M. Sarmış: Okul zamanı gelmedi mi?

A. Akbıyık: Evet, orada iken geldi, en yakın olduğu için Yavuz Selim İlkokuluna kaydoldum. Bir ve ikinci sınıfı orada okudum. 

M. Sarmış: O ilk dönemlere dair aklınızda kalan neler var? Bilhassa müziğe dair…

A. Akbıyık: Zaman zaman kendi kendime de, bu müzikle, kültürle ilgili merakım nereden geliyor, diye soruyorum. Bazen de sizin gibi soranlar oluyor. Ben de düşünüyorum tabii. O sırada oturduğumuz ev, Kahveci Yasin'i bilirsiniz…

M. Sarmış: Görmedim, ama biliyorum. Harrankapı'nın batısına bitişik meşhur kahve; "Yasin'in Kahvesi". Şimdi İbrahim Tatlıses Müzik Müzesi olan yer.

A. Akbıyık: Evet. Oturduğumuz ev hemen o kahvenin yanındaydı. 

İbrahim Tezölmez: Harrankapı Caminin (Hacı Lütfullah Camii) karşısı…

A. Akbıyık: Yok, dış tarafta değil, iç tarafta, Yasin'in Kahvesi'ne bitişik sayılır. Kahveden dışarıya hoparlör koymuşlar; sürekli müzik çalıyor. Yasin'de olan bantlar hiç kimsede yok. "Yeminli bant"lar da var.

M. Sarmış: Ne demek "Yeminli Bant?"

A. Akbıyık: Bazı müzik meraklıları vardır. Müziğin ustalarını, çalanı, söyleyeni evine davet eder, onlara ziyafet çeker, ikramlarda bulunur, sonra da onların icra ettiği müzik faslını Sony gibi, Grundig gibi devrin en iyi marka teypleriyle kaydeder. Eve gelen müzik adamlarına para vermek söz konusu değildir, her biri değişik meslek sahibidir. Bu kişilere para teklif etmek bile büyük hakaret sayılır. Bu  bantlarda okuyanların bir kısmı, bilhassa gazel okuyan Halil Hafız, Şükrü Hafız, Cülhe Hafız gibi sesi çok güzel olan hafızlardı. Bant yapıldıktan sonra kopyası elden ele dolaşırdı. Bu bantların bazen uygun olmayan mekânlarda çalındığı olurdu. Bu durumdan, bantta okuyan hafızlar, hocalar çok rahatsız olurdu. O Yüzden onları bant yapmaya tekrar çağırdıklarında gitmek istemezlerdi. Sonra bu duruma bir çözüm bulundu. Bant kaydına başlarken, kaydeden kişi bu bantın kopyasını başkasına vermemek üzere yemin ederdi; işte bu bantlara "yeminli bant" denirdi. Kahveci Yasin'in elinde de bu tür yeminli bantlar vardı. Kimselere vermezdi. Dinlemek için mutlaka kahvesine gitmek lazımdı. Kahvenin müdavimleri çok. Biz de yazın damda yatıyoruz. Yıldızları seyrederken bir yandan da oradan gelen müziği ister istemez dinliyoruz. Dönemin ünlü sanatçıları Kazancı Bedih'i, Seyfettin Sucu'yu, Kadir Sema'yı, daha birçok sanatçıyı o zamandan itibaren tanımaya başladım. Kulağımızın arka tarafında, ne derler, arka fonda hep oradan yayılan müzik var.

