DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
M. Sarmış: Biz yine kaldığımız yere dönelim. Urfa'nın ilk doktorlarını anlatıyordunuz.
F. Subaşı: Evet, konudan biraz uzaklaştık. Yeniden Mehmet Ali Bey konusuna dönelim. Benim bir prensibim vardır; şartlar müsait olursa, mezarlığa gidersem sahipsiz mezarlara da Fatiha okurum. Bir gün Mehmet Ali Beyin mezarına rastladım. O günden sonra mezarlığa her gittiğimde ona da uğramaya başladım. Sonraları Belediye'nin bir tasarrufu ile oradan yol geçirdiler. Mehmet Ali Beyin mezarı da yol üzerinde. Bayındırlık Müdürü Ahmet Al, benim teyzemin oğlu ve damadımdır, ona söyledim. 'Bu adam Urfa'ya çok hizmet etmiş, naklederken yerini biraz özel seç.' Sağ olsun o da gereğini yaptı, Eyyüp Peygamber Camiine nakletti. Bir hususu daha ekleyeyim; Mehmet Ali Beyin üç kızı varmış. İğnecisi Maksut Efendi, babaları ölünce o kızları İstanbul'a götürüp sahiplerine teslim etmiş. Bunlardan biri 80'li yıllarda Urfa'ya gelip babasının mezarını tamir ettirmiş.
(Faruk Beyin Mehmet Ali Beyle ilgili anlattıkları beni çok etkilemişti; içimden keşke o mezarı bulabilsem diye geçirmiştim. Büyük bir tevafuk oldu. Röportajdan sonra Eski Urfa yürüyüşlerim kapsamında 30 Kasım Salı günü Eyüp Peygamber Camiinin doğusundaki mezarlığı dolaşırken o mezara denk geldim. Sanduka biçimindeki eski bir mezarın üzerindeki yazıyı okurken, bu mezarın o mezar olduğunu anladım. Bir tarafında eski yazı ile iki kıtalık bir şiir vardı; diğer tarafında ise yeni harflerle şunlar yazılıydı: 'Emekli Tabip Yarbay Urfa Memleket Hastanesi Başhekimi Dahiliye Mütehassısı Mehmet Ali Alkaya Ruhuna Fatiha 22 Şubat 1935'. Ayak tarafında da mezarın 'Mayıs 1982'de kızı tarafından onarıldığı yazıyordu. Çok mutlu oldum. Urfa'ya bu kadar hizmet etmiş olan bu güzel insanın ruhuna bir Fatiha gönderdim, dua ettim. Daha sonra Mahmut Karakaş Hocanın 'Şanlıurfa Mezar Taşları' kitabında da bu mezardan bahsedildiğini gördüm. M. S.)
Urfalı olmayıp Urfa'ya defnedilen başka bir doktor da Şahap Sayılı'dır. Bir bacısı Urfalı Parmaksızlardan birisi ile evliymiş, sanıyorum o vesile ile Urfa'ya gelmiş. Liseyi bitirdiğim sene vefat etmiş, Bediüzzaman Mezarlığının doğu kapısının girişine defnedilmiş. Ayrıca Hilmi Akın, Ragıp Sağlat gibi isimleri hatırlıyorum. Bunların evveliyatı askeri doktorluktur.
M. Sarmış: Başka tanınmış isimler var. Hazım Açanal, İhsan Barlas, Recai İlter… Onlardan da kısa kısa söz eder misiniz?
F. Subaşı: Hepsini tanıyorum. Hazım Açanal ile İhsan Barlas'ın ikisi de İstanbul mezunudur. Zaten Ankara Tıp 1946'da açıldı. Hazım Abi deontolojiye çok vakıf ve bihakkın yerine getiren bir adamdı. (Deontoloji, ödevbilim. Mesleğin adab-ı muaşereti. Bir mesleği uygularken mutlaka uyulması gereken ahlaki değer ve etik kuralları inceleyen bilim dalı olup Tıp Fakültelerinde okutulan zor bir ders imiş. Ben de yeni öğrendim. M. S.) Ben bazı tereddüde düştüğüm doktorları Hazım Abiye sorardım.
Uzun yıllar Urfa'da müftülük yapan Hasan Efendi'nin oğludur. Hasan Efendi, Atatürk'le muhaberatı olan bir müftüdür. Evleri bizim eve yakın olduğu için çok görürdüm. Fötr şapkası vardı, hep elinde tutardı, hiç başında görmedim. Çok sosyal bir adamdı. Bir iki lisan bilirdi; Arapça, Farsça, Kürtçe, hatta zannediyorum Fransızca bilirdi. Yüksek matematik de bilirdi. Ortaokula kadar çocuklarını kendisi evde okutmuş, sonra sınavlara sokmuş. Onun babası da müderris imiş. Hazım Abi Urfa'ya çok hizmet etmiştir. Çok iyi bir doktordur. Ev doktoru gibiydi, aile doktoru gibiydi. Çok muhterem, çok dürüst bir adamdır, en ufak bir pürüzü yoktur. Uzun bir ömür sürmüştür. Allah rahmet eylesin.
