yağmur suları için izin gerekmiyordu. Dibinde o çok değerli olduğu tespit edilen mozaiklerin bulunduğu bir buçuk metrelik çukuru sık sık su bastı. O inanılmaz vurdumduymazlık manzarası, artık internet de hayatımıza girdiği için, sadece Urfa medyasında değil, ülke ve dünya medyasında da haberlere konu olmaya başladı.

Bu arada çalışmaların nasıl devam ettirileceği ve bulunan mozaiklerin nerede ve nasıl sergileneceği tartışılıyordu. Sonunda yerinde kalmasına ve üzerine bir müze yapılmasına karar verildi. Tartışmalar bitmedi. O bölgenin tamamı bir sit alanıydı, toprağın altında o dar bölgede bulunanlardan çok daha fazlasının olması gerektiği haklı olarak ileri sürülüyordu. Nitekim kazdık ama içinde bir şey bulmadık denilen yerlerde, bazı gazeteciler, üzerinde 'kelime-i tevhid' yazılı Selçuklu dönemine ait mezar taşları gördüklerini söylüyordu. Ancak artık kimse bu iddiaları dikkate almadı. İhalesi yapılan müzenin inşaatına başlanmıştı, devam edildi.

Şimdi düşünüyorum; şu devasa müze binalarının altında kim bilir daha nice tarih hazineleri vardır? Ve eğer bu zihniyet burada böyle yaptıysa, ülkemizde ve dünyada daha nice yerlerde, insanlığın ortak mirası olan nice hazineler bile bile gizlenmiş, hatta gizlice yok edilmiştir? Bu durum canımı sıkıyor ama yapabileceğim bir şey yok.

Tabii bütün bunlar, mevcut müzelerin değerini ortadan kaldırmıyor.

Urfa'nın ilk arkeoloji müzesi Şehitlik Çamlık'ın güneydoğusunda 1969 yılında ziyarete açılmıştır. O bina, her geçen gün ortaya çıkan yeni bulgularla şehrin gittikçe genişleyen arkeolojik potansiyelini karşılamakta çok yetersiz kaldığı için, birçok eser depolarda bekletiliyor veya Urfa'ya getirilmiyordu.

Yukarıda yazmaya çalıştığım gelişmeler üzerine ortaya çıkan müzeleri yerinde sergilemek üzere bir mozaik müzesi planlanırken, Urfa'nın ihtiyaç duyduğu büyük bir arkeoloji müzesi de programa alındı. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından temelleri 2012 yılında atılan proje, 200 dönümlük kompleks bir arazi üzerinde 60 dönümlük alanı kapsıyor. Kuzeyinde üç katlı 'Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi', onun güneyinde 'Haleplibahçe Mozaik Müzesi' ve her ikisinin arasında, deneysel arkeolojik çalışmaların da yapılabileceği Arkeopark Projesi… Çalışmalar üç yılda tamamlandı ve 24 Mayıs 2015 tarihinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in de katıldığı büyük bir törenle ziyarete açıldı.

Ben açıldıktan kısa bir süre sonra gidip her iki müzeyi de gezmiş ve çok beğenmiş, Urfa adına da gurur duymuştum. Şimdi bilmem kaç yıl sonra ikinci önündeyim. Ahmet Hoca ile beraber önce Arkeoloji Müzesini gezmeye karar verdik.

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi, büyük bir kompleks olarak tasarlanmıştır. İçerisinde 14 adet ana sergi salonu, 5000 civarında eser ve 33 adet canlandırma alanı bulunmaktadır. Ayrıca resim, heykel vb. sergilerin yapılabileceği geçici sergi salonu, tanıtım filmlerinin gösterildiği sinevizyon odaları, çocuk oyun alanı ve hediyelik eşya satış üniteleri de yer almaktadır. Müzenin giriş kısmında yaklaşık 1000 araçlık kapalı otopark ve gelen ziyaretçilerin dinlenip vakit geçirebilecekleri 400 kişilik kapalı alana sahip cafe/restoran bulunmaktadır.

Sergi salonları kronolojik sıralamaya göre düzenlenmiştir. Paleolitik Çağ'la başlayıp Neolitik Çağ ve Kalkolitik Çağla devam eder, Tunç ve Demir Çağlarını müteakip Helenistik, Roma, Doğu Roma ve en son İslami Dönem eserleri ile sona erer.

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi, kapalı alan ve sergi salonu bakımından Türkiye'nin en büyük, Avrupa'nın ve dünyanın da sayılı müzelerinden biridir. Ayrıca 4,5 kilometrelik mesafesi ile ülkemizin en uzun gezi güzergahına sahiptir. Canlandırma sayısı bakımından da dünyanın sayılı müzeleri arasında yer almaktadır.

Aralarında, insan boyutlarında yapılmış dünyanın en eski heykeli olan 'Balıklıgöl Adamı' da dahil olmak üzere zengin koleksiyonu, Göbeklitepe'nin bire bir ebatlarda inşa edilmiş imitasyonu, Nevali Çori'den çıkartılan orijinal tapınak kalıntıları ve çeşitli dönemlere dair canlandırmaları, yormayan ışık sistemi ve merdivensiz yapısı ile müze, ziyaretçilerine o uzun güzergahı keyifle yürümek imkanı vermektedir.

Başta Göbeklitepe olmak üzere Neolitik Çağ eserleri açısından dünya müzeleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan müzede, 2021 yılında 'Karahantepe ve Neolitik İnsan' konulu yeni bir sergi salonu açılmıştır. Tespit edilen 12 Neolitik merkezde bundan sonra yapılacak kazıların, müzeyi Neolitik Çağ arkeolojisi açısından daha ayrıcalıklı bir yere taşıyacağı da muhakkaktır. ('Şanlıurfa Müzesi Arkeolojik Eserler Kataloğu', Yayın Koordinatörü Celal Uludağ (Müze Müdürü), Genişletilmiş 2. Baskı, İstanbul, 2021, s.4-5)

Müzenin avlusuna girip mermer döşeli zemininde ilerlemeye başladık. Uzaktan pek belli olmuyor; meğer alan ne kadar geniş, müze ne kadar büyükmüş, yaklaştıkça daha çok farkına varıyor insan. Ve kendini o yüksek bloklar arasında minicik hissediyor. Fakat bundan rahatsız olmak bir yana memnun kalıyor.

Dış cephesine dair bazı eleştiriler, daha önce duymuştum. O anda benim de aklıma başka türlü olabileceğine dair düşünceler geldi. Böyle mermer ve metal kaplama değil de, içeriğine uygun bir şekilde, mesela büyük kaya ve taş bloklardan oluşabilirdi. Avlusu da aynı şekilde o dönemleri yansıtacak bir şekilde düzenlenebilir, hatlar bu kadar keskin değil de yuvarlak olabilir, etrafa yine ona uygun görsel materyaller ve banklar konulabilirdi. Sonra, bütün bunlar için artık çok geç olduğunu ve zaten bu tür düşüncelerin hiçbir zaman sonunun gelmeyeceğini düşünüp içinde bulunduğumuz ana döndüm.

Önce girişteki bir banka oturup, çoktandır görmediğim Ahmet Hocayla, ülkemiz, şehrimiz, insanımız ve eğitim öğretim üzerine sohbet ettik, daha doğrusu dertleştik. O bana göre genç ve verimli bir yaşta. İmkan verilirse çok güzel hizmetler yapacağı kesin, ama gönlü biraz kırılmış. Gördüğü muameleden dolayı kendisine hak vermekle beraber, böyle şeylere takılmayıp aşkla şevkle çalışmaya devam etmesi gerektiğini söyledim.

Sonra kalkıp giriş kapısına yöneldik. Müzeye giriş ücreti 25 TL, buna Mozak Müzesi de dahil. Biz eğitimcilere ise ücretsiz. Gezmeye başlamadan önce Müze Müdürü ve Arkeolog Celal Uludağ'ı ziyaret ettik. Kendisini uzaktan tanıyordum. Göbeklitepe'yi ziyaret eden gerek üst düzey yöneticilere rehberlik yaparken, gerekse basın mensuplarına bilgi verirken alanına vukufiyetini fark edip memnun olmuştum. Memlekette olumsuz örnekler o kadar çok ki, işin ehline verildiği örnekleri görünce maalesef şaşırıyorum.

Celal Bey bizi çok iyi karşıladı. Aslında niyetimiz bir selam verip tanışmak ve bir an önce müzeyi gezmeye çıkmak idi. Fakat sohbete öyle bir daldık ki ve herhalde üçümüz de o kadar memnun olduk ki bir hayli uzattık. Urfa'nın sahip olduğu tarihi zenginlik ve içinde bulunduğumuz müzenin değeri ve önemi üzerine konuştuk; bu büyük potansiyeli yeterince değerlendirememek üzerine dertleştik, yapılabilecek şeyler üzerine fikir alışverişinde bulunduk. Ben Kültür Müdürlüğünün İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Harran Üniversitesi ile işbirliği yapıp daha çok öğrencinin ve sayısı 30 bini geçen öğretmenlerin müzeyi gezmesini sağlamasının önemine dikkat çektim. Okullarda okutulan ders kitaplarını inceleme komisyonunda görevli olan Ahmet Hoca, Göbeklitepe ve Arkeoloji Müzelerinin ders kitaplarına 'e içerik' olarak eklenmesi için Milli Eğitim Bakanlığına teklif yapabileceğini söyledi ki bu fikir Celal Bey gibi benim de çok hoşuma gitti.

Orada da kısaca bahsettiğim bir husus daha var. Bir kısım dindar ve muhafazakar çevreler, hatta Urfa'nın dışından bazı ünlü isimler, Urfa'nın arkeolojik geçmişinin bu kadar çok öne çıkmasından rahatsız oluyorlar. Urfa'nın Hz. İbrahim'le özdeşleşen dindar kimliğinin ve bunun bir uzantısı olan 'Peygamberler Şehri' niteliğinin geri planda kalacağı gibi bir endişeleri var. Hatta son yıllarda dünya çapında ilgi odağı olan Göbeklitepe'nin bizzat bu amaçla 'şişirildiğine' inanıyorlar.

Ben tabii böyle düşünmüyorum. Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet, bizi yeryüzünde gezip dolaşmaya, araştırmaya ve ibret almaya teşvik ediyor. Yine yaklaşık üçte birlik bölümünde geçmiş kavimlerin kıssaları anlatılıyor. İnsanlığın tarih boyunca geçirdiği aşamaları bilmenin, bugünkü insanlık açısından ne kadar faydalı ve gerekli olduğundansa söz etmeye bile gerek yok. Bütün bunların sağlayacağı ekonomik katkı da cabası. O yüzden bu tür çalışmaların son derecede önemli olduğuna inanıyorum. Müzeyi gezerken, isteyenler sergilenen eserlere insanlığın ortak mirası gözüyle bakar, isteyenler de ibret nazarıyla… Ben her boyutuyla bakmaya çalışıyorum.

Celal Beyle konuşurken müzeye gösterilen ilginin ne düzeyde olduğunu ve bir yılda kaç kişinin gezdiğini de sordum. Önce bölgede meydana gelen olaylar, son iki yıldır da korona salgını dolayısıyla azalsa da yıllık ortalama 200 bin kişinin gezdiğini ve bunun fena bir rakam olmadığını, daha iyi bir tanıtımla bu rakamın çok daha yükseklere çıkarılabileceğini söyledi.

Celal Bey, ayrılmadan önce bizlere birer adet 'Şanlıurfa Müzesi Arkeolojik Eserler Kataloğu' da hediye etti. Yaklaşık 500 sayfalık katalog çok güzel hazırlanmış. Hem İslami döneme kadar olan Urfa'nın eski tarihini anlatıyor, hem müzedeki eserleri ayrıntılı bir şekilde tanıtıyor. Çok işime yarayacak.