Şehre ve şehirlere dair, ısrarla üzerinde durduğumuz hususlar yaşamın merkezinde hayatın kolaylaşması amaçlıdır.
Günümüzde şehirlerin mimarî üslûbunun değiştirilmiş olma halini, geçmişle tüm bağları koparma müdahalesi olarak görmek mümkündür.
Yeni bir yaşam tarzını zihinlere nakşetmek isteyen anlayış, mimarî tarzı değiştirmeyi hedeflemektedir.
Bu sohbeti öncelikle dünle başlatalım, herkesin çocukluk günlerine dönelim. Sonrasında bu güne geçiş yapalım.
Hepimizin hatırında kalmıştır, ellili yaşlara varanlar iyi bilir.
Tüketimin bu denli canlı ve diri tutulmadığı zaman diliminde az ya da çok, herkes üretir, elde ettiği gelirle yaşamını sürdürürdü.
Köyden ilçeye, ilçeden şehre zorunlu haller dışında gelme söz konusu değildi.
Herkesin işinde ve gücünde olma mecburiyeti vardı.Çalışmayan ayıplanır, aç kalırdı.
Köylüye göre ilçe, ilçeliye göre şehir pahalı ve yaşanacak yer değildi.
İlçeye 'kaza', şehre 'vilayet' dediğimiz dönem eskidi, gibi.
Köylü ilçeye ya nüfus işlemi ya da hastası için uğrardı. Elbise, şeker, tuz ve diğer zorunlu kimi ihtiyaçlar dışında ilçeye uğraması mümkün değildi.Hastalık dışında köyden şehre gelme oldukça nadirdi, sık değildi.
Hastası olan, özel doktora gider, ilaçlarını alırdı. Sigorta, sadece memurlar içindi, işçiler içindi. Bu günkü gibi ne memur vardı ne işçi. Nüfusa göre devlet kapısında çalışan azdı. Hem, memurun ve işçinin kazancı, çalışanın yanında fazla sayılmazdı.
Hasta, kendi kendine iyileşmediğinde doktor pahalı olduğu için gidilebilirdi. İlaçlar, ilçede eczane olmadığı için mutlaka şehirden alınırdı.
İlçelinin şehre uğraması, ihtiyaca binaendi. Bu gidişler, genelde ayda bir ile sınırlıydı, kimisi için. Iki ya da üç ayda bir giden, geldiğinde şehri anlata anlata bitiremezdi, kendisini dinleyenlere.
Köylü, ilçeden şekerini, tuzunu, meyvesini alırken fırın ekmeğini unutmazdı. Yarı buğday yarı arpa ya da darı katılmış, esmer ve sert emeği yiyen var mı, şimdi?
Besbelli fırından alinan buğday ekmeği, has bilinirdi. Herkesin almasına gücü yetmezdi.
İlçelinin şehirden aldığı yuvarlak somun ekmekti, genelde. Belki çocuklar için şeker ve meyve... Düşünün fırın ekmeği, biz çocuklar için bir hayaldi, o dönemde.
Şehirde de öylesine para harcanacak fazla bir şeyler düşünmeyin.
Köylü, ilçeye gelirken bir yemeğin hasretini çeker, somun arasına bıraktığı helva ile.
Şehre giden ilçeli, bir lokantada yediği yemek yanında besbelli iki kişinin ekmeğini yerdi, doymak için.
Köylere seyyar satıcılar giderdi, bazen dört tekerlekli at arabalarıyla.
Sabun, şeker, tuz, helva, iplik, iğne, toka, lokum, bisküvi, cımbız, ayna, boncuk, tas, tarak, patates, mevsimine göre elma ve portakal.
Hemen hepsi buğday, arpa, yumurta, sade yağ, yün ile takas edilirdi. Parayla alan fazla kimse olmazdı.
Buğday, arpa allafa satılırdı. Diğerleri de paraya çevrilirdi.
Köylü, ilçeye gelirken pantolon da giyse hareket tarzı ve konuşması onun ilçeden olmadığına işaretti.
İlçeli, şehre giderken şalvardan kurtulsa da etrafa bakmasıyla, kandırılmama için dükkanlarda pazarlığa girişmesiyle ne denli kibar konuşsa da şehirli olduğunu muhatabına kabul ettiremezdi.
Şehir, ilçe ve köy arasında farklar belirgindi.
Biz, lisede iken geldiğimiz şehirde konuşmamıza ne denli dikkat etsek bile şehirli gibi konuşamazdık. Üniversite yıllarında dahi, şehir çocuklarında şehirli intibaını uyandıramadık.
Köyden ilçeye jeep ile gelen mutluydu. İlçeden şehre kamyon kasasında gidilirdi, çoğunlukla. Minibüsler tek tük olsa da pahalı idi.