M. Sarmış: Bir alt yapı oluşuyor yani. 

A. Akbıyık: Evet. Bir şey daha var. Küçükken bir müddet de annemin babası Abdullah dedemin evinde kaldım. Dedemi çok severdim, o da beni çok severdi. Allah rahmet etsin.  Evleri daha ileride Kalaboynu'nda Tepe Mahallesinde. Dedemin kürkü vardı, üstüne çekerdi. Bir radyosu vardı. Türkmen radyosunu açardı. Orada Türkçe, Kürtçe, Arapça türküler çalınırdı. Türkmen sanatçılar Abdülvahit Kuzecioğlu, Kürt sanatçı Hasan Cezravi (Hesen Cizrewi), Meryem Han ve o devrin diğer meşhur sanatçıları… Dedemle beraber ben de dinlerdim. Yine dayım Necmettin Atlas da müziğe meraklı. Müzik çevresinden yakın arkadaşları var. Mesela "Şıhın oğlu Miçe" derlerdi, Mustafa Şahin, gazelhan. O da gelirdi dayımgile. Dayım o sıralar cümbüşe merak salmıştı; "İnneci Ahmet" amca gelip dayıma ders verirdi. İlkokula başladığım yıllar... Onlara hizmet ediyorum. Müziğe ilgimin bu şekilde oluştuğunu düşünüyorum.

Halk oyunlarında da aynı şekilde… Adı geçen Mustafa Şahin, aynı zamanda usta bir halk oyunları oyuncusu idi; çok iyi "dörtlü değnek" oynardı. Dayımgile geldiği zaman bana "Hadi bakalım geç karşıma Abuzer. Elini şöyle kaldır, ayağını böyle at, ha şöyle yap, ha böyle yap." diye oyunun figürlerini öğretmeye çalışırdı. Halk oyunlarına olan ilgim ve sevgim de böyle başladı. İlkokul, ortaokul ve lisede de devam etti. Tabii gittikçe daha bilinçli bir şekilde…

M. Sarmış: O konulara daha sonra detaylı bir şekilde devam edeceğiz. Biz şimdi ilkokula geri dönelim. Okula Yavuz Selim'de başlamıştınız. Öğretmeninizin ismini hatırlıyor musunuz?

A. Akbıyık: Hatırlamıyorum. Ama çok zalim biri idi. Belki de o yüzden ismini hatırlamıyorum, ya da hatırlamak istemiyorum Sadece Urfalı ve erkek olduğunu söyleyeyim. Çok acımasızdı. Çocuklar bir suç işlediği zaman parmaklarının arasına kalem koyup sıkardı, çok acırdı. Çin işkencesi gibi… 

M. Sarmış: Bazıları geçmişi övüyorlar ya, her zaman diyorum, geçmişin her şeyi iyi değildi. Bak işte, o zaman böyle şeyler de var.
İbrahim Tezölmez: Ben de hatırlıyorum. Öğretmenimiz çocuğu tahtaya kaldırır, o silgi konulan yere yapıştırır, topuzu vardı, onunla vururdu.

A. Akbıyık: Bir gün, yaşı bizden büyük bir arkadaşımız, sonradan gardiyan oldu, bir yaramazlık yapmıştı. İlkokul çocuğunun yaramazlığı ne olacak ki? Hoca başka birine "Git bir değnek getir." dedi. O mübarek de gidip değnek yerine bir inşaat demiri getirdi. Hoca o demirle bir vurdu, anında arkadaşımızın başından kan akmaya başladı. Hepimiz dehşet içinde kaldık, moralimiz alt üst oldu. Çocuğu alıp hastaneye götürdüler. O zaman aileler şimdiki gibi bilinçli değildi; hocanın yaptığı yanına kaldı. Diyeceğim, ilkokul bir ve ikinci sınıfta iyi bir öğretmenlik görmedim. Üçüncü sınıfta Bahçelievler'e taşınınca Cengiz Topel İlkokuluna geçtim. Üç, dört beşi de orada okudum. Çok mükemmel bir öğretmenimiz vardı. Muazzez Gündüz. Urfalı. Belki ilk öğretmenliği idi. Çok aydın, bilinçli, çok ilgili bir hanımefendiydi. Hamuru şekillendirirsin ya, bizi de öyle hamur gibi şekillendirdi. Cengiz Topel o zaman yeni açılmış. Okulun ismi 1964 yılında Kıbrıs'ta şehit olan Türk pilot yüzbaşısından geliyor. Urfa'nın en gözde okullarından biri. Daha çok "Kerip" (garip, yabancı, okumuş, memur) ailelerin çocukları geliyor. Hakim, savcı, subay çocuğu, polis çocuğu filan... Okul Müdürü de Kısaslı'ydı, adı Hüseyin Öztürkmen'di. İyi bir yönetici idi.  Sınıf arkadaşlarımdan hatırladığım isimler arasında Mehmet Ali Yılan, Bakır Yılan, Şemsettin Alıcı, Adil ve Vildan Taplamacı, Mehmet Fazlı Görgün, Osman Palalı, Mehmet Özel, Müfit Gökoğlu, Reşit Beyazağaç, Erol Baloğlu, Şeref Aybar, Ahmet Çardak, Belkıs ve Behiye Akyüz, Nejla Kasap, Semra Bilgin, Melahat Aybar, Müjgan Karayel, Sevim ve Mehmet Tuncer, Ercan Çetinkaya ve kardeşi, Kadiriye Kemancı, Kamberiye'den Halil Oturakçı'yı sayabilirim. 
M. Sarmış: Kamberiye'de ilkokul 1968-69 eğitim öğretim yılında açıldı. Şerif Özden İlkokulu… Ondan önce mahallenin çocukları en yakın olduğu için daha çok Cengiz Topel'e giderdi. 

