ALTINCI BÖLÜM
Oralar Eski Urfa'ya dahil olmadığı için yürüyüş planımda yok. Ancak Şehit Nusret Caddesi boyunca uzanan kıyı kesimindeki bazı yerlerden bahsetmesem olmaz.
En uçta Hükümet Konağı/Vilayet Binası vardı. Yerinde Bozova Yaslıca'dan Hacı Kara Ağa namıyla meşhur bir şahsın adıyla anılıyormuş; 'Hacı Kara Ağa Hanı'. Askeriye tarafından kullanıldığı için 'Askeriye Han'ı da deniliyor. 1950'lerin sonunda, yerine hükümet konağı yaptırılmak üzere yıktırılmış. Yeni bina için 1958 yılında ulusal düzeyde bir yarışma düzenlenmiş ve Yüksek Mühendis Mimar Kadri Kalaycıoğlu'nun projesi birinci seçilerek uygulanmış. Ancak ödenek sıkıntısı dolayısıyla ancak 1960'ların sonunda tamamlanabilmiştir. (Merve Engin, 'Cumhuriyet Sonrasında Urfa'daki İmar Faaliyetleri ve Urfa Hükümet Konağı (Valilik Binası)'nın İnşa Süreci', Mimarlık ve Yaşam Dergisi, Cilt: 4, No: 1, 2019 (1-10))
Hükümet Konağının kuzeyinde adliye, batısında maliye binaları da aynı projeye dahildir. Daha batıdaki Tekel Binası da hemen hemen aynı tarihlerde yapılmıştır.
Bana göre düz, hiçbir estetik özelliği olmayan kocaman kocaman betonarme binalar idi. İlk zamanlar valilikle beraber birçok il müdürlüğü de valilik binasında hizmet veriyordu. Bunlardan biri de İl Eğitim Müdürlüğü idi. Urfa'ya geldiğim ve okul müdürlüğüne başladığım 1993 yılından itibaren çok girip çıktım. Önünde Atatürk Anıtı vardı. Resmi bayramların ve birçok başka resmi programın çelenk sunma töreni bu anıtın önünde düzenlenirdi, ben de görevim gereği birçok defa katıldım.
Son zamanlarında batısındaki bina aynı zamanda tapu dairesi, oranın kuzeyindeki ayrı bir kapıdan girilen bölüm ise nüfus müdürlüğü olarak kullanılıyordu. Onlar da, kuzeydeki adliye binası da her zaman çok kalabalık yerlerdi. Bir zamanlar faal olan Tekel Binası ise metruktü.
Sonra Paşabağı Mahallesinde bulunan şimdiki Hükümet Konağı bitince 2011 yılında eski hükümet konağı ile beraber etrafındaki binalar da yıkıldı. Ömürleri 50 yıl kadarmış. Binaların hiçbir tarihi özelliği olmadığı için, üstelik yerlerinde Urfa'nın çok ihtiyaç duyduğu büyük bir meydan oluşturulacağı için kimse tepki göstermedi, bilakis destekledi, memnun oldu. Fakat ortaya çıkan meydan herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Alt katı otopark yapıldı ama sanki biraz daha kazılıp zemini yolla aynı seviyeye indirilemezmiş gibi iki metreye yakın yükseltildi. Zemini baştanbaşa taş döşendi. Daha birkaç yıl geçmeden yeni bir masrafla yenilenmek zorunda kalındı. Urfa'nın en büyük meydanı, ama basamakla çıkılan ve hiçbir özelliği olmayan bir meydan. Düzgün kesme taşlardan inşa edilen Bahçelievler 2 Nolu Sağlık Ocağı yıkılmadı, iyi oldu. Onun yukarısına doğu batı istikametinde hafif kavisli bir hilal şeklinde yapılan revaklar meydanın tek süsü. Daha önce Hükümet binası önünde bulunan at üzerindeki Atatürk anıtı meydanın güneybatısına taşındı. Onun kuzey hizasında da 20. Zırhlı Tugay Komutanlığından getirilen eski bir savaş topu yerleştirildi. Yer yer betonun üzerine dikilen ağaçların büyüyeceği de, meydana katkısı da pek yok. Keşke yeşil alan olsaydı, diyorum ama keşke'lerin bir faydası yok.
