BEŞİNCİ BÖLÜM

Sefalı Camiinden ayrıldıktan sonra yürüyüşümü sürdürmek üzere Dede Osman Mahallesine yöneldim. Önce doğuya, sonra kuzeye… Köşede tanıdık bir yüzle karşılaştım; Milli Eğitim Müdürlüğünün emektarlarından İsmet Yumuşakdiken. Emekli olduktan sonra oğlu ile burada bir oto yıkama işyerini kiralamış, beraber çalışıyorlar. Bir çay içimi oturup biraz Milli Eğitim'deki yıllardan, biraz mahallenin durumundan söz ettik. Onlar da buarada güvenlik açısından çok rahat olmadıklarını belirttiler.

Oradan ayrılınca mahallenin sokaklarına daldım. Yakup Kalfa İlkokulunun kuzeyinden Dede Osman Caddesine çıkıp batıya yöneldim. Bu mahalleye Dede Osman adı sonradan verilmiş. Bu yukarı kısımların eski adı Kırk Mağara. Kaya mezarlarından mülhem. Kırk, çokluktan kinaye. Hedefim yukarıdaki Dede Osman Mezarlığı. Halkın dilinde bu mezarlığın adı 'Gevende Mezarlığı'.

Gevende, 'Düğünlerde, toplantılarda davul zurna çalarak parsa, bahşiş toplayan kişiler. Sözcüğün Farsçadaki 'guyende' : söyleyen' sözcüğünden kaynaklanmış olması muhtemeldir.' (Mehmet Adil Saraç, 'Urfaca Urfalıca' S.409-410)

Aynı kesim için kullanılan bir isim daha var; mıtrıp. 'Çingeneler için de kullanılan bu sözcük çalgıcı anlamında olmakla beraber Urfa'da cimri olanlar veya o anda cimri davranan için de kullanılır. Arapçada sözcük, 'mutrib : çalgıcı' anlamındadır.' (Mehmet Adil Saraç, 'Urfaca Urfalıca' S.668)

Bu işi yapanlar genelde Roman kökenli ya da öyle kabul ediliyor. Bir kolu da Bozova ilçemizde. Orada 'Dom' (Roman) dan bozma 'Duman' ya da 'Dumanî' deniliyor.

Bu Roman konusundan Hekimde Mahallesi yürüyüşümde uzun uzun bahsetmiştim. Dünyada Romanlar üzerine akademik çalışma mutlaka vardır; Türkiye'de de olduğunu biliyorum. Peki, Urfa'daki gruplar üzerinde var mı? O kadar çoklar, renkliler ve sorunlular ki mutlaka olması lazım.

Bu mezarlığa 'Gevende Mezarlığı' denilmesinin sebebi de bu çevrede, geçimini çalgıcılıkla sağlayan bu insanların yaşaması. Eskiden nüfusa kaydı olmayan, kimsesiz kimselerin defnedildiği bir mezarlıkmış. Muhtemelen Gevendelerin de çoğunun o zamanlar nüfusa kaydı yoktu. Zaten Urfalıların çoğunun nüfus kayıtları yakın zamanlara kadar çok sağlıklı değildir. Özellikle kırsal kesimde. Çocukların çoğu doğduktan çok sonra kaydedilmiştir. O yüzden nüfus memurları genellikle doğum günü olarak 1 Ocak yazmışlar. Ben de onlardan biriyim. Babam resmi nikahını, evlendikten yıllar sonra, sanıyorum ben doğduktan sonra yapmış.

Daha önce konuştuğum kimseler, Gevende Mezarlığının çok tehlikeli olduğunu söylemiş ve uzak durmamı tembihlemişlerdi. Gündüz gözüyle uyuşturucu satılıyormuş. Ben yine de gitmek istedim. Yokuş yukarı kan ter içinde kalarak çıktım. Batıdan açılan, çerçevesi yeşil, çenetleri siyah boyalı demir kapıdan girerken doğrusu biraz çekiniyordum. Ancak az sonra buna gerek olmadığını anladım. Kimsecikler yoktu. Sadece yakaladıkları bir güvercini beslemeye çalışan iki küçük çocuğa rastladım. Acaba anlatanlar abartıyorlar mı diye düşündüm. Diğerlerinden farklı olmayan bir mezarlık. Daha bakımsız ve düzensiz. Arada birkaç tanesi biraz daha iyi durumda. Cumhuriyet Döneminde ve çok sonra defne açıldığı için hiçbirinde eski yazılı taş yok. Definlerin devam ettiği belli. Bir Fatiha okuyup kısa bir tur attıktan sonra çıktım.

