Eyyübiye'deki ikinci yürüyüşümüzü, ilkinden iki gün sonra 2 Aralık Perşembe günü gerçekleştirdik. Bana kalsa biraz ertelerdim. Hava soğuk filan da dedim ama İsmail ısrarla gidelim deyince tamam dedim.

Otobüse binip Beykapısı civarında indim. Arabaya binip hiç oyalanmadan Deyr Yakup'a doğru yol almaya başladık. Bir de misafirimiz var; İsmail'in ilkokula giden oğlu Yunus Emre. Saçları uzun, sevimli, narin bir çocuk. Çok tatlı bir Urfa ağzı ile konuşuyor. Babasının özellikle tercihi imiş. 'Kitabi Türkçeyi nasıl olsa öğrenir, fakat Urfa ağzını şimdi olmazsa sonra hiç öğrenemez.' dedi. Doğrusu böyle bir yaklaşımı ilk defa görüyorum. Genellikle tersi tercih ediliyor. Genç ve anne ve babalar, çocuklarının resmi Türkçe ile konuşması için özel bir gayret gösteriyorlar. Bu yüzden her yerde olduğu gibi Urfa'da yerel ağız gittikçe unutuluyor.

Hedefimiz şehir merkezinin 10 kilometre kadar güneyinde, oldukça yüksek bir noktada bulunan Urfa'nın en önemli tarihi mekanlarından Deyr Yakup. Sadece fotoğraflarından biliyorum. Daha önce hiç görmedim. İsmail de görmemiş. İkimiz de çok merak ediyoruz.

Şehri hızla geçtik. Gecekondu mahalleleri geride kaldı. Tamamen kayalık ve çıplak dağlara ulaştık. Yol gittikçe dikleşiyor, zorlaşıyor. Asfalttan, kilit taştan sonra stabilize de bitti, ancak tek bir arabanın geçebileceği genişlikte bir yol. Greyder bir kere geçip bırakmış gibi. Çok bozuk, keçi yolundan birazcık iyi. İsmail'in arabası zarar görecek diye üzülüyorum; fakat dilim keşke gelmeseydik dese de içten içe memnunum. İsmail de memnun, o da tekrar tekrar, adını çok duyduğu ama bir türlü göremediği bu yeri çok merak ettiğini söylüyor. Sağda solda mağaralar var ama önceki kadar çok değil. Zaten bir süre sonra onlar da geride kaldı. Arada bir evler ilişiyor gözüme. Yine hayret ediyorum. Bu insanlar, bu ücra yerlerde nasıl yaşıyorlar?

Nihayet ulaştığımız bir noktada, arabanın daha ileri gidemeyeceğine karar verip indik. Tam da bir evin önünde. Orada olduğumuzu haber vermek, arabamızı emanet etmek için seslendik ama içeriden bir ses gelmedi. İsmail bir peçetenin üzerine telefon numarasını yazıp arabanın penceresinin önüne bıraktı; gerekirse kendisini arasınlar diye. Bravo, benim aklıma gelmezdi böyle bir şey.

Ondan öteye yürüyerek gideceğiz. Hedefe kilitlenmişiz artık. Önümüze ne çıksa aşacağız. Hava açık ve çok aydınlık. İnince gördük ki çok da soğukmuş. Biz neyse de inşallah çocuk rahatsızlanmaz.

Bir tepeyi aşınca bir dağ evine denk geldik. Köpek olma ihtimaline karşı dikkatli indik. İsmail seslenince mi, bizi gördüğü için mi bilmiyorum, yan taraftaki sırtı aşarak 30-35 yaşlarında bir arkadaş yanımıza geldi. Meğer arabayı bıraktığımız evin sahibi imiş. Adı Hikmet Baştürk. Çevreye zeytin ağaçları dikmiş. Daha sonra İsmail'in dediğine göre bu ağaçlardan dolayı yarınlarda buralarda hak iddia edecek. Demek buna benzer daha başkaları da var. Bizim gibi insanlar şehirde aç kalır, böyle şeyler yapamaz, yapmak bir tarafa, böyle şeyler aklına bile gelmez. Nasıl insanlar var? Ve nasıl hayatlar?