Bir de tartışma bıraktı geride.
'Arap Baharı' diye nitelendirilen ve halen bahar mı kış olduğu tartışılan olayların Mısır ayağında, seçimle işbaşına gelen Muhammed Mursi'nin, 2013 yılında General Sisi tarafından bir darbe ile görevinden uzaklaştırılmasını protesto eden İslamcı kesimin 'Rabiatü'l-Adeviyye' Meydanında toplanması dolayısıyla Rabia ismi ile bu sırada protestoların sembolü hale gelen 'Rabia' işareti, Türkiye'deki dindar ve İslamcı kesim tarafından sahiplenildi.
O sıralarda Urfa'da açılan söz konusu ettiğimiz meydana 'Rabia' isminin verilmesi için 103 sivil toplum kuruluşu Büyükşehir Belediye Başkanlığına teklif götürdü. Şehrin ilk Büyükşehir Belediye Başkanı Celalettin Güvenç zamanıydı ve teklif belediye meclisinde kabul edildi. Ancak, bu karar, şehrin sağcı solcu birçok kesimlerinde, özellikle de 'şehirli' kesiminde tepkiyle karşılandı. Buranın eski adının Topçu Meydanı olduğu ve şehrin tarihi kimliği gereği bu adın değiştirilmesinin doğru olmadığını savundular. Bu çevrelerin kimi 'Rabia' adına tümden karşı çıkarken, kimi de bu adla bir sorunlarının olmadığını, başka bir yere verilebileceğini söyledi. Rabia ismini savunanlar da Topçu Meydanı'nın Şehbenderiye Camiinin güneyindeki meydan olduğunu, buranın yeni ve başka bir meydan olduğunu iddia etti. İlk zamanlar çok tartışılan bu konu halen kapanmış sayılmaz. Meydanın ismi resmiyette Rabia Meydanı olmakla beraber, karşı çıkanlar Topçu Meydanı demeye devam ediyor.
Bana göre bu tartışma, ülkedeki ideolojik kutuplaşmanın bir uzantısıdır ve hemen hemen her konuda her fırsatta uç vermektedir. Pek de hayra alamet değildir.
Meydanın batısında tarihi bir eser var: 'Hacı Bekir Bey Hanı'. Etrafı çeşitli dükkanlarla çevrili olduğu için dikkatli bakılmadığı için farkına varılmaz. İran Şehbenderi (konsolosu) 'Nino Bekir ' lakaplı Hacı Bekir Bey tarafından, güneyinde, yolun karşısındaki Şehbenderiye Camii ile birlikte ve geliri camiye vakfedilmek üzere H.1321/M.1903 tarihinde yaptırılmış. Hacı Bekir Bey'den daha önceki 'Köprübaşı'ndan Aşağı Çarşı'ya' ve 'Cami-i Kebir Mahallesi' yürüyüşlerim sırasında bahsetmiştim. Han, düzgün kesme taşlardan yapılmış. Güneydeki beşik tonozlu kapıdan giriliyor. Kare biçimli avlu ve etrafına dizilmiş odalardan oluşuyor. Batı cephesi iki, diğer cepheler tek katlı. Hanın halk arasındaki adı 'Topçu Hanı'. İçinde top döküldüğü için bu adı almış olduğu şeklinde bir görüş olmakla beraber pek inandırıcı bulunmuyor. Yaygın görüşe göre bir zamanlar askeri topçu birliği tarafından kullanıldığı için bu adı almıştır. Hanın doğusunda, eskiden süvari birliğinin ahırlarının olması da bu iddiayı güçlendiriyor.
