Kendisiyle daha önce hiç tanışmamıştık. Mesleğinin duayenlerinden biri olduğunu duymuş ve listeme almıştım. İl Milli Eğitim'de şube müdürlüğü yapan küçük kardeşi Nihat Yıldırım'la yıllarca beraber görev yapmıştık. Onu aradım, o da abisini. Tamam deyince ben arayıp röportaj gününü ve saatini kararlaştırdık. 10 Eylül 2024 Salı günü saat 14.00'te Bahçelievler'in Cengiz Topel Caddesi üzerindeki, vitrininde "1970'ten Beri Beş Yıldızlı Berber Necdet" yazan dükkânında buluştuk.
Tahmin ettiğim gibi tam bir Urfalı. Hem konuşması hem tavrı hem konulara yaklaşımı… Zaten kendisi de sık sık Urfalılığına vurgu yaptı. Müzik ve berberlikle geçen hayatını ve o paralelde o günlerin Urfa'sını konuştuk.
26 Eylül 2024 Perşembe günü bir kere daha gidip kafama takılan çeşitli konuları görüştüm. Ortaya uzun, keyifli bir sohbet çıktı. Yazının imkânları dâhilinde o havayı sunmak çok zor; ancak bu kadarını yapabildim.
***
M. Sarmış: Kimlerdensiniz?
N. Yıldırım: Biz aile olarak Urfalıyız, Urfa'nın yerlisiyiz. Biraz acayip olacak ama biliyorsunuz; Urfa'da iki kavim yaşamış; Halilîler ve Nemrudîler… Allah'a bin şükür, biz Halilî tarafındanız. Atalarımız Osmanlılar zamanında dışarıdan gelmiş. 
M. Sarmış: Nereden?
N. Yıldırım: Büyük amcam yüz yaşında vefat etti. İsmi Reşit'ti. O konuları sevdiğim için bazen bana anlat diye sıkıştırırdım, o da anlatırdı. Dediğine göre dedelerimiz Bağdat'tan gelmiş. Bu tarafa geldikten sonra birkaç kardeş oraya buraya gitmiş. Bir grup da Urfa'ya gelmiş. Aslen Türk'üz. 
M. Sarmış: Ne zaman gelmişler?
N. Yıldırım: Onu bilmiyorum, anlattıysa bile unuttum. Geriye doğru yedi göbek sayardı. Ben en son babamın babasının babasının adını biliyorum.
M. Sarmış: Dedenizin babası yani. Oradan itibaren isimlerini söyleyin.
N. Yıldırım: Halil'in oğlu Müslüm, Müslüm'ün oğlu Salih, Salih'in oğlu Necdet, yani ben… Tersinden söyleyecek olursak, ben, babam Salih, dedem Müslüm, onun da babası Halil. Dedeme "Müslüm Ağa" derlerdi. Zamanında manifaturacı dükkânı varmış. Bir aşiret çocuğu olduğumuzu söylersem yadırganmasın. Ama o konuya girmek istemiyorum. Memur çocuğu olduğum için aşiretçiliği sevmiyorum.
M. Sarmış: Niçin yadırgansın? Bir aşirete mensup olmak başka, "aşiretçi" olmak başka. Bir aşiretiniz varsa söyleyebilirsiniz.
N. Yıldırım: "Dinnai Aşireti" derler. 
M. Sarmış: Anne tarafınız…
N. Yıldırım: Anne tarafımız "Numanlar"dan… Adı Fatma. Molla Numan Efendinin kızı. Numan Efendi büyük bir zat. 120 yaşında vefat etmiş. İsmi pek bilinmiyor, ama Urfa'ya çok hizmet etmiş. Soyadı Kanunu çıkınca "Şenbahar" soyadını almışlar. Dedemin dört oğlu olmuş: Mehmet, Osman, Bekir, Ömer. Dedem çocuklarını da çok iyi yetiştirmiş. İkisi hafız-ı Kur'an. Mesela Mehmet dayım Yusuf Paşa Camiinde imamlık yapardı. Osman dayım, Osman Yanıkses, hem hafız-ı Kur'an'dı hem bestekârdı.
M. Sarmış: Soyadı farklı.
N. Yıldırım: Yok, onun da esas soyadı Şenbahar. Müzikle uğraştığı için Yanıkses soyadını kullanmış. Yaptığı plaklara Yanıkses yazdırmış. Tatlıses, Coşkunses, Sesigüzel gibi…
M. Sarmış: Anladım, sadece okuyucu değil, bestekâr da dediniz.
N. Yıldırım: Tabii. Birçok eseri vardır. Mesela "Hayatları Değir mi/Bu gelen yar değil mi?".
M. Sarmış: "Aman Eşref, canım Eşref"…
N. Yıldırım: Tabii ya! Yine mesela "Dön beri dön beri de yüzün göreyim".  Çok güzel mevlit de okurdu. Beraber mevlitlere giderdik. Ben de müziğe meraklı olduğum için…
(Daha sonra internette yaptığım araştırmada bu türkülerle ilgili farklı bilgilere ulaşınca ikinci görüşmemizde bu mevzuyu açtım. Aramızda şöyle bir diyalog geçti:
M. Sarmış: "Eşref" türküsü TRT Arşivinde Yavuz Tapucu tarafından Ahmet Yılmaztaş ve Bedirhan Kırmızı'dan derlenmiş görünüyor.
N. Yıldırım: Necati Aydınlı diye bir öğretmen var; bir kitap bastırmış. (Necati Aydınlı, "Öyküleriyle Şanlıurfa Türküleri, Urfa, 1997) Tesadüfen elime geçti. Baktım bu türkü için "Bakır Yurtseven'den derlenmiştir." diye yazıyor. Dedim hocam "Bu benim dayımın eseridir." Dayımın iki gözü âmâydı. Fakat diğer duyuları çok gelişmiş. Hiç görmediği halde saati ve radyoları tamir edebiliyor.
M. Sarmış: Görmeden nasıl oluyor?
N. Yıldırım: Ben bizzat şahidim. Diliyle radyonun veya saatin parçalarına dokunup bir kenara koyuyordu, kimse elini vurmasın diye. Böylece hangi parçanın nerede olduğunu biliyor. Daha sonra da söktüğü gibi yerine takıyor.
Babamın Birecik'te memur olduğu bir sırada onları ziyarete gidiyor. Yoldayken bir kadına denk geliyorlar. Görmediği halde babama diyor ki "Şu karşıdan gelen kadın ne kadar güzel!" O zaman bu türküyü yazıp besteliyor."
M. Sarmış: "Dön beri dön beri yüzün göreyim" türküsü için de internette Muzaffer Sarısözen Bakır Yurtsever'den derlemiştir diye okudum.
N. Yıldırım: Necati Aydınlı'ya onu da sordum. Dedi ki "Bakanlık'tan sordum, orada öyle kayıtlı imiş." Dedim ki "Hocam, ben bunun plağını gözlerimle gördüm." Büyük taş plak. Dayıma ait olduğu oradan da belli. Sonra o plak kayboldu. Araştırılsa başkalarında mutlaka vardır. Dayımın daha birçok bestesi var. Ben kendisine yetiştim; çok içli dışlıydık, bunları bizzat ağzından defaatle dinledim. Adam elli senedir vefat etmiş. Maalesef Türkiye'de şöyle bir şey var: O onun eserini kendine mal ediyor, diğeri bir başka eser için benimdir, diyor. Artık kim erken davranıp kayda aldırırsa…
M. Sarmış: Bu gibi şeyleri başkalarından da duydum. Maalesef oluyor. Bu arada internette, sizin bahsetmediğiniz dayınıza ait başka bir esere de denk geldim. "Bahçe bar veren de gel". Bu türkü için derleyen Ankara Devlet Konservatuvarı, kaynak kişi olarak da Hafız Osman Yanıkses ismi geçiyor.
N. Yıldırım: Tamam, işte! Biliyordum, ama demek ki geçen sefer size söylemeyi unutmuşum. 
M. Sarmış: Müzik merakınız oradan mı geliyor?
N. Yıldırım: Onun da etkisi olmuştur. Annem de zamanında ud çalarmış. Daha bekârken dayım ona öğretmiş. Dayım ud da çalarmış, "neşetkâr" da çalarmış.
M. Sarmış: "Neşetkâr"ı hiç duymamıştım.
N. Yıldırım: Telli bir çalgı. Ne uda benzer, ne cümbüşe, ayrı bir şey. Oğlu da keman çalardı. Abdullah Şenbahar; o da öldü.
M. Sarmış: Sizin "Yıldırım" soyadı nereden geliyor?
N. Yıldırım: Benim babamın babası Müslüm dedem çok dürüst, çok hassas ve her işini çok hızlı yapan bir insanmış. Bundan dolayı Soyadı Kanunu çıkınca kendisine "Yıldırım" soyadını yakıştırmışlar, o da kabul etmiş. Çok seri çalışan bir adammış. Hem de bileğine güvenen bir adam. Şu meşhur İbrahim Paşa vardır, bilirsiniz, Milli Aşiretinin reisi. Onun torunlarından birini, etle tokatlayan bir adam. Daha doğrusu torunlarının çocuklarından birini…
M. Sarmış: Nasıl yani?
N. Yıldırım: Dedemin dört hanımı var. Biri Suruç'lu. Onun ziyaretine gittiği bir sırada et almak için kasaba gitmiş. İbrahim Paşa'nın aşiretinden Suruç'ta yaşayanlar da var. Günbeği'ler filan. Demek torunlarının çocuklarından biri de o sırada oradaymış ve aynı kasaba gitmiş. Kasaba diyor ki "Şu etin bir "şakka"sını (parça) bana ver." Kasap da "Onu Müslüm Ağaya verdim, sana veremem." diyor. Adam "Müslüm Ağa bunu yiyebilir mi?" diye itiraz ediyor. Dedem de o sırada orada. Etin gövdesini "cendere"den (pres) çıkarıp adamın yüzüne çarptıktan sonra yere atıyor ve üzerine basıyor. Diyor ki "Müslüm Ağa hem yer hem de yere atar çiğner." Sonra da parasını verip oradan ayrılıyor. Köyde davarları var ama bir et için de köye her zaman gidilmez.
Dedem küçükken babama dermiş ki "Benim beş çocuğum var, ama içlerinde en akıllısı sensin." Hayatta bütün işlerini babamla konuşurmuş. Babam da babası gibi hem sert hem diktatör bir adamdı.