İKİNCİ BÖLÜM

M. Sarmış: Şimdi size gelelim. 1946'da doğduğunuzu söylemiştiniz. Hangi mahallede doğdunuz?

M. Karakaş: Bizimkiler sürekli kiracı gezdikleri için birçok ev değiştirmişler. Onun için doğduğum mahalleyi tam olarak hatırlamıyorum. Ya Rabbi, sanki anam "Karpuz Meydanı'nda doğdun." derdi. Yani Harrankapı'nın girişinde. Fakat doğumumla ilgili olarak annem sık sık hatırlattığı için unutamadığım bir şey var. Annem bana hamile iken Nebih Efendi'nin türbesini ziyarete gitmiş. Biliyorsunuz Nebih Efendi büyük bir âlim. Büyük bir evliya. Halk çok seviyor. Derdi olan, dileği olan Bediüzzaman Mezarlığı'ndaki türbesini ziyaret ediyor. En çok da hanımlar. Dua ederken küçük bir taşı da mezarın bir yerine tutuşturmaya çalışıyorlar. Taş tutarsa, dualarının kabul olacağına işaret sayılıyor. Annem abimi de yanına alarak gitmiş. O sırada dört kızı bir oğlu olduğu için muhtemel ki erkek çocuk istiyor. Abim de bir erkek kardeş istemiş. Ve duasının kabul olup olmadığını anlamak için mezara küçük bir taşı tutturmaya çalışmış. Taş tutunca da çok sevinip "Anne! Bir erkek kardeşim olacak!" diyerek bağırmış.

Adımı Mahmut koymuşlar. Az önce de dedim, amcamın adı. Amcam genç yaşta ölmüş. Ben doğmadan önce babam yine şehirde bir değirmen tutmuş. Bir arkadaşı ile nöbetleşe çalışıyor. Bir gün kendi işini bitirip nöbeti arkadaşına devretmiş ve eve gelmiş. Adam ne etmiş, ne etmemiş, değirmenin taşı fırlamış ve kendisine çarpmış. O kocaman taşın çalışırken fırladığını düşünelim… Galiba adam ölmüş. Haber amcama da ulaşmış. Filan değirmenin taşı fırlamış, değirmenci de ölmüş diye. Amcam ölenin babam olduğunu zannetmiş ve çok korkmuş. Alacağını almış yani. Arkasından hastalanmış. Kırk gün içinde de ölmüş. Geride iki yetim kız bırakarak. Babam çok üzülmüş tabii. Seneler sonra bile hatırlayıp üzülürdü. Amcamın bir fotoğrafı vardı, onu büyütüp duvara asmıştı, baktıkça ağlardı. Anam sonunda kaldırıp sakladı. Zannedersem sonra da kızlarından birine verdi. (Bunları anlatırken Mahmut Hoca bir hayli duygulandı.) Neyse işte! Daha sonra ben doğunca amcamın adını bana vermişler.

M. Sarmış: Adettir, Nebih Efendi ziyaretinden sonra doğduğunuz için, onun adını vermeleri gerekmiyor mu?

M. Karakaş: Haklısınız. Onun adını da göbek adı olarak vermişler. Ben de şiirlerimde Nebih adını kullanırım. Gerçi nüfus kaydımda yoktur. O zaman çoğu aile gibi babam da bizim cüzdanımızı çıkartmamış. Ta ki okula kaydoluncaya kadar. O zaman bütün aileyi kaydetmiş. Benim Nebih adım da o sırada unutulmuş.

M. Sarmış: Çocukluğunuz nasıl geçti?

M. Karakaş: O yıllar zor yıllar… İkinci Dünya Savaşı var. Seferberlik yılları… Kıtlık seneleri. Ekmek karneyle satılıyor. O yüzden "Karne Senesi" de denir. Kimse açıktan buğday öğütmez. Zaten herkesin eline tam buğday unu geçmez. Ya arpa unu ya arpa buğday karışık. Millet açlıktan kırılıyor. O sırada su değirmenlerinde çalışanlara değirmenci hakkı olarak her çuvaldan bir avuç un verilirmiş. Babam değirmenci olduğu için biz fazla ekmeksiz kalmamışız. Babam o avuç unlarından açlık çeken konu komşuya da verirmiş. Öyle zamanlar yani. İşte ben o zorlukların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra doğmuşum. Daha o zorlukların etkisi devam ediyor.
Bana anlatılan bir şey daha var. Urfa'nın geleneklerine göre çocuğun göbeği düşünce, büyüdüğü zaman ne olmasını istiyorlarsa oraya atılır veya gömülürdü. Benim göbeğimi de bir okulun bahçesine gömmüşler. Okusun, büyük adam olsun diye.

M. Sarmış: İsabet olmuş. Okul öncesi çocukluk döneminize dair bize anlatacağınız bir şeyler var mı? Sizi etkileyen bir olay, bir hatıra…

M. Karakaş: İki şey var. Biri, bir kır hatırası. Eskiden Karakoyun Deresi'nin kenarına kıra gidilirdi. Aşağı kısımlar değil, şu Samsat Kapı'dan yukarı kısımlar. Orada su temiz akardı, etrafı yemyeşil olurdu. Bir bahar günü pek çok aile gibi biz de gitmiştik. Büyükler yemek, çay hazırlıyor, birbirine ikram ediyor; biz çocuklar da çeşitli oyunlar oynuyoruz. Ben, yapı olarak çok çekingen olsam da diğer çocuklara uyup oyun oynamaya dalmışım. O zaman şimdiki gibi telefon, tablet yok. "Koza kırık, "elim sende", "çizgi", ip atlama, deleme çalma (topaç çevirme) gibi oyunlar… Bazıları da derenin etrafında oluşan gölcüklerde yüzmeye çalışıyordu. Herkesin keyfi yerindeydi, bilhassa biz çocukların neşesine diyecek yoktu. İkindiye doğru gökyüzünde kara bulutlar hızla toplandı.

Derken bir gök gürültüsü ve arkasında bardaktan boşanırcasına yağmur... Ortalık bir anda ana baba gününe döndü. Kabını kacağını kapan kaçışmaya başladı. Ben de çok korkmuştum. Telaş içinde sağa sola koşarken bizimkileri bulamadım. "Anne! Anne!" diye bağırıp ağlamaya başladım. Sonunda ablam beni buldu. "Dert seni tutmaya, nerelerdesin?" diye azarı bastı. Koluna yapışıp peşinden düşe kalka koşmaya başladım. Eve gittik, üstüm başım perişan. Tir tir titriyorum. Derhal elbisemi değiştirdiler, üzerime yorgan örttüler. Yine de titrememem geçmedi. Bir hafta hasta yattım.
Bir de sapan harbi maceramız oldu abimle. Sapan Harbini bilir misiniz?

M. Sarmış: Tabii. Bizim çocukluğumuzda da olurdu. Ben Kamberiyeliyim. Karakoyun Deresinin karşısına da Bedendibi denirdi eskiden. İki tarafın çocukları arasında sapan harbi olurdu zaman zaman. Fakat eskiden daha çok gençler arasında olurmuş.

M. Karakaş: Evet, evet. 15-20 yaş arası gençler en önde savaşırdı. Birçok mahalle arasında zaman zaman olurdu. Urfa'da eski bir gelenek. Bir çeşit savaş oyunu. Eğlence, ama çok tehlikeli. Atılan taşlar birine isabet etse mutlaka yaralar, kanını akıtırdı. Gözü patlayanlar bile olurmuş. Sapanlar ipekten veya yünden dokunurdu. Mahallenin efe geçinen gençleri sapanlarını bellerine bağlayıp dolaşırdı. Neyse, bir gün abim beni yanına çağırıp "Yarın sapan harbine gideceğiz." dedi. "Yalnız babama, anneme söylemek yok. Söylersen seni bir daha bir yere götürmem." Söylemedim tabii. Ancak o gece beni doğru dürüst uyku tutmadı. Hem merak ediyorum, hem korkuyorum. O sırada dört beş yaşlarında olmalıyım.

Ertesi gün harbin yapılacağı Mahmutoğlu Kulesi'nin yanına gittik. Demek ki biz sizin dediğiniz gibi Bedendibi tarafıyız, karşı taraf da Kamberiye. Onlarla harp edeceğiz.

Bir iki sözlü atışmadan sonra sapanlar havada döndürülmeye, taşlar uçuşmaya başladı. Önde gençler, arkada biz çocuklar. Bizim görevimiz büyüklerin atacakları taşları toplamak. Ben daha çok abimin yakınında duruyor, ona taş topluyorum Bir yanda da karşıdan gelen taşlardan kendimi korumaya çalışıyorum. Derken harp iyice kızıştı. Taşlar vızır vızır gidiyor, geliyor.
Bağırış, çağırış, koşturmaca… Taşın isabet ettiği kimselerden "Aman Allah!" feryatları… Heyecan zirveye çıktı. Benim de kalbim küt küt atıyor. Derken bir çığlık duydum, dönüp baktım; ağabeyim… Başı kanlar içinde. Korku içinde yanına koştum, ağlamaya başladım. "Ağlama!" diye çıkıştı. "Al bu mendili başımdan akan kanı sil, sonra da bağla." Tam o sırada düdük sesleri duyuldu. "Polisler!" diye bağıranlar oldu. Zaten sapan harbini ancak polisler durdurabilirdi. Polis gelince harp biter, kaçan kurtulur, polis yakaladıklarını karakola götürüp bir güzel döverdi.

Yoksa harp bir tarafın üstünlük sağlayıp karşı tarafı mahalle içlerine kadar kovalamasıyla ancak sona ererdi. Bu arada tabii birçok kapı pencere de kırılırdı. Neyse, biz bize dönelim. Polis gelince herkes gibi biz de kaçıp uzaklaştık. Fakat abimin başından akan kanlar boynundan aşağıya ulaşmış, gömleği kan içinde kalmıştı. "Gel şu camiye girip biraz temizleyelim." dedi. Tuzeken Camii'ne girdik. Elimizi yüzümüzü yıkadık. Abim gömleğini de çıkarıp kan izi kalmayıncaya kadar yıkadı. Biraz da gömleği kurusun diye oyalandık. Bu arada abim bu olaydan evde bahsetmeyeceğim diye beni sıkı sıkı tembihliyordu.

Eve vardığımız zaman hava biraz kararmıştı. Başındaki kırık belli olmasın diye abim başındaki sargıyı da açmıştı. Gaz lambasının loş ışığında fark edilmesi zordu. O zaman evlere henüz elektrik girmemişti. Bazı sokak başlarında elektrik direkleri olurdu. Evlerinin yakınında lamba olanlar şanslıydı. Çocuklar uygun mevsimlerde çıkıp o lambanın ışığında ders çalışırdı. Bizim evin yakınında da lamba olduğu için abimle beraber altında çok ders çalıştık… Kusura bakmayın, kafam eskiye gidince aklıma bir sürü şey geliyor, dalıp gidiyorum. O gece abim uykum var diye erkenden yatağına çekildi. Ben de suçluymuşum gibi korku içinde bekledim. Fakat sözümde durup kimseye bir şey söylemedim. Allah'a şükür ki, babamın da, diğerlerinin de bir şeyden haberi olmadı. Babam duyacak olsa abim de ben de kesin dayak yiyecektik.

Bu iki olayı hiç unutmuyorum.

M. Sarmış: O yaşta bir çocuk için ikisi de çok heyecanlı. Unutmamakta haklısınız. Bu arada şu da anlaşılıyor. O sırada oralara yakın yerlerde oturuyorsunuz.

M. Karakaş: Doğrudur. Fakat benim hatırladığım yerler daha çok Bidik Meydanı, Bıçakçı Meydanı, Yeni Mahalle, Büyük Yol filan...