Zengini de ölüyor, fakiri de. Irk, dil, din, şu, bu fark etmiyor. Ölüm gelip herkesi eşitliyor. Bazılarının mezarının biraz daha gösterişli olmasının ölene hiçbir faydası yok. Aklıma yine kaya mezarları geldi. Binlerce yıl önce buraların tamamı mezarlıkken, şimdi küçük bir bölüm ayrılmış. Kim bilir bu mezarlığın altında da kaya mezarları vardır. Onların toprağı ile bunların toprağı birbirine karışıyor. Topraktan gelenler er geç toprağa dönüyor. Biz kalkmış neyin davasını görüyoruz? Bu değişmez gerçeği bir anlayabilsek… Bir kabul edebilsek ve gereğine göre yaşayabilsek… O zaman her şey çok daha farklı olacak. Ama nerde?

Mezarlıktan çıktıktan sonra sokaklarda gelişi güzel dolaşmaya başladım. Havanın en sıcak saatleri. Ortalık iyice tenha. Bir yandan iyi, bir yandan da riskli. Ara sokaklara fazla girmeden önüme çıkan yollardan gelişi güzel ilerledim. Gördüğüm manzaralar az önce Yakubiye Mahallesi için anlattığımdan daha farklı değil. Yokuşlar, inişler, çıkışlar… Doğu batı istikametinde uzayan caddeleri kuzey güney istikametinde kesen paralel yollar… Upuzun, eğri büğrü, yukarıdan aşağıya merdivenle iniliyor. Arabaların girmesi mümkün değil, artık yok ya, olsa bile eşek, katır, at gibi hayvanlar da buralara çıkamaz. Buralarda yaşayanları düşünüyorum; herkes için zor ama özellikle yaşlılar, hastalar geliyor aklıma. İnip çıkarken nasıl eziyet çekiyorlardır kim bilir? Bir eşya, bir yük getirip götürmek ne kadar zordur? Bir güzel tarafı var, sessiz ve sakin… Kenarlara bitişik olarak dizilmiş kırık dökük evler… Bazısı, diğerlerine göre biraz daha iyice. En iyi, en sağlam yerleri, yine yerleri. Devletin/belediyenin yaptığı en iyi hizmet sokaklara döşediği kilit taşlar. Temizlik de fena değil. Çok eskiden su çıkmazdı buralara. Herhalde şimdi o sorun da yok.

Ara sokaklarda kapı önlerine oturup birbirleriyle sohbet eden kadınlara rastlıyorum. Kamberiye Mahallesinden de çok iyi hatırlıyorum. Eskiden daha çok olurdu. Tabii ki özellikle yaz aylarında, yazın uzun, sıcak, sıkıcı günlerinde… Balkonu olmayan, dışarıya penceresi olmayan, parkı olmayan mahallelerde, özellikle kadınların hava alabilecekleri, sosyalleşebilecekleri bir imkandı kapı önü. Bazen bir parça çula, bazen doğrudan yere otururlardı. Varsa birileri ile beraber, yoksa tek başlarına… Özellikle de yaşlı kadınlar… Saatlerce… Bıkmadan usanmadan diyeceğim ama bıkıp usansalar ne yapacaklar? Daha iyi bir meşguliyetleri var mıydı ki? Geleni gideni seyretmek, çocuklarına, torunlarına mukayyet olmak, mahallede olan biten hakkında bilgi sahibi olmak, belki biraz dedikodu etmek, biraz dertleşmek… Apartmanlarda bu imkan yok. Buralarda devam ediyor. Eskiye dair hemen her şey gibi bu da hoşuma gidiyor. Keşke imkanım olsa da yaklaşsam, tanışsam, dinlesem ve onların dünyalarına girebilsem… Kim bilir ne ilginç şeyler duyardım?

Sosyal medyadan tanıştığımız Hasan Yıldız adlı bir arkadaşım var. Daha çok esprili ve muzipçe paylaşımlar yapıyor. Güldürüyor ama aslında çoğu ironik. Bu mahallede doğup büyümüş. Onun da düşüncelerini almak üzere telefon ettim.

