ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

M. Sarmış: O zaman evlilik konusuna gelelim.

F. Subaşı: 1963'ün sonunda nişanlandım, 64'ün başında evlendim. Hanım Elazığlı. Adı Nezihe.

M. Sarmış: Askerde mi tanıştınız?

F. Subaşı: Hayır, hayır, o Elazığlı, ama Elazığ'ı evlendikten sonra gördü. Urfa'dan tanışıyoruz. Asıl babası subay, Elazığ eşrafından Yüzbaşı Nazmi Bey. Üvey babası doktordu; bizim o vesile ile yakınlığımız oldu. Ankara üniversitesi Ziraat Fakültesinden yüksek mühendis unvanı ile mezun olmuştur.

M. Sarmış: Öğretmenlik nasıl oldu?

F. Subaşı: Ziraat Fakültesini bitirince, o sırada yeni açılan Erzurum Atatürk Üniversitesine asistan oldu. Ziraat Fakültesini Amerikalılar açmış. Nezihe'yi, süt ve süt ürünleri, özellikle de kaşar peyniri üzerine ihtisas yapmak üzere Amerika'ya gönderdiler. Orada 3.5 yıl çalıştı, doktorasını tamamladı. Döndükten sonra evlendik. O sırada ben son sınıfta idim. Mahmut'un ablası ben son sınıfta iken dünyaya geldi. Ha bu arada söylemeyi unuttum; diploma törenimize o zaman başbakan olan İsmet İnönü de geldi. Diplomamızı onun elinden aldık. Mezuniyetten sonra Urfa'ya mecburi hizmet için geldik, niyetimiz ihtisas yapmaktı. Ancak çocukların doğumu, onların istikbali derken burada kaldık. Hanım da Milli Eğitim Bakanlığına geçip öğretmen oldu. Ziraat Mühendisi olduğu için 'tarım' derslerine, bir de İngilizcesi iyi olduğu için İngilizce derslerine giriyordu.

M. Sarmış: Kaç çocuğunuz var?

F. Subaşı: Arada ölenler de oldu. Kalanlar iki oğlan, iki kız.

M. Sarmış: Mahmut Bey dışında meslektaşınız var mı?

F. Subaşı: Tabii. Sadece ilk kızımız ortaöğretimden sonra evlendi. Diğer üçü de doktordur.

M. Sarmış: Kaç torununuz var?

F. Subaşı: 11 Torunum var, 8 de torunların çocuğu, toplam 19. Şimdilik… Tıbbı bitiren torunlarımdan birinin diploma törenine katıldım ve diplomasını kendi ellerimle verdim. İsmi Bedir Al, Ahmet Al'ın oğlu. O da benim için ayrı bir gurur tabii.

M. Sarmış: Allah bağışlasın. Şimdi başa dönelim. Okul bitti, doktorluk başladı. Ne zaman nerelerde görev yaptınız?

F. Subaşı: Hükümet tabibi olarak tayinim Urfa'ya çıktı. Tılfındır Sağlık Ocağında göreve başladım. Benim, memuriyet dahil, bütün meslek hayatım Urfa'da geçmiştir. Mecburi hizmetin büyük bir kısmını burada tamamladım. Sonra beni Elazığ'ın Sivrice ilçesine tayin, ettiler. Orada sadece bir gece kaldım. Sonra izin alıp döndüm. Mecburi hizmetim bittikten sonra Adalet Bakanlığına tayin istedim. Orada da kadrolu olarak 13,5 sene görev yaptım. Görev yerim Urfa Cezaeviydi. Bu arada kendi muayenehanemde de doktorluk yapıyordum. 1967'den itibaren, şimdi şu bulunduğumuz yerde mesleğimi sürdürdüm. Sonra kanunda yapılan yeni bir düzenleme ile bizden, memuriyet ya da özel doktorluktan birini tercih etmemiz istendi. O sırada terör çok azmıştı. Cezaevi müdürü olan arkadaşımızı vurup öldürdüler. Ben de artık o şartlarda özeli tercih edip 1978'de memuriyetten istifa ettim.

M. Sarmış: Faruk Abi, siz Urfa'nın ilk doktorlarındansınız. Bize o ilk zamanlardaki doktorlardan söz eder misiniz? Kimler var?

F. Subaşı: Çok var tabii, ama ben birkaçından söz edeyim. Mehmet Ali Bey diye yabancı biri vardı. Abimiz diyelim, çünkü bizden büyüktü. Başta demiştim, bizim meslekte büyüklere abi, denir. Amca falan demeyiz, diyenlere de kızarız. Bu Mehmet Ali Bey, kaç yıl olduğunu bilmiyorum, ama Urfa'da epey bir müddet kalmış. Adamın bir Şam eşeği varmış. O zamanlar doktorların Şam eşeği olurmuş, hastaneye onunla gidip gelirlermiş. Babamın da bir Şam eşeği vardı.

M. Sarmış: Çok ilginç. At değil de eşek. Gerçi Şam eşekleri de beyaz, çok güçlü hayvanlardı. Eskiden çoktu, nasıl olduysa kayboldular, farkında değilim ama çoktandır rastlamıyorum.

F. Subaşı: Ben Şam'ı çok dolaştım, ama orada bu tür eşeklere pek rastlamadım. Bazıları da Kıbrıs eşeği derdi. Kıbrıs'ta da bulundum, orada da rastlayamadım. Neyse, o günün şartlarında doktorların çoğunun Şam eşeği vardı. Devletin bir tek faytonu vardı, o da hastanenin değil, Veteriner Müdürlüğünün idi.

Mehmet Ali Beyden bahsediyordum. Adam dahiliyeci ama her hastalığa bakan bir doktormuş. 1935'te ölmüş, Harrankapı Mezarlığına defnetmişler. Hacıymış. Çok da dindarmış. Hiç para biriktirmemiş. Fakir hastalardan para almadığı gibi çok zaman ilaç paralarını da kendisi verirmiş. Vefat edince, başka parası olmadığı için eşeğini satıp defin işlerine harcamışlar. O devrin belediye başkanı Ömer Alay (1933-1946), Bediüzzaman Mezarlığına defni yasaklamış, Harrankapı Mezarlığını genişletip yeni ölenlerin oraya defnedilmesi kararını almış. O alana ilk defnedilenlerden biri de bu Mehmet Ali Bey olmuş.

Ben kendisini tanımadım ama onun yardımcılığını yapmış olan birini yakından tanıma şansım oldu. Mehmet Ali Beyi de o bana tanıtmıştı. Maksut adlı bu zat, Çanakkale'de baş pansumancılıktan emekli olmuştu. Orada yaşamış, orada vefat etmiş. Ben bir vesile ile Ankara'da tanıştım. Eniştemin abisiydi. Bir ara Urfa'da da misafir ettim. Çok muhterem biri idi. Doktor kadar bilgisi vardı. Ona bazı sorular sormuştum. Mesela 'Şark çıbanına nasıl bir tedavi uygulardınız?' diye sorduğumu hatırlıyorum. Bugünkünden pek de farklı değilmiş.

Benim 'şark çıbanı ile ilgili bir konuşmam vardır; Sağlık Müdürlüğü kayda aldı. Orada dedim 'Bu hastalığa çevredeki illerin her biri kendi ismini vermiş; 'Elazığ Çıbanı', 'Gaziantep Çıbanı', 'Diyarbakır Çıbanı' gibi. Bizim Urfalılar onunla başa çıkamayınca ona bir rüşvet vermişler, adına 'güzellik' demişler ama yine başa çıkamamışlar.' 1947'den sonra kalmadı. 1974'te Urfa'da ilk şark çıbanını ben tespit ettim. Sonra çoğaldı, halen de az çok var.

M. Sarmış: Peki, 1947'de nasıl yok oldu?

F. Subaşı: O çok önemli. Sonradan Fakültede hocamız anlattı. O sıralarda Akçakale'nin iki köyünde veba tespit edilmiş. Bunun üzerine Ankara Refik Saydam Hıfzı Sıhha Enstitüsünden üç hoca aceleyle Urfa'ya görevli olarak gönderilmiş.

Gelip Urfa'da üç ay kalmışlar. O zamanlar dışardan gelen doktorlar ve yeni tayin edilen doktorlar, hastanenin bir odasında kalırlardı; bunlar da orada kalmış olabilirler. Urfa'da kaldıkları süre içinde bir hayli inceleme ve araştırma yapmışlar. Birinin ayağında da veba yarası çıkmış. Kitap basmışlar. 1947'de, iyi hatırlıyorum; bir pazar günü sokağa çıkma yasağı koyup herkesi aşıladılar, jandarma marifeti ile. Anam aşı yaptırmamak için beni sakladı; ailenin küçük oğluyum ve çok kıymetliyim.

Abime aşı yaptılar, o gece ateşler içinde kaldı, sabaha kadar sayıkladı. Veba üç çeşittir; akciğer vebası, sindirim sistemi vebası, yumuşak doku vebası. Yumuşak doku vebası ayakta şurda burda çıkıyor, ölenlerin rengi de siyah oluyor. Bu yüzden Urfalılar ona, yani dünya çapındaki veba salgınına 'kara ölü eti' demiş, onu da kısaltarak 'kara ölet' demişler.

M. Sarmış: Şark çıbanı da o zaman yapılan aşı çalışmaları ile mi yok olmuş?

F. Subaşı: O zaman DDT yeni icat olmuş. Uçaklar gelip Urfa'yı havadan ilaçladılar. Onun hayrına ne şark çıbanı kaldı, ne karasinek, ne sivrisinek, hiçbir şey kalmadı. Fakat daha sonra bu haşereler DDT'ye bağışıklık kazandı. Zaten sonradan anlaşıldı ki DDT yağ dokusunda birikiyor, kolay kolay vücuttan atılmıyor, bu yüzden kullanımı terk edildi.

M. Sarmış: O zaman şark çıbanı yok oluyor ama sonradan yeniden ortaya çıkıyor. Az önce '1974'te ilk olarak ben tespit ettim', demiştiniz.

F. Subaşı: Evet, o zaman ilk olarak ben gördüm. İlk olarak Fakültede cildiye stajı yaparken Çubuk'tan gelen bir hastada görmüştüm.

Mahmut Subaşı: Son zamanlarda Suriyelilerle beraber tekrar görülmeye başlandığı söyleniyor.

Faruk Subaşı: Sadece şark çıbanı değil, kızamık gibi hastalıkların da görüldüğü söyleniyor.