Hikmet, oraya niçin geldiğimizi tahmin etmişti zaten. Hemen yol gösterdi ve bir süre bizimle beraber yürüdü. Bu arada dedi ki, bir süre önce evlerine hırsız girmiş ve eşinin kendisinden habersiz biriktirdiği parayı ve altınları çalmış. 'Polise haber verdik, ama zor.' dedi. Bence de zor. Fakat daha zor olanı buralarda yaşamak.

Tarihi kalıntılar artık daha yakın, ama oraya ulaşmak için önce bir aşağılara inmek, sonra da tırmanmak gerek. Öyle yaptık. Keçi gibi sekiyoruz. Fakat keçi olmadığımız için çok zor oluyor. Şimdi şurada düşüp bir yerimi kıracak olsam, ne yaparım? Uzun süre yatağa bağlı kalmak bir tarafa, yürüyüşlerim aksar; bir süredir başladığım ve beni iyice saran röportajlarım aksar. Tabii sakat kalma ihtimali de var. Onun için çok dikkatli yürüyorum. Fakat, bazen bir adımı atmak ve ayağımı basacağım yeri incelemek için saniyeler geçirsem, hatta oturmak zorunda kalsam da hızlıyım. Kendi kendime hayret ediyorum. Benimkisi altmış yaşındaki bir adamın yapacağı bir iş değil aslında. Fakat bu, bir yandan da hoşuma gidiyor.

Tırmandıkça vücudum terliyor, fakat kulaklarım, özellikle sağ kulağım yanıyor. Çok belli olmasa da soğuk bir rüzgar var. İsmail ve oğlu benden önde gidiyor, onlara yetişmeye çalışıyorum. Geri kalmamın sebebi ihtiyarlığım değil, sık sık durup etrafı seyretmem ve fotoğraf çekmem.

Zeytin ağaçları boyunca yürüdük, yürüdük, yürüdük. Hayret, terlesem, üşüsem de kendimi hiç yorgun hissetmiyorum.

Nihayet, tepesinde Deyr Yakub'un bulunduğu kayalara geldik. Bundan sonrası tamamen sarp kayalık. Tırmanması çok daha zor. Fakat hiç oyalanmadan çıktık.

Biraz sonra göreceğimiz tarihi kalıntılara eski Urfalılar 'Nemrut'un Tahtı' demişler. Hz. İbrahim'i Urfa'ya getirince mecburen Nemrut da gelecek. Urfa Kalesinin sütunlarını mancınık, aşağıdaki balıklı gölleri Hz. İbrahim ve Nemrut'un kızı Züleyha adına 'Halilürrahman' ve 'Aynzeliha' yapınca burayı da Nemrut'a yazlık saray yapmışlar. Öyle ya, Nemrut gibi biri, yazın Urfa'nın sıcağında yaşar mı? Urfalılar, belki de burayı Nemrut'a tahsis ederek kendi özlemlerini dile getirmişlerdir.

Dahası da var. Bu tepeye bir saatlik uzaklıkta bulunan Harran ovasındaki Kazane Köyünü de adından hareketle burası ile ilişkilendirmişler. Güya orada pişen yemekler, elden ele geçirilerek buraya taşınırmış. Köyde çok kazan olduğu için de adı 'Kazane' olmuş. Hay Maşallah! Bu tepeye bu binayı yaptıran Nemrut, bir mutfak da yaptıramamış mı ki yemekleri sıcak sıcak yesin? Tabii, 'kazan'a 'kazan' dediklerine göre Nemrut ve kavmi ve tabii Hz. İbrahim de Türk olmalı ve Türkçe konuşmalı değil mi?

Bakmayın böyle cümleler kurduğuma. Halk muhayyilesi, sadece bizde değil, her zaman, her yerde, her toplumda böyledir. Bugün de öyle değil mi? Tarihtekiler bir tarafa günümüzde bile bu türden inançlar üretilmiyor mu? Teknolojili, uzaylı olanları bile var. Bütün bunların alıcısı olmazsa üretilir mi?