'Eskiden çok iyi bir mahalleydi' dedi. 'Yaşayanlar yoksuldu, ama iyi insanlardı. Çok iyi bir mahalle kültürü vardı. Herkes birbirini tanır, birbirine güvenirdi. İyi günde kötü günde birbirleriyle yardımlaşırdı. Kadınlar bir yere gidecekleri zaman evlerinin anahtarlarını birbirlerine teslim ederlerdi. Rahatça 'Çiçeklerimi sula, tavuklarıma yem ver, damdaki salçama bak' derlerdi. Dış kapılar hep açık olur, sokağın çocukları bu kapılardan rahatça girip çıkardı. Yaşlı kadınlar bütün çocukları sahiplenirdi. Çocuklar o güvenli ortamda keyfince yaşar, hayatı, mahalle kültürünü ve gelenek göreneklerini öğrenerek büyürlerdi. O 'mıtrıp' ya da 'gevende' denilen insanlar var ya, bazılarının hor gördüğü o insanlar da mahallenin bir parçası idi. Onlar da iyi insanlardı. Müziği normal bir geçim kapısı olarak görürlerdi. Aralarında çok dindar olanlar vardı.'

Uzun yıllar burada yaşayan Derviş Hocanın oğlu Mehmet Yazıcı da benzer şeyler söylemişti. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle röportaj yaptığım şair yazar Mehmet Atilla Maraş'ın ailesi de uzun yıllar burada oturmuş. Tuzlu Çıkmaz'ı (Tetirbesi) No: 6. Atilla Maraş, üçüncü sınıftan itibaren ilkokul, ortaokul, lise tahsili için buradan yaya olarak okulların olduğu o uzak yerlere gidip gelirmiş. Yeni çıkan 'Merhaba Ey Ömrüm (Hayat ve Hatıratım)' adlı eserinde uzun uzun buralardan ve buradaki hayattan, burada yaşayan yoksul, gariban ve güzel insanlardan söz ediyor. 1950'li yıllarda mahallede su ve elektrik yokmuş. Kadınlar içme suyunu Haleplibahçe'deki kuyudan, temizlik suyunu Balıklıgöl'den kovalarla taşırmış. Yazın damda tahtlarda yatılırmış. Bir de kuşçuluk çok yaygınmış.

Aslında bu anlatılanların hepsi Urfa'nın tamamının özellikleri. Eski Urfa'nın, bir kısmına benim de yetiştiğim mahalle kültürünün güzellikleri… Apartman hayatı ile beraber o kültür de sona erdi. Zaten uzunca bir zamandır, mahalle diye bir şey yok. Adı var da kendisi yok. Şimdi eskiler, yeni semtlerde yaşasalar bile kendilerini hala eski mahalleleriyle tanıtıyorlar. Yenilerinse böyle bir derdi yok. Kimse yaşadığı mahalleleri eskisi gibi sahiplenmiyor. Herkes her yerde geçici. Mahalle ve sokaklar, sorulduğu zaman söylenilen birer adres sadece.

Ben birçok yaşlı gibi 'eskinin her şeyi iyiydi, güzeldi' demiyorum. Fakat bazı şeyler gerçekten iyiydi, güzeldi. Şimdi bunları düşününce içime hüzün sızıyor. Aklıma kendi mahallem, ailem ve çocukluğum geliyor. En önemlisi de o zaman yaşayan sevdiklerim… Annem, anneannem, teyzem, dayılarım ve yakın zamanda kaybettiğim ablam ve babam… Burnumun direği sızlıyor.

Üzüntüm ve hüznüm sadece şahsi kayıplardan kaynaklanmıyor. Genel sebepleri de var. O yoksulluğa ve zor şartlara rağmen sahip olunan o güzellikleri kaybettik? Bizi biz yapan o insani değerleri, mahalle kültürünü, komşuluğu, güveni, sevgiyi, saygıyı, yardımlaşmayı... Nasıl oldu da bu kadar kısa zamanda bu kadar çok bozuldu? Aslında sadece bu mahalle ya da bu şehir değil, bütün mahalleler, bütün şehirler bozuldu. Fakat buradaki bozulma daha fazla. Birkaç aile veya birkaç kötü insan geliyor. İçlerinin karasını etrafa yaymaya başlıyor. Önce kimse aldırmıyor, sonra aldırsa da baş edemiyor. Kötülük iyilikten daha çabuk yayılır, insan nefsi bozulmaya daha çok meyyaldir. Burada da öyle oluyor. 25-30 yıl içinde vitesi tutmayan kamyon gibi tepe takla gidiyor. Kötüler ve kötülük arttıkça, iyiler kurtuluşu kaçmakta buluyor, iyilik azalıyor. Sonuç, mevcut durum. Yazık olmuş. Yazık olmaya devam ediyor. Mahalle imdat diyor. Yok mu el atacak, atması gerekenlerden?

