Hayat ne kadar da dağınık geliyor hepimize, öyle değil mi? Siyasetin kirli ve karanlık dili, teknolojinin bizi götürdüğü yer, toplumun köşeye sıkıştığı bir tutulma hali var baktığımız her yerde.
Günler inanılmaz bir hızla akıp geçiyor ömrümüzden bu karmaşa arasında mesela. Farkında mıyız, bilmiyorum. Vurdumduymaz ve acımasız bir şekilde geçip gidiyor hem de üzerimizden zaman. Üzerimizden çekiliyor gibi her şey. Hayat çekiliyor sanki, kelimeler çekiliyor. Derin bakışlar, tarifsiz renkler, bizi içine içine çeken kitaplar çekiliyor mesela üzerimizden.
Öteye gitmeye lüzum yok. Başkasının hayatından çekerek ellerimizi kendi hayatımıza bir dönüp baksak göreceğiz hemencecik: Güneş çekiliyor, ay çekiliyor, yıldızlar, rüzgarlar, bulutlar bile çekiliyor.
Üzerimizde çocukların kahkahaları bile yok artık. Yaşlıların kuyu gibi derin bakışları, kedilerin rahmet dolu esneyişleri, kuşların ömre ömür katan cıvıltıları yok artık. Bu yüzden belki de, sırf bu yüzden insanların yüzlerinden, gözlerinden, bakışlarından umudun, merhametin, sükûnetin esamisi bile okunmuyor.
Çocuk kahkahaları uzun zamandan beri duyulmuyor mesela sokaklarda. Cıvıltıları yok. Onlara ait herhangi bir oyun yok artık sokak aralarında. Çocuklara ait nefesler yok artık, tebessümler yok. Her biri bir kenara, bir köşeye, modern ve ruhsuz oyuncakların kuytu ve sıkıcı dünyasına çekilmiş. Çocuklar hep suskun ve tedirgin ve sıkılgan bir ifadeyle bakmaktalar artık hayata.
İki insan, iki sevgili karşı karşıya oturmuş öylece duruyor, öylece somurtuyor, konuşmuyorlar mesela dakikalarca. Bir kelam yok dillerinde, yüzlerinde bir tebessüm, bakışlarında sonsuz bir sevgi yok. Bütün kelimeler ağızlarından alınmış sanki. Yüzlerinden bütün tebessümler çekilmiş. Aynı masadalar, aynı evdeler, aynı göğün altında duruyorlar ama ne kadar da uzak, ne kadar da yabancılar birbirlerine öyle. Kelimeler kifayet edemiyor uzaklıklarını tarife. Gözleri değmiyor bile gözlerine. Sözleri yok sessizliği delmeye.
Belki baksak göreceğiz, görsek yaşamayı seveceğiz büyük bir inatla. Geçip giden basit ve sıradan şeylerin altında ömrümüzü geçirmememiz gerektiğini daha bir idrak edeceğiz mesela. Ne siyasetin o kirli ve karanlık dili bizim dilimiz olacak, ne teknolojinin bizi götürmek isteği yere gideceğiz, ne de köşeye sıkışan o sürüye dahil olacağız.
Yaşamak nedir onu öğreneceğiz. 'Yaşamak umrumdadır' diye haykırmayı isteyeceğiz belki de. Hayat denen bu karmaşada, bu muammada kendi kalıbımızdan kurtulmanın, içimizden içimize giden kutlu yolculuğun yollarını düşe kalka, düşüne düşüne, araya araya bulmaya çalışacağız.
Ve kendimize giden o yolu bulduğumuzda hayatımızdaki bütün grilerin beyaza dönüştüğünü, gökyüzünün sayfa değiştirir gibi karadan maviye geçtiğini göreceğiz o an. Neyiz biz, nerdeyiz, nereye gidiyoruz sorguları bizi huzura götürecek, işte o an onu anlayacağız belki de, kim bilir…