İhsan Barlas'a gelince… Ailesi ile ilgili çeşitli dedikodular yapılır ama aslı yok. Aydın'ın Söke ilçesinden gelmişler. İhsan ve Sami Barlas'ın babaları Halil Efendi basmacılık yapardı, bu yüzden 'Basmacı Halil Efendi' diye tanınırdı. Ufku geniş bir adamdı. Soyadı Kanunu çıkınca 'Barlas' soyadını almışlar. Basmacılık Ermeni mesleği olduğu için oradan hareketle ileri geri konuşanlar olur, ama aslı yoktur. İhsan Barlas da çok iyi bir doktordu.
Recai İlter, Urfalı değildi. Batı Trakya'dan Türkiye'ye gelmiş. Bugün Yunanistan'a bağlı İspeçe Adasından. 'İspeçe', ipek anlamına geldiği için kızına da 'İpek' adını vermiş. Zaten bir oğlu bir kızı vardı. 1970'lerde Urfa'ya gelmiş ve 10 yıldan fazla hizmet etmiştir. Bir ara gitti, sonra geri gelip kısa bir müddet daha kaldı. Çok iyi bir dahiliyeci idi. Çok efendi ve alçak gönüllü bir adamdı. Babası sorulduğu zaman asker deyip geçerdi. Ben sonradan Kayseri'de tanıştığım bir arkadaştan babasının 'paşa' olduğunu öğrenmiştim. Kendisi tevazuundan dolayı söylemezdi.
M. Sarmış: Bir de Urfalıların unutmadığı Vanes Efendi var. Doktor değil ama halk hekimi. Onunla tanıştınız mı?
F. Subaşı: Onun bir oğlu, bir kızı Şehit Nusret İlkokulunda benim sınıf arkadaşımdı. Kızın adı Siranuş, oğlanın adı da Kevarik. Vanes çok mazbut bir adamdı. Onunla ilgili şöyle bir şey de anlatırlar. Bir Süryani Urfa'dan göç ederken, bizde 'iskele' derler, üzerine yatak yorgan koyarlar hani, işte adam iskelesini ona emanet etmiş. Vanes ona bir odasını ayırmış. Adam, otuz kırk sene kadar sonra gelmiş, emaneti olduğu gibi duruyormuş. Öyle mazbut bir adam yani. Gözleri çok açılmazdı. Kendine mahsus tedavi tarzları vardı. Değişik ilaçları vardı. Mesela tosbağa kanı içirirdi filan. Daha çok gözü ağrıyanlar giderdi. O da en çok göz hastalıkları ile uğraşırdı. En çok da trahom. Bir vukuatını da duymadık. Benim dayılarım da Büyük Yol'da, onun evinin yukarısında otururdu. Dedelerimin evleri vardı, Ermenilerden kalma. Yani Vanes de o zaman için bir boşluğu doldurmuş.
M. Sarmış: Peki, buradan tekrar trahom konusuna geçelim. O sıralar çok yaygın bir göz hastalığı. Kör olma tehlikesi var sanıyorum.
F. Subaşı: Evet. (Oğluna döndü.) Mahmut orasını sen anlat.
Mahmut Subaşı: Hastalığa sebep olan bakterinin, en fazla üst göz kapağının altındaki zarı tuttuğu bir göz hastalığı. İlaçlar direkt etki etmiyor. Çok bulaşıcı bir hastalık. Şu anda çok az görülüyor. Hemen hepsinin hikayesinde trahomlu yaşlı biri ile aynı evde yaşamış olma hikayesi var. Özellikle aynı havluyu kullanmakla bulaşıyor. Tedavisi çok uzun sürüyor. Tedavi edilmediği takdirde göz kapaklarında bozulmalara ve içe dönmeye sebep oluyor. O zaman göz her kırpıldığında kirpikler kornea dediğimiz gözün ön camına sürtünüyor ve zedeliyor, yaralar çıkıyor ve ileri aşamada körlüğe sebep oluyor.
M. Sarmış: Bizim çocukluğumuzda da çok yaygındı. Sık sık okula görevliler gelir sınıfları dolaşıp tarama yaparlardı. Özellikle bir sağlık memurunu hatırlıyorum; takım elbiseli, kıravatlı. Çok hızlı bir şekilde göz kapaklarımızı çevirir ve trahomlu olup olmadığımızı anlardı.
F. Subaşı: Ahmet Toker. Çok çalışkan ve dürüst bir arkadaşımızdı. Allah rahmet eylesin.
M. Sarmış: Trahom sonra nasıl yok oldu?
M. Subaşı: Temizlik anlayışı geliştikçe, toplum bilinçlendikçe azaldı. Sabun ve peçete kullanımı arttı, temas azaldı. Böylece sadece trahom değil, birçok başka hastalıklar da ya yok oldu veya çok azaldı.