Mezarlıktan çıktığım zaman iyice yorulmuştum. Sadece bedenen değil, psikolojik olarak da… Dikkat ediyorum, gerek yürürken, gerek araştırırken, gerek yazarken, konudan konuya, düşünceden düşünceye, duygudan duyguya geçişler, beni manen de yoruyor.

Karşıya Mance Mahallesine geçtim. Ben 1990'larda Haleplibahçe'deki Fatih Sultan Mehmet İlköğretim Okulunda müdür iken, buralar Haleplibahçe'nin bir parçası idi, 'Mance Deresi' deyip geçerdik. Sonradan bağımsız bir mahalleye dönüştü. Ortada bir dere yok; çok yağmur yağdığı zaman suların sel olup dere gibi aktığı bir dere yatağı var. İşte o derenin adı sonradan kurulan mahalleye verildi. Bölgedeki diğer mahallelerden hiçbir farkı yok. Yalnız burada o eskiye dair bir şey de yok. O eski kesme taştan evler burada hiç olmamış. O mahalle kültürü de burada hiç yaşanmamış. Burası ve daha yukarıda daha sonra kurulan Buhara Mahallesi, son 25-30 yılın eseri.

Peki, bu Mance adı nereden geliyor? Bu zamana kadar kesin bir bilgiye ulaşamadım. Mancınık ile alaka kuran bir duyum aldıysam da bana hiç mantıklı gelmedi. Acaba 'Mencek' ile bir alakası olabilir mi? Mencek adı, kaynaklarda ilk defa 775 (1374) tarihli bir vakfiyede Emîr Mencek şeklinde şahıs ismi olarak geçiyor. Mısır'da kurulan Memluk/Kölemen Devletinin Şam melikinin adı. Urfa'da varlığı 18. Yüzyıla kadar devam bir 'Mencek'/'Mencekzade' ya da 'Emencekzade' ailesinden söz ediliyor. Bu ailenin Urfa'da çeşitli hayır işleri ve eserleri yaptığı söyleniyor. Bunlardan biri olan 'Mencek Hanı' halen ayakta ve hizmet vermeye devam ediyor. Geçmişte aynı adı taşıyan bir zaviye ve hamam da varmış.

Bugün Urfa'da 'Mancı' soyadını taşıyan bir aile var; üyelerinin bir kısmı Urfa'da, bir kısmı Urfa'nın dışında yaşıyor. Bu soyadının Mance'den geldiği kesin. Çünkü yakın geçmişe kadar aile Mance Deresinde yaşamış. Orada geniş fıstık bağları varmış. Sonra parsel parsel satmışlar. Ben bunlardan biri olup İstanbul'da yaşayan, sosyal medyadan yürüyüş yazılarımı takip eden Mehmet Emin Mancı'yı arayıp bu adın kaynağını sordum. Büyüklerinden duyduğuna göre ailenin bilinen en eski üyesi, Irak ya da Suriye tarafından gelen bir komutanmış. Eğer doğruysa, 'Mance' 'Mencek'ten bozularak gelmiş bir isim olabilir. Araştırılmaya muhtaç bir konu.

Mance ile Haleplibahçe Mahalleleri arasındaki Bahçe Caddesinden aşağıya doğru yürümeye başladım. Arada bir Mance tarafına açılan sokaklara bakıyorum. Yokuş yukarı, bazen tümsek bazen basamak şeklinde uzayıp gidiyor.

Fotoğraf çeke çeke, arada bir denk geldiğim kimselere selam vere vere aşağıya doğru indim. Nihayet yolun sonuna geldim. Kuzey güney yönünde uzanan 2372. Sokak. Karşıda Sakıb'ın Köşkü, hemen üzerinde Mozaik Müzesi… Sağ tarafımda Dede Osman ve Yakubiye Mahallelerinin doğusunu kuşatan çok çeşitli iş yerleri… Oto park, oto yıkama, giyim kuşam, yeme içme, ev eşyası satan dükkanlar ve bir Pazar yeri… İçerinin sakinliğine karşı buralar kalabalık ve karışık. İlgi alanımın dışında. Başımı yukarıya kaldırdım caddenin sonunda Urfa Kalesinin yemyeşil etekleri ve tepede Kale'nin Batı burcu. En üstte de de beyaz bulutların süslediği masmavi gökyüzü.

Bugünlük de bu kadar. Bir dahaki hedefim Urfa Kalesi. Kale, sadece Yakubiye Mahallesi'nin değil Eski Urfa yürüyüşlerimin de son durağı olacak.