'Ruh yaylasının zamanı geldi; ten kışlığını bırak… Kuşlar gibi sen de kendi kendinin bekçisi ol da Hakkı tespih et. Daha ne zamana kadar senin tespihini sen değil, tespihin çekecek?...'

Divan-ı Kebir'de böyle uyarılıyor adeta ruhlarımız.

Daha ne zamana kadar, değil mi?

Peki, soralım yeniden. Bir daha, bir daha soralım: Ruh mevsiminin zamanı geldi. Mi? Yoksa daha gelmedi. Mi? Ruhlarımızı alıp diyar diyar gezmenin de bir zamanı mı var yoksa. Kim bilir belki de bir zamanı var. Onun da bir zamanı var bu zaman muamması içinde, kim bilir…

Yazlar geldi, kışlar geldi, baharlar, hazanlar geldi de ruhumuzu ötelere götürmenin daha zamanı gelmedi mi hala? Ne yaşlar üzerimizden geldi geçti, ne sabahlar, ne güneşler, ne akşamlar geçti de ruhumuzu taşıyacağımız o zaman gelip geçmedi bir türlü. Ne yağmurlar, ne rüzgarlar, ne uzaklar gelip değdi de ücramıza, ruhumuz bir türlü gelmedi. Yaklaşmadı sanki kıyımıza, yaklaşamadı.

Biz bir kaybolduk sanki kendimizde ve bir daha dönemedik kendi kıyımıza, özümüze, o bizden uzaklaşan ruhumuza. Ruhumuz gitti de biz kalakaldık sanki öylece. Ya da esir ettik onu da daracık bedenimizde. Tuttuk, bırakmadık kendimizden öteye.

Bir ruhumuz vardı, bilemedik. Ta kalû beladan hem de. Hem de söz vermiştik. 'Bela!' demiştik. Ve sonra unuttuk ruhumuzu bu ruhsuzluk içinde. Kendimizi dahi unuttuk bu karmaşada. Sözümüzün hakkını tam manasıyla vermedik, veremedik.

Çünkü hep bir oyunda, bir oyalanmada avutulduk durduk. Talimatlar, reçeteler, ezberler sunuldu sadece bize, ya da biz bir kolaycılığın peşinde gittik de gittik. Sürekli tespih çektiğimizi zannettik. Kendimizi düzelttiğimizi, hayata düzen verdiğimizi zannettik. Oysa bilemedik ve değişemedik. Çünkü soru netti: Daha ne zamana kadar senin tespihini sen değil, tespihin çekecek?

Belki şimdi ruh yaylasının zamanı geldi. Belki şimdi ruhumuzun bedenimizle buluşma zamanıdır. Belki şimdi ruhumuza, özümüze, kendimize kavuşma zamanıdır. Bu mevsimler öyle mevsimlerdir belki, kim bilir... Mübarek ve kutlu mevsimler. Hasat mevsimi, iyilik ve güzellik mevsimi. Daha ne duruyorsun gel, daha da beri gel diyen mevsimler.

Zamanı geldi, ne duruyoruz o halde.

Kavuşmanın, buluşmanın zamanı geldi. Geceyle gündüzün, denizle sahilin, ruhla bedenin kavuşma zamanı geldi. Kendini bilmenin, kendini okumanın, kendini yazmanın zamanı geldi. Daha ne duruyorsun öyle uzakta, gel. Daha da beri gel, daha da yakın gel. Kendine gel. Kendine…