A. Akbıyık: Doğrudur. Öğretmenimiz güzel ders anlatıyor, sosyal faaliyetleri sevdirerek yaptırıyor. Hikâye anlatıyor, masal anlatıyor, ilgimizi çekecek şeyler yapıyor. Pikniğe götürüyor. Bizleri yılsonu müsameresine hazırlıyor.  Yani hem bilgi veriyor, hem sosyal yönümüzün gelişmesi için çaba sarf ediyor. Yanlış yapanı uyarıyor fakat kimseyi dövmüyor, aşağılamıyor. Kız erkek ayrımı yapmıyor. Yani ne derler; yirminci yüzyılın modern, aydın bir öğretmeni.
İbrahim Tezölmez: "Cumhuriyet öğretmeni."

A. Akbıyık: Evet. İşini severek yapan, bende çok güzel izlenimler bırakan bir öğetmen.

M. Sarmış: Ne zaman mezun oldunuz?

A. Akbıyık: Ben ilkokula beş yaşında başladım. Yaşım tutmadığı için beni almıyorlardı. Mezun olurken nüfus cüzdanımı götürdüm. 58 doğumlu ve beş yaşında olduğuma göre 68-69'da bitirmiş olmalıyım. 

M. Sarmış: Ortaokul…

A. Akbıyık: Merkez Ortaokulunda okudum. Asfalt Yol'daki taş binada. O zaman ortaokul ve lise bir arada idi.

M. Sarmış: O dönemlere dair neler söylemek istersiniz?

A. Akbıyık: Edebiyat hocamız Mustafa Savaş'tı; Facebook'ta görüyorum bazen. O da bende güzel izler bıraktı. Mesela Ömer Seyfettin'in hikâyelerini öğrencilere okuturdu. Biz de dikkatli bir şekilde dinlerdik. "Diyet", "Bomba", diğerleri… Şiir okur, ezberlerdik. Mesela o dönemden efsanevi bir Türk kahramanı olan Alp Er Tunga ile ilgili "Alper Tunga öldü mü?/Issız acun kaldı mı?/Ödlek öcün aldı mı?/ İmdi yürek yırtılır?" şiiri kalmış aklımda. Ortaokul ve lisede tarih öğretmeni Halil Mısırlı, müzik öğretmeni Güzin Uğur, Reşit Haberveren, Nadire Parmaksız, Türkçe öğretmeni Sevdiye Selçuk, tarih öğretmeni Sami Boran, matematik öğretmeni Necati Gayberi, İngilizce öğretmeni Fatih Zaza, sosyal bilgiler öğretmeni Emin Tahtasız… Dışarıdan derse girenler arasında da Abuzer Dağdeviren ve Ramazan Bozkurt'u hatırlıyorum. Lisede ise coğrafya öğretmenimiz Celal Aşar, matematik Ahmet Ural, felsefe-mantık Reşit Yardımcı, kimya Mehmet Akıllı, edebiyat Adil Saraç, din bilgisi Mehmet Oymak, fizik öğretmeni Memduh ve Yusuf Kılıç aklıma geliyor. Yine dersimize girmedi fakat öğretmen olarak Ali İpek, Hasan Done, Eyyüp Mahmutoğlu vardı. Yöneticiler Osman Bengisu, Necati Alaybeyi hatırıma gelenler. Bu öğretmenlerin çoğu bizi ailemizle birlikte tanırdı. Öğrenciler yanlış yola sapmasın diye kollardı. Kahvehaneleri basar, öğrencileri toplarlardı. İçlerinde öğrenciyi dövenler de vardı, fakat Celal Aşar gibi, hata yaptığınızda kibarca sizi uyaran, nasihat eden de… Mahcup ederek, sözleri ile sizi yerin dibine batıranlar da vardı. Yaşım altmışı beşi geçmiş, halen öğretmenimi gördüğümde saygı gösterir, önümü iliklerim. 

M. Sarmış: Abdullah Balak da girmedi mi dersinize?
A. Akbıyık: Tabii tabii, nasıl unuttum, lisede matematik dersimize girdi. Her sınıfta bir iki tane türkü, hoyrat okuyan olur ya, derste dikkatimizin dağıldığını fark edince, Abdullah hoca hemen "Kapatın kitaplarınızı" derdi. Ondan sonra da "Mıhe (Mehmet) bir hoyrat oku! Ehme (Ahmet) bi türkü söle!" Onlar da söylerdi. O arada zil çalar, ders biter…

Abdullah Hocanın okulda müzik kursları vardı. Halk oyunlarını da öğretirdi. Yine, iyi bir müzisyen ve keman çalan hocamız Celal Aşar Türk Sanat Müziği korosu kurmuştu, ben de o koroda ses olarak yer aldım. Sene sonu düzenlenen programlara katılırdık. O programlarda koroda söylediğimiz şarkılardan birkaçı yıllar geçmiş olsa da hala hafızamdadır. "Ayrıldı Gönül Şimdi Bir Tek Eşinden", "Bir Sokak Çeşmesi Oldu Gençliğim", "Eğilmez Başın Gibi Gökler Bulutlu Efem", "Yemenimde Hare Var" gibi...   

M. Sarmış: Maşallah! Müthiş bir hafızanız varmış. Özellikle sevdiğiniz dersler var mı? Müzik, edebiyat gibi…

A. Akbıyık: Elbette. Benim matematik zekâm da iyidir… Başarılıyım da… Ama babam müteahhit. Antep'te, şurada burada işleri var. Hafta sonlarında Urfa'ya geliyor. Pazar günleri diyelim. Evimiz o sıralar Bahçelievler'de. Önü top oynanacak bir yer. Kalaboynu'ndan teyzem oğulları geliyor, başka arkadaşlar da var. Top oynamayı seviyoruz. Oyun planı yapmışız. Gel gör ki babam beni bırakmaz. Babamın okuması var, yazması yok. Hani o "Okuram, yazı bilmem" diye başlayan meşhur hoyrat var ya, babam o. Okula gitmemiş, okuyor, ama yazamıyor. Ortaklık işi ile ilgili bir haftanın alış verişi var, harcaması var; kendince notlar almış. Beni yanına oturtup "Yaz" der. "Elli lira Amele Mehemed'e." Yazarım. Ayakta sağa sola gidip-gelir "Beş torba çimento, yüz lira yaz." der. Yazarım.  O sırada teyzem oğulları oynuyor, benim canım gidiyor, ama babam beni tutuyor. "Baba" diyorum, "Sonra yazsak...", "Olmaz" diyor. Hesabı sağlam olsun, hak hukuk geçmesin istiyor. Velhasıl, arkadaşlarım oynuyor, terliyorken, ben oynayamıyorum, hesap kitapla uğraşıyorum. O yüzden matematiğe karşı bende bir çeşit alerji oluştu. O yüzden diyordum ki "Matematikle ilgili hiçbir derse girmeyeceğim, hiçbir okulu okumayacağım." O kadar kızıyorum yani. Nitekim lise bitince dedim ki "Matematikle ilgili bir okula gitmeyeceğim." Tabi biz böyle söylüyoruz da, kaderimizde ne yazılı bilmiyoruz.