Etrafından çok geçtiğim halde daha önce hiç dikkat etmemiş, içine hiç girmemiştim. Bu sefer şöyle bir alıcı gözle baktım. Maalesef durumu pek iç açıcı değil. Güneydeki odaların dış cephelerindeki pencereler kaldırılıp dükkanlara dönüştürülmüş. Demir doğrama, nargile kafe, balıkçı, fırıncı esnafının öne doğru çıkardıkları tezgahları yüzünden neredeyse kapı görünmüyor. Beride üst kata çıkan bir kapısı var. Sonradan yapıldığı belli, beyaz taştan, oldukça süslü ve güzel, ama içinde bulunduğu ortama yabancı gibi duruyor. Önce o kapıdan dama çıktım. Mermer karolarla döşenmiş damın üstü de altından farksız. Etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra aşağıya indim.
Bu sefer beşik tonozlu esas kapıdan avluya girdim. Batıdaki üzeri kiremit çatılı ikinci kat çok yıpranmış. Sanırım kullanılmıyor. Kuzey batısına bitişik olarak Urfa taşından yapılmış eski bir konak var. Yakın zamanda restore edilmiş, üstüne camla çevrili üçüncü bir kat daha ilave edilmiş. Lokanta olarak kullanılıyor. Oldukça güzel. Fakat bana, güngörmüş bir ihtiyarın üzerine abanan saygısız bir genci hatırlattı. Kilit taşı döşeli avluyu çevreleyen han odalarının orijinal halinden ne kadarı kalmış, anlamak mümkün değil. Hepsi dükkan veya depo. Üstlerindeki sac sundurmalarla, altlarındaki kepenkler, ortaya dağılmış her çeşitten eski püskü malzemeler, otomobiller, pikaplarla, her taraf müthiş bir görüntü kirliliği içinde. Çoğunun Suriyeli olduğu anlaşılan çalışanlar ve müşteriler kendi dünyasında. Arada bir bana bakanlar var ama kimse, kimsin, niçin her tarafın fotoğrafını çekiyorsun diye sormuyor. Acaba içinde bulundukları yer hakkında bilgi sahibi olan var mıdır diye düşündüm. Burayı yapıp vakfeden Parmaksızzade Hacı Bekir Bey geldi aklıma. Yaptırıp vakfettiği hanın mevcut halini görse ne düşünürdü acaba? Sonra hanın topçu birliği olduğu zamanları hayal etmeye çalıştım. Başlarında komutanları ile yurdun nerelerinden geldiler, nasıl bir hayat yaşadılar? 120 yıllık tarihinde kimler geldi geçti, neler yaşandı burada? Aklıma, dünyanın da kocaman bir han olduğu geldi. Veysel'in 'İki kapılı bir handa, gidiyorum gündüz gece' mısraı geldi dilimin ucuna. Sanki arkada da sesini duyar gibi oldum. Acaba çok mu abartıyorum bu işleri? Tarihmiş, tarihi esermiş. Yok oluyormuş. Kıymetini bilmek lazımmış. Falan, filan… Sonra, gönlüm elvermedi; o, hayatın başka bir boyutu; bu, başka bir boyutu diye düşündüm. Yine 'yazık oluyor' diye düşündüm. Daha fazla harap olmadan bu hana da bir el atılmalı. Yapılış gayesine uygun bir hale getirilmeli. Şehrin ortasındaki bu çirkin görüntülere de bir son verilmeli. Hanın tek kapısından çıkarken kendi iki kapılı hanımda yürüdüğümü ve yürüyüşümün sonlarına geldiğini de düşünmeden edemedim.
Sağda Cengiz Topel Caddesi, karşısı Cengiz Topel Mahallesi. Cadde de, mahalle de, adını caddenin az ilerisinde ve batısında bulunan Cengiz Topel İlkokulundan almış. 1965 Yılında eğitim öğretime açılan okula, 1964'te Kıbrıs'a yapılan hava harekatında paraşütle atlarken Rumlara esir düşen ve ağır işkencelerle şehit edilen Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel'in adı verilmiş. Okul binası oldukça eskimiş olup Suriyeli öğrencilerin gelişi ile çok kalabalıklaşmış. Artık ihtiyacı karşılayamaz hale geldiği için çoktandır yıkılması ve yerine yeni ve daha büyük bir binanın yapılması konuşulmakta.
Okulun hemen güneyinde güzel bir bahçenin içinde İl Halk Kütüphanesi bulunuyor. 1960'ların sonunda yapılmış. Hatıralarımda önemli bir yere sahip. İlk olarak 4 veya 5. sınıfta iken gitmiştim. Şerif Özden İlkokulunda sınıf öğretmenimiz Emine Tandoğan/Ademoğlu sınıfça götürmüştü bizi. Daha sonra çok gittim. Ortaokul yıllarımda üye oldum, çok ödünç kitap alıp okudum. Üniversiteye başladıktan sonra, arada bir uğrasam da büyük ölçüde koptum. Hazırlık kitaplarımı götürüp bağışladım.
Kütüphanenin hemen batısında Çamlık Caddesinin batı tarafında eskiden, 1969 yılında yapılan Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi vardı. Oraya da defa ve yine ilkokulda iken, sanıyorum kütüphane ile aynı gün, sınıfla beraber gitmiştim. Bazı eserlerin görüntüsü zihnimde hala tazeliğini koruyor. Sonra bir daha da görmedim. 24 Mayıs 2015 tarihinde Haleplibahçe'de yeni adıyla 'Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi' açılınca bu eski bina atıl durumda kaldı. Yolun üzerine yapılan bir köprü ile İl Halk Kütüphanesine bağlandı. Şubat 2020'de 'Köprü Kütüphane ile Çocuk ve Gençlik Kütüphanesi' adıyla açılışı yapıldı.
Ben, uzun bir aradan sonra şair ve yazar arkadaşım Mehmet Nur Şanda ile birlikte en son 2021 Martında gittim. Önce Kütüphane Müdürü Mehmet Yücel Beyle görüşüp kütüphane hizmetleri hakkında bilgi aldık. Sonra elektronik ortamda yeniden üye oldum. Daha sonra Müdür Yardımcısı Fırat Sarıkuşlar'ın rehberliğinde kütüphanenin bütün birimlerini dolaştık. Kütüphane üç bölümden oluşuyor. Eski ana bina son zamanlarda büyük bir tadilat geçirmiş ve çok güzel olmuş. Çocuk ve Gençlik Kütüphanesi olarak düzenlenen eski müze binası da çok güzel. Kütüphane dışında sinema, konferans, pinpon ve langırt salonları, kafeteryası, doğrama atölyesi ve müzik odası gibi çok birçok yeni bölümler eklenmiş. İki binayı birbirine bağlayan cadde üzerindeki köprü kütüphane bölümü de gayet ilginç bir proje. O gün anlaştığımız üzere mart ayı sonunda da 57. Kütüphaneler Haftası dolayısıyla gençlerle kitap okuma üzerine sohbet ettik.
Şimdilik yolun sağında işim bitti. Karşıya Atatürk Mahallesi tarafına geçtim. Ortada şehrin en meşhur meydanlarından Topçu Meydanı… Kuzeyi açık, boydan boya Şehit Nusret Caddesi geçiyor. Güneyin bana göre sağında Topçular Caddesi, solunda 2. Sokak. İki yolun ortasında ve meydanın doğusunda çeşitli dükkanlar sıralı. Ortada, ön tarafta Şanlıurfa Belediyesi tarafından 2006 yılında yaptırılan bir anıt var. 'Topçu Anıtı' diyen de var 'On İkiler Anıtı' diyen de. Anıtın altı köşeli mermer kaidesinin etrafında Urfa'nın Fransızlara karşı verdiği ve 11 Nisan 1920'de Fransızların şehri terk etmesi ile zaferle neticelenen Kurtuluş Savaşını sembolize eden rölyefler yer alıyor. Üzerinde ise kuzeye doğru yönlendirilmiş bir savaş topu bulunuyor.
İkindi ezanı yakın olduğu için meydanın batısında yer alan Şehbenderiye Camiine yöneldim. 1903 yılında İran Şehbenderi Hacı Bekir Bey tarafından yaptırıldığı için bu adı almıştır. Düzgün kesme taştan yapılan cami enine dikdörtgen planlı olup süslemesizdir. Caminin ve son cemaat yerinin üzeri çapraz tonozlarla örtülmüştür. Eski Urfa camilerinin çoğunda olduğu gibi minberi balkon şeklinde olup duvar içerisinden merdivenle çıkılmaktadır. Son cemaat yerinin kuzey doğu köşesindeki minaresi de yine eski camilerin çoğunda gördüğümüz minber minare şeklindedir.
Hacı Bekir Beyin H.1328/M.1910 tarihli vakfiyesinde yaptırdığını söylediği dershanelerin avlunun kuzeyinde ve batısında yer alan odalar olduğu tahmin edilmektedir.
Caminin, ikisi son cemaat yerinde, biri doğudaki dış kapının üzerinde, diğeri de caminin kuzey duvarının dışındaki çeşmenin üzerinde olmak üzere dört kitabesi bulunmaktadır. Bunların en eskisi H. 1321 (M.1903) tarihli olup caminin inşa tarihini göstermektedir.
Caminin biri doğuda diğeri batıda karşılıklı iki kapısı bulunmaktadır. Doğudaki esas kapının üzerindeki kitabede Urfalı Şair Emin tarafından yazılan altı satırlık bir manzume yer almaktadır. Daha camiye girerken dikkatimi çekti; kitabede açıkça 'sene 1327' (M. 1909) yazılı olduğu halde, altındaki mermerin üzerine yeni yazı ile 'Şehbenderiye Camii Y.T. 1328' yazılmış.
Camiinin kuzey duvarı dış cephesindeki çeşmenin kitabesi Şair Hilmi'ye ait olup altı mısradan oluşmaktadır. İlk iki mısraı mahalle sakinlerinin o günkü durumu hakkında iyi bir fikir vermektedir: 'Teşnelikden bu mahal bimar idi/İşte bu hayrat ile buldu ihya' (Bu mahalle susuzluktan hasta idi/İşte bu hayrat ile canlandı) (Mahmut Karakaş, 'Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler', s.226)
'Vay be!' dedim içimden. O devrin insanları neler çekmiş neler? 'Susuzluktan hasta olmak' ne demek? Biz ne kadar rahatız. Ve fakat şükretmiyoruz.
Caminin namaz kılınan bölümüne erkenden girip oturdum. Sevdiğim camilerden. Tarihî, küçük ve temiz. Yakın zamanlarda restore edildiği için duvarların beyazı ile halıların yeşili çok uyumlu. Huzur veriyor. Başlarda çok da tenha idi. Kendi içime yöneldim. Hem bedenimi hem kafamı dinlendirmeye çalıştım. Cemaat hızla çoğaldı. Her hallerinden çoğunun Suriyeli olduğu belli oluyor. Dışarıdaki birçok uyumsuzluğa rağmen camilerdeki bu uyum her zaman çok hoşuma gitmiştir. Keşke buradaki ruhu hayata da taşıyabilsek diye düşündüm. Otuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim hoca, namazdan sonra açtığı kitaptan birkaç hadis okudu, kısaca açıkladı. Acaba bir tanışma fırsatı bulur muyum diye bakındım. Olmadı.