Buraya verilen isimlerden biri de 'Cin Değirmeni'. Cinlerin yaşadığına inanıldığı için bu ismi vermişler. Böyle insanlardan uzak ücra yerlerde cinlerin yaşadığına dair inancın bir yansıması.

Kaynaklarımıza dönecek olursak… Bu tepede biraz sonra göreceğim bir yapılar topluluğunun kalıntıları var. Kireçtaşı kayalıklar üzerine yine kireçtaşından yapılmış eserler ve oyularak oluşturulmuş odalar, sarnıçlar, suyolları… Geçmişi M.Ö. 1. Yüzyıla çıkıyor. Başşehri Edessa olan Osroene Krallığı zamanı. Krallarının adlarından dolayı Abgarlar da deniliyor. İlk olarak o zaman buraya bir pagan tapınağı ve hükümdar ailesinin üyeleri için anıt mezarlar yapılmış. Manastır doğu-batı istikametinde, dikdörtgen planlı ve iki katlı. Zemin katının doğu kesimi ise üç katlı anıt mezar. Mezar odasının esas girişi zemin katta. İçeride ölü yatırılan nişler (arkosolium) yer alıyor. Güneydeki nişin kilit taşındaki haç rozeti, buranın Hıristiyanlık döneminde de mezar olarak kullanıldığını işareti. Başka bir taşın üzerindeki kuş figürü ruhun bir kuş gibi uçup gitmesini sembolize ediyormuş. Çok ilginç, İslam'da da ruh, zaman zaman kuşa benzetilir ve ölenin ruhu bir kuş gibi uçup gider. Yine buradaki bir taşın üzerinde, uzanmış bir erkek, yanında da daha küçük olmak üzere oturan bir erkek ve kadın figürü varmış.

Manastırın yaklaşık yüz metre kuzeyinde de bir anıt mezar var. Dikdörtgen planlı, üç katlı Palmira tipi (kule şeklinde) bu mezarın doğu cephesindeki pencerenin altında yer alan iki satırlık kitabenin üstünde Grek, altında Palmira Süryanicesi ile aynı şey yazılı: 'Ma'nu oğlu Şaredu'nun eşi Amaşşamaş'. 'Amaşşamaş' 'Güneşin Hizmetçisi' demekmiş. Şamaş'ın Arapçadaki 'şems' (güneş) olduğunu bilmek hoşuma gidiyor. Mezarla manastırın arası kemerli koridorlarla birbirine bağlı imiş.

Pagan dönem bitip de bölge halkı Hıristiyanlığı kabul edince (M.S. 5. Yüzyıl) burayı bu sefer Hıristiyan manastırı olarak kullanmaya, ölülerini de buradaki mezarlara gömmeye başlamışlar. Sonraki dönemlerde İslamlaşma ile beraber Hıristiyan eserlerini Müslümanların kullanması gibi.

Buraya 'Deyr Yakup' (Yakub'un Manastırı) denilmesi ile ilgili iki görüş var: Birincisine göre kerametleri ve kehanetleri ile ünlü olan ve Suruç Başpapazlığına kadar yükselmiş bulunan Suruçlu Aziz Yakup zamanında (M.S. 451-521) manastır olarak kullanıldığı için bu adı almıştır.

Diğer görüş Ermeni kaynaklı. Buna göre, M.S. 4. yüzyılda yaşamış olan Ermeni Aziz Hagop Mıdzpınetsi (Nusaybinli/Nisibisli/ Aziz Yakup) kış aylarında karlar içinde bu tapınakta inzivaya çekilir, yaz aylarında ise güneydeki sıcak alanlara inermiş. Bu sebeple Deyr Yakub, Ermeni kaynaklarında Surp Hagop (Aziz Yakub) ziyaret yeri olarak geçiyormuş. Bundan dolayı her yıl 'Surp Hagop Yortusu'nda, Urfa ve civarındaki Ermeniler burayı ziyarete gelip ayinler düzenlermiş. (C. Kürkçüoğlu, 'Şanlıurfa'nın Önemli_İki_Turizm_Değeri: Deyr Yakub ve Çardak Manastırları', ŞURKAV Dergisi, Sayı: 33, s.25-28)

Biraz yorucu da olsa kayaları tırmanıp yukarıya çıktık. Muazzam bir yer. Bir defa şehre çok hakim bir noktada. Çok uzaklardan bile görmek mümkün. Manzarası çok güzel. Korunaklı. Urfa gibi yazları çok uzun ve sıcak geçen bir şehir için son derecede serin. Geniş ve dümdüz. Herhalde bu bölgede bu kadar geniş bir düzlük yoktur; zaten de o amaçla seçilmiştir.

Vakit geçirmeden kalıntıların içine dalıp incelemeye ve fotoğraf çekmeye başladım. Manastırın üstündeki kemerli kısma çıktım, oradan şehre baktım. Manzara gerçekten çok güzel. Aşağıdaki mezar odalarına indim. Duvarlarını inceledim. Şehre bakan pencereden şehre baktım. Sonra çıkıp kuzeydeki 'Amaşşamaş'ın anıt mezarına gidip etrafında dolaştım.

Dolaşırken de düşündüm. Yaklaşık 2 bin yıl önce insanları buraya getiren sebepleri, bu eserleri yapanları, burada yaşayanları, buraya gömülenleri, burada inzivaya çekilenleri, kendi inancınca ibadet edenleri… İki gün önce Şeyh Mesud Tekkesini ziyaret ederken de benzer duygulara ve düşüncelere kapılmıştım. Yalnız oradakileri kendime daha yakın hissetmiştim. Burada biraz daha yabancılık çekiyorum. Fakat düşününce insani açıdan aramızda fark yok. İnanç açısından da ilk Hıristiyanlar, o devrin hak dinine mensup oldukları için benden farklı değiller.

Eskiden beri insanların münzevi bir hayatı tercih etmelerini çok iyi anlıyorum. Hangi dinden olurlarsa olsunlar, bir kısım insanlar, şehirden kaçma ihtiyacı hissediyorlar. Şehir yoruyor insanı. Kalabalıklar, onların daha çok çıkara dayalı ilişkileri, maddi manevi şiddet, yalan dolan, dedikodu, kıskançlık, ihanet, her türlü samimiyetsizlik, zaman zaman samimi ve duyarlı gönüller için katlanılması zor bir eziyete dönüşüyor. Bir de tabii günah bataklığına batmış olanlar, arınmak için tercih ediyor inzivayı. Böyle uzak, sessiz, sakin yerlerde insan kendini Allah'a daha çok yakın hissediyor. Buralarda öyle dünyevi meşgaleler de yok. Tek iş ibadet, zikir, dua…

Ben de mizaç olarak böyle bir hayata yatkın olduğumu düşünüyorum. Eskiden beri kalabalıklar beni de yorar. Karmaşık, acımasız, samimiyetsiz ilişkiler ağır gelir. Kaçmak isterim. Son birkaç yılda daha çok böyleyim. Çok mecbur kalmayınca evden çıkmıyorum, çıkınca da işimi bitirip bir an önce dönmek istiyorum. Böyle bir yerde, dünya meşgalesinden uzak, kendimle ve Allah'la baş başa kalabilmek çok cazip geliyor bana. Tabii yanımda çok kafa dengi birkaç arkadaş da olmalı. Hiç denemedim, daha doğrusu böyle bir imkanım olmadı. Olursa, nasıl olur? Yapabilir miyim? Denemek isterim, ancak doğrusu sonuçtan çok emin olamıyorum.

Öte yandan daha ilk andan itibaren bu kadar önemli bir yerin bu şekilde harabe halde bırakılmış olmasına üzüldüm. Çoğu kısım taş yığını halinde duruyor. Oysa iki gün önce ziyaret ettiğimiz Şeyh Mesud Tekkesi ve çevresi çok güzel restore edilmişti. Burası çok uzak ve yüksek olduğu için mi, yoksa pagan ve Hıristiyanlara ait olduğu için mi böyle bırakıldı, bilemiyorum. Sebebi ne olursa olsun, yazık. Gittikçe daha çok yıkılıyor, yıpranıyor, yok oluyor. Az önce bahsettiğim taşların üzerindeki o figürleri ve yazıları göremedim. Yok mu olmuşlardı, ben mi fark etmedim, bilmiyorum. Hemen her yerde, ziyaretçilerin yazdığı yazılar dikkatimi çekiyor. Çoğu genç olmalı. Hem bu eserleri görmek için bu kadar yolu ve yokuşu göze alıp geleceksin, hem de bu eserlere adını ve sevdiğinin adını yazıp kirleteceksin, zarar vereceksin? Bazı insanları anlayamıyorum.

Yer yer kazılmış kısımlar var. İsmail, hazine aramışlar diyor. Bu gibi tarihi alanların olmazsa olmazlarından biri de bu tür hazine avcıları.

Yine İsmail, cinlerden söz ediyor. Aklıma buranın bir adının da 'Cin Değirmeni' olduğu geliyor. O söylentiler halk arasında hala yaygın olmalı. Şu cin işi her zaman herkesin ilgisini çekiyor. Olabilir mi? Başka zaman olsa etkilenirim. Fakat şimdi gülüp geçiyorum.

Yıkıntıların arasından çıkıp kuzeye doğru kayalardan oluşan düzlüklere doğru ilerledim. Sarnıçlar, yağmur sularının akıtılıp biriktirilmesi için oyulmuş suyolları… Daha kuzeyde çok daha geniş düz bir alan ve ucunda bir kapı. Tek başıma ilerleyip başımı uzattım. Üç tarafı niş şeklinde oyulmuş bir kaya mezarı. Çok kötü durumda. Ateş yakılmış, yer yer kırılmış, duvarlarına yazılar kazınmış. Tarihten günümüze kalmış az sayıdaki kalıntıyı çok iyi korumamız gerektiğine inanıyorum. Giderse telafisi yok. Burası da insanlığın ortak mirası. Mutlaka ve en kısa zamanda restore edilmeli. Ulaşım kolaylaştırılmalı ve güvenliği sağlanmalı. İyi bir tanıtımla çok ziyaretçi çekeceği kesin. Yürüyüş turları da düzenlenebilir. Çünkü o da ayrı bir zevk.

İsmail, burada çok güzel piknik yapılır diyor. Katılıyorum. Uygun mevsimlerde çok güzel olur. Fakat gelişigüzel piknikler buradaki tarihe zarar verir. Restorasyona bağlı olarak bir bölümü, o da güvenlik sağlanması şartıyla, piknik alanı olarak düzenlenebilir.

Bu arada bizden bir süre sonra üç dört arkadaş daha gelip kalıntılar arasında dolaşmaya başlamıştı. Sonradan tanıştık. Eyyübiye ilçe Belediyesinin işçileri imiş. Bölgede yaşayan yoksullara yardım kolileri getirmiş, gelmişken de burayı görmek istemişler. Bizim geldiğimiz yolun güney tarafındaki tepelerin üzerinde açılan yoldan arabaları ile gelmişler. İsmail, birini tanıyormuş. Bizi de arabamıza kadar götürün diye rica etti. Kabul ettiler. Çok da iyi oldu. Geldiğimiz yolu yeniden yürümek çok zor olacaktı. Arabaya binince ne kadar yorulmuş olduğumun farkında vardım. Yol vardı ama çok kötü idi. Çok da tehlikeli. En ufak bir dikkatsizlikte kayalardan aşağı yuvarlanabilirdik. Bereket versin, şoförümüz hem usta hem cesurdu. Sarsıntılar içinde ilerledik.

Arabamıza bindikten sonra geldiğimiz yollardan hızla ilerledik. Gelirken çok istekli değildim, dönerken 'iyi ki gelmişiz' diye düşünüyordum. İsmail de, Yunus Emre de hayatlarından memnundu.