Her sabah erkenden, hem de güneşten erken uyanmak nasıl bir dinginlik katar ruha anlatmak pek kolay değil. Etraf karanlık. Her şey derin bir sükûtta belki. Sabah olmamış henüz. Uyanamamış bazıları. Daha doğrusu bazıları uyanmış. Sabahın o yorgun sessizliği derin bir yalnızlık giydirmiş gibi sanki hayata. Gök başka bir alemde, bulut başka. Yollar başka bir adres sunuyor, ağaçlar başka, kuşlar başka. Okula giden suskun çocuklar başka bir sayfa açıyor, üşüyen yorgun işçiler başka.
Gri bir gökyüzünün altındaki bulutlar parça parça, kırık, yaralı ve mahzun. Ve ansızın sürülerle akın ediyorkuşlar. Bir şehirden başka bir şehre belki, ya da bir ülkeden başka bir ülkeye. Uzağa, ama en uzağa, bilinmez diyarlara.
Amma velakin insanı kendine getirmeye yetecek kudrette oluyor kuşların bu gidişi. Bu gidiş öyle bir ülke, öyle pıtraklı bir diyar ki, bu göç sadece bir göç olarak kalmıyor, kalamıyor. Ve bu öyle bir göç ki, geride hiçbir şey bırakmıyor.
Kendi ruhlarımızı da eklemleyebilseydik keşke o kuşlara. Alıp ruhlarımızı sürüklenseydik peşlerinden bilmediğimiz şehirlere, uzak ülkelere. Bir göç etseydik, edebilseydik. O gücü içimizde duyup da diriltebilseydik. O göçü kendimizde, içimizde bilseydik mesela.
Ama olmuyor işte, olmuyor. Oturduğumuz koltuğu, masayı bile öyle sahiplenmişiz ki yan masaya geçmemiz istendiğinde bile bunu kabullenemiyoruz. Şehir değiştirmek, başka bir ülkeye göç etmek şöyle dursun; oturduğumuz evden taşınıp, yeni mekanlarda ferahlığa kavuşmayı bile çok görüyoruz kendimize.
Öyle bir yaşamak seçmişiz, öyle bir daraltmışız ki ruhlarımızı nefes alamıyoruz. Öyle kalın çerçeveli bir tablonun içine sığdırmak için uğraşıp duruyoruz ki kendimizi, anlamak kabil değil.
Ve sonra. Sonrası malum. Ufak bir tıkırtıda yangın çıkarıyoruz. Kendimize hapsettiğimiz kendimizi üç-beş laklakanın emrine veriyoruz. Hayatsız kaldığımız öyle açık, öyle ifşa olmuş ki, saklayamıyoruz kendimizi, saklanamıyoruz kendimizden. Ne konuşacak bir sözümüz var dinletelim, ne de suskunluklarla kendimize yepyeni sayfalar açacak derinlikteyiz. Her şeye sonsuz uzağız, her şeye. Ne dönebiliyoruz hakkıyla, ne de gidecek kadar cesur bir ruha sahibiz.
Yine en güzeli güneşten önce günü karşılamak oluyor galiba. Esen rüzgara tutunmaya çalışmak, hüzünlü bulutlarda hüznü derinliğine yaşamak ve sonsuzluğu yurt belleyen kuşlara öykünüp durmak. Onlarda göç etmek belki de, onlarla göç etmek. Bilinmeyen bir şehirden bilinmeyen bir şehre, uzak bir ülkeden daha uzak bir ülkeye.