Camiden çıktıktan sonra, önce Topçular Caddesi boyunca güneye doğru ilerleyip 33. Sokak'tan batıya döndüm. Sonra sokaklardaki her zamanki hızlı yürüyüşüme bir kere daha başladım. Mahallenin kuzeyinin ortasında yer alan 20. ve 40. Sokaklar arasında hiçbir hedef gözetmeden gelişigüzel dolaştım. Daha önce hiç görmediğim yerler. Manzara daha önce anlattığım gibi. İç kesimler pek azı dışında tamamen betonarme ve gece kondu benzeri kırık dökük avlulu evlerden oluşuyor. Sokaklar çarpık çurpuk, inişli çıkışlı. Sık sık harabeler veya tamamen yıkılmış evler. Bir kısmı sıvasız boyasız. Bir kısmı çeşit çeşit solgun renkler. Pencerelerden dışarıya uzatılmış soba borularından dumanlar yükseliyor. Burnumda çoktandır tatmadığım kömür dumanının kokusu. Her taraftan sefalet boyutunda yoksulluk akıyor. Çoğunun Suriyeli olduğu belli olan insanlar da o yoksul görüntüleri iyice pekiştiriyor. Aslında hava soğuk, ama ben hiç üşümüyorum. Hızlı yürüdüğüm için mi, gördüğüm manzaralar içimi yaktığı için mi, bilmiyorum.
Mahallenin kuzey taraflarında yer yer beş altı katlı apartmanlar da var. Buralar, Urfa'nın apartmanlaşmaya ilk başladığı yerler arasında. Oralarda yaşama imkanı bulanların hayatı, diğerlerine göre nispeten daha iyi olmalı. Fakat canım sıkkın olduğu için gözüm iyi şeyleri görmek istemiyor. Bir tek 39. Sokak'tan geçerken rastladığım dört küçük kız çocuğu hoşuma gitti. Renkli gocuklar giymişlerdi. Saçları özenle taranmıştı. Çok sevimliydiler. Çok güzel Türkçe konuştukları halde, Türkiyeli mi, Suriyeli olduklarına karar veremedim. Sormak da istemedim. Dünyadan habersiz oyun oynuyorlardı. Fotoğrafınızı çekebilir miyim, diye sordum. Yaşça daha büyük olan siyah gocuklu olanı tabii dedi; kendisi kürsüye oturup diğerlerini yanına çekti. Çok alışkın oldukları belli olacak şekilde poz verdiler. Teşekkür edip ayrılırken 'Ya Rabbi! Bu çocuklara hayırlı bir gelecek ver.' diye dua ettim. Sadece Urfa veya Türkiye için değil, bütün dünya için gelecek bugünkünden daha zor görünüyor.
O sokağın sonunda tekrar Şehit Nusret Caddesine çıktım. Saatime baktım; vakit bir hayli geç olmuştu. Daha mahallede yürümem gereken çok yer vardı. Vakit azdı. Ben yorgundum. 'Zorlamaya ne gerek var? Başka bir gün gelip rahat rahat yürürüm.' diye düşündüm. Ve aldığım karardan memnun olarak dönüşe geçtim.
Birkaç gün önce İl Halk Kütüphanesi Şube Müdürü Fırat Sarıkuşlar aramıştı beni. 'Hocam, bir uğrayın. Yeniden bir program yapalım gençlere.' demişti. 'Bu sefer Urfa'yı anlatayım' demiştim, anlaşmıştık. Hazır buraya kadar gelmişken detayları görüşmek üzere uğrayayım dedim. Aradım, yerindeymiş. Bir çay içimi oturup konuştuk. Liseli gençlerin dönem sonu sınavları başlıyor diye programı ara tatilde yapmaya karar verdik.
Sonra otobüse binmek üzere toplama merkezine doğru hızlı hızlı yürüdüm. Bedenimin yorgunluğu hiç dert değil. İçim yoğun bir hüzünle dolu. Eskiden de duygusaldım, her şeyi dert ederdim kendime, yoksul insanlar ve yoksulluk manzaraları üzerdi beni, hele de çocuklar… Yaşım ilerledikçe duyarlığım daha da arttı. Görmesem, bilmesem nispeten avunuyorum. Fakat görünce, bilince, onulmaz yaralar açılıyor bağrımda. Çaresizlik elimi kolumu bağlıyor.