Yolcular tamam olmadıkça, araba kalkmazdı. Dönüşte herkes isini erken bitirir, şehirdeki arabayı kaçırmak istemezdi.
Köyden ilçeye, ilçeden şehre gelen konu- komşu siparişlerini de temin ederdi.
İstenen iğneyle iplik olsa, bir ağrı kesici hap olsa unutulmazdı. Herkes parasını verir, ilçeden ya da şehirden dönecek olanın yolunu gözlerdi.
Getirilen simit, her lokmayla yavaş yavaş çiğnenir, küncisi dahi yere düşmezdi.
Unutmadık, kadayıf her zaman getirilmezdi. Kadayıfı bile ekmek arasına bırakıp yedigimizi unutmamışız.
Herkesin -yaşıtlarımız bilir- bayram günleri köyden ilçeye, ilçeden şehre gelmek büyük zevkti, eğlenceydi, toplanan, biriktirilen parayla hem ilçeli köylüyü, hem şehirli ilceliye dört gözle beklediği zamandı.
Sinemaya gitmek, sade ya da meyveli gazoz içmek çekirdek çıtlatma, muz ya da portakal yemek, doyumsuz tad bırakırdı, günlerce anlatılırdı, yaşanan.
Elektriğin olmadığı ilçede sadece akşam aydınlatması için jeneratörle ampuller yanardı.
Suyun soğuğu, şehirden getirilen buz ile olurdu. Buz da kalın telise sarılıp bir buçuk saatte ilçeye varırdı.
Nereden alırdık, buzu?
Hz. Süleyman'a gelirken sağ kolda Diyarbekir Bankası tabelasının olduğu yer, buzhaneydi. ' Sınaî Teşebbüsler' dersek zor anlaşılır. Burada ucuz, şehir merkezinde pahalıydı.
Hem şehre gelen mutlaka ya limonata içerdi, ince ve uzun cam kadehlerde. Kimi de ava suse içmeyi tercih ederdi, bildiğimiz meyan şerbeti.
Şehre gelirken lokantaya fiyat sorduğumuz çok olmuştur. Paramız az ise simit imdada yetişmiştir, genelde.
Ilçede köylüye gülen bizler, şehirde tam tersi konumda kendimizi akıllı bilirken aptal hale geldiğimizin farkındaydık.
Şehirli hayatı oldukça farklı.
Giyimden kuşama, yürümeden konuşmaya kadar farklı bir tarz.
Biz, kaybolmamak için tabelalara bakıp gidip gelirken onlar, buna ihtiyaç duymazdı.
Biz pazarlık ederken, kendileri fiyat sormazdı.
Hem büyüklerimizin içtiği filtresiz sigara yerine onların sigarası kendinden ağızlıklı idi.
Böyle dediğime bakmayın, herkes tütün sarar, şehre gelince Birinci ya da Bafra alırdı. Öyle motorlu sigara içmek, gerçekten para isterdi.
Hele Gariban Anam ile şehre gelince bildiğimiz caddelerde sıralı dükkanlardan çok, iş hanlarına gidişler...
Metre işi bez, poplin, pamuk dokuma almalar.
O dokumayı nasıl da ölçtükten sonra hemencecik el marifetiyle çırttt! yırtmalar!..
Para çıkışmazsa bir sonraki sefere verilmek üzere isim alınırdı da Anam, güven aşılayan satıcılardan başka yere gitmezdi.
Şehirde çizgi roman alışımız bir alemdi. On civarında çizgi romanı alır, evde okuduktan sonra bir aldığımızı ikiye satarak ticaret yapmamız yok mu?
Bazen insafa gelip, üçünü beşe verdiğimiz olurdu da hayır işlediğimize kendimizi inandırırdik.
Ezanlar da farklı okunur gibiydi, şehirde. O kadar güzel okunurdu ki tek başına kalırken o tınıyı bulmaya çalışırdım.
Günahtır, diye bizim mahalle imamının ve müezzininin ezanı güzel okuyamayışını sorgulamadım.
Bir de şehire her gidişte aldığımız yepyeni türkülerin yer aldığı kitaplar vardı. Türkü ve şarkı sözlerinin yer aldığı kitaplarla ses sanatkarı olmayı düşlerdik.
Her aldığımız kitabın ilk on sayfasına para ödüyorduk, aslında. Kitaptan para kazanmanın hilesinin farkında olmazdık, o zaman. Bu kitaplar bir de İstanbul'dan girdi. Sayfaları biz, ya tarakla ya bıçakla açardık. Bakmayın bir çok kitap ta aynı şekilde açılarak okunurdu.
(Devam Edecek)