Eyyübiye'nin uzak bir mahallesinde dışı sıradan bir ev. İçine yazıyı okuyunca siz karar verin.

Geldiğimizi görünce pencereye üşüşen bir sürü baş.

Evin dış duvarlarına gerilen ipin üzerinde kurutulmak için asılmış onlarca çocuk kıyafeti.

Derken bize doğru koşan, çoğu yalınayak 10-15 kızlı erkekli çocuk.

Kapının girişindeki el arabası, farklı büyüklükteki ayakkabılarla tıka basa dolu.

Etrafımızda merakla dolaşan çocukların arasında bir erkek ve 5-6 kadar kadın da var. Kadınlar utangaç, uzak duruyor.
Yerde incecik kilimler ve naylon halılar.
Sefalet çok büyük.

Oturmadan önce odalara bakıp fotoğraf çekiyorum. Amacım bu içler acısı hali kayıt altına almak ama teftişe gelmişim gibi göründüğümü düşünüyorum. Hiç hoşuma gitmiyor.

Üç oda. Her biri yoksulluğun sembolü. Mutfak ve banyo çok daha kötü.
Salona geçiyoruz. Soba yanan tek oda orası. En başa buyuruyorlar. Yer minderlerine oturuyoruz.
Bizimle beraber herkes içeriye doluşuyor.
Adım atacak yer yok.
Bir dede ve nine, bir kız, üç oğul, onların eşleri, birinin iki eşi ve birkaçı lise çağında gerisi küçük, iki tