Şehir eksenli çalışmalar içinde bulunmayan için, şehir konusunda konuşmak, kameraları ve mikrofonu açık görünce konuşmak için can atan siyasetçi misali bir haldir. Unutulmamalıdır, bu durum, konuşmak için konuşmayı gerekli bulan içindir.
Yıllarca şehir konulu kaynak eserleri bir araya getirme, seksen bir ilimizi ve yüz dünya şehrini tek çatı etrafında buluşturma amaçlı çalışmalarımız, otuz senesini kâmilen doldurmuştur. Kendimizi bu süre içinde her hafta sonu farklı bir şehirde, yaz mevsiminde ayları bulan sürede en az on beş ilde gezmekle, dolaşmakla avutur, dururuz, açıkçası.
Bu cumartesi şehri dolaşırken, tek başımıza olmanın verdiği serbestlik içinde, doğduğumuz ve büyüdüğümüz şehirde yabancı şekilde gördük. "Şehrinde El Olmak" adını taşıyan bir kitabımızı, çantamıza on adet alarak, her konuştuğumuz kişiye hediye etme plânını uygulamayı düşündüm, öncelikle.
Bir çay ocağında demli çayın sohbeti koyulaştırması için yaşlı bir hemşehrime konuyu açtım:
-Bu şehir için ne düşünürsünüz? Merak ettim, açıkça.
Bizi, aşağıdan yukarıya önce süzen, sonra birkaç kez ses yolunu açmak için çabalayan adam, söze başladı:
-Sen buralı değilsin, değil mi?
Başımla evetledim, bu kendisine başka soru sorma hakkını verdi:
-Gazeteci misin?
Şehir konulu yıllarca süren çalışmalarımızda birçok meslek sahibi olmuştum. Bazen gazeteci, bazen araştırmacı bazen anketçi olduğumuz durumlar olmuştur. Üniversiteden bizi akademisyen sanan oldu, kimisi başka yakıştırmalarda bulunmadı değil:
-Evet, gazeteciyim.
Doğrusu, yazdığım birçok mahallî gazete yok değildi. Bunun ispatına kalkışmam zor olmadı. Yazdığım son gazetede fotoğrafım ve köşem, "Buradayım" diyordu.
-Siz, gazeteciler, doğruyu yazmıyorsunuz?
Gazetecilerin neden doğru yazmadıklarını merak etmedim, değil:
-Ben şehir hakkında yazıyorum. Nerede bir han varsa hamam varsa köprü varsa işim bu. Bu şehrin hakkında yazılan kitaplar benim için kıymetlidir, çıkan dergiler değerlidir. Bunlardan yola çıkarak, ele aldığım konuları yerinde yaptığım araştırmalarla bütünleştirip fotoğraflayarak yazarım.
-Doğru söyle nerelisin?
Aynı şehirden olduğumuzu belirtiyoruz, testten geçiyoruz:
-Camileri say!..
Verilen emir, baş üstüne. Sayıyoruz, bir bir.
Hanları sayarken, hiçbirinin faaliyette olmadığını belirtiyoruz, Deva Hamamı yanındaki çay ocağında. Sonrasında konaklara, köşklere sıra geliyor.
Yüznumara üzerinden muhakkak, yetmişi-sekseni hak ettiğimizi sayarken, yaşlının hatıralarını dinlemeye koyulduk, araya girmeden, son sorudan sonra:
-Yeğenim, daha önce yanıma gelseydin iyi olurdu. Seni tanırdım, sana bilgi verirdim. Sen hiç kitap yazmadan önce gelecektin… Öyle değil mi?
Hak verdim, öncelikle kendisine. Hiç kitap yazmadığımı ifade ettim:
-Ben, bu konuda yeni yazıyorum. Kitabımda istediğiniz konulara yer veririm, müsterih olunuz.
"Ah!.." çekti, derinden, " Ben eski ben olacaktım, anlatırdım. Şimdi 'şehir' diye bir şey kalmadı. Biz, burada geçen çocukluğumuzu anlatırsak, kitap olur.
Çay ocağı sahibi, kaşla göz ortası yaşlının nereli olduğunu söyleyince sihir bozuldu:
-Yahu Emmi, sen Bitlis'ten gelmişsin. Buralı değilsin. Neden adamı kandırmaya çalışıyorsun?
Bitlisli Emmi, babalarının Bitlis'ten geldiğini doğruladı, şehir doğumlu olduğunun üzerine basa basa konuştu:
-Ben, burada doğdum, buralıyım. Babam, Bitlisli ise suçum mu var?
Çay parasını verip, müsaade istedim. Besbelli Yaşlı Emmi, bizi paralı biri olarak görüyor. Ne dediysem, "Keşke!.." ile başlayan cümleler kuruyordu.
Çay Ocağı Sahibine bir kitap hediye ettim, bu arada. Daha önce de çay içtiğim yerde gözüme çarpan duvara çakılı iki raflık kitaplıkta gazetelerin verdiği birkaç kitap arasında bizim de bir kitabımız olsun istedik. Bize çay parası yeminle iade edildi.
Biraz daha yürüyoruz, Mardin Kapı'ya kadar. Şehir konulu objeleri çimento-mermer tozu ve alçıyla buluşturup, değerli el işleri yapan dostuma uğradım. "Tanıdık görürüm." diyerek vitrine bakıyorum, "Gelen geçen olur da esnaftan birkaç parça alınsın" Düşüncesiyle.
Gelenlerden tanıdık çıkmadı, öncelikle. Bir öğrencim, beni görünce sevindi, yandaki çiğköftecide çalışıyormuş:
-Hocam, bir şeyler atıştırın. Bizim iş yeri sayılır.
Çocuklar, daima büyüklerin gözünde çocuktur, büyüse, evlat sahibi olsa bile:
-Peki, gelirim, oğlum!..
Saç beyazlaşınca, dökülünce, göz görmesi zayıflayıp, bedenen sırt kamburlaşınca, evde "Dede" diye kişi çağrılınca, insan kendisini genç olarak görmemeli. Şehir içi vesaite binince ayakta kalmadığımız için, gençler yerini bize verdiğinden yaşlı olmaktan duyduğumuz mutluluk, bizim tesellimiz olur.
Birkaç objeyi, alçı işini alıp çantama bıraktım, para alınmadığı için işyeri sahibine gelir için beş kitap sundum:
-Madem para almıyorsun, ben de karşılıksız almam. Eyvallah!..
Kalan dört kitabımı saydım, biri mutlaka öğrencime verilecek.
Çiğköftenin kendilerine mahsus olduğunu belirten usta, Adıyamanlı ya da Urfalı duysa muhakkak meydan dayağından geçirilecek cinsten biri:
-Aslında Hocam, bilmiyorlar bu şehrin kıymetini. Kimse bizim çiğköftemizi yapamaz. Kadayıf da bizim şehrimizden çıktı. Peynirimiz emsalsizdir, pekmezimiz gibi, pirincimiz eşsiz, ekmeğimiz nam yapmış, kaburga dolmamız, meftunemiz, ohoooo!..
"Ohoooo!.." vesaire manasında. Saya saya bitmeyecek, bizim şehre has yemekler, tatlılar, börekler, çörekler.
Birkaç siyah beyaz şehir karesi, asılı üç duvarda. Kimi yakın sayılacak zamanda çekilmiş:
-Hoca, ben bu fotoğraflardan en az bin tane biriktirdim, imanıma. Bana izin verilse bunlardan müze açarım da belediye başkanları utansın.
Şimdi beni belediye başkanları ile karşı karşıya getirecek, Usta.
Nereden aldığını soruyorum:
-Bunları internetten aldım, şu babamdan kalma, bu Rahmetli Adil Amca'dan, diğerlerini fotoğrafçı bir dostumuz sadece benim için çoğalttı.
Hey Ustam hey!.. Ben, bu şehir için on binlerce fotoğraf çektim, binlerce fotoğraflık diğer şehir çekimlerim var, arşivler hariç. Elli-altmış fotoğrafla müze açmak kolay mı?
-Benim buraya gelip bu tarihî fotoğraflar yanında resmini çekenler var, bilir misin?
Öğrendim, öğrendiğimiz açıkça Bu cumartesi okurlarıma bir şeyler kazandırmayacağım, açıkça.
Herkes şehri biliyor, benden fazla.
Çiğ Köfteci Usta, Çay Ocağı Müdavimi, Simitçi Reşo ve
Lokantacı Recep… Dahası niceleri…
Kısacası Ohoooo!..
Her hafta çıktığım şehir sokaklarında neleri kayda alacağımı düşünürdüm.
Bu hafta eski bir yapıda gözüme ilişen bir kedi ile yetinsem… Bu kedinin kale içinde dışa açılan aydınlık penceresinden atlamak üzere olurken fotoğraflandığını söylesem…
Belki hoş karşılarsınız, bu fotoğraflarla bu haftanın yazısını. Kedinin dili olsaydı, ne derdi? Merak etmiyor, değilim.
Eminim, o da yaşadığı mahalî kast ederek, şehrin kendisinden başka kimsece bilinmediğini söylerdi:
-Ohooooo!..
Gelecek hafta kalan dört kitabın hikâyesini anlatacağız, bizi hoş görün.
Bu hafta bir verimsiz yazı ile karşınıza çıktığımız için, üzgünüz!.. Hakkınızı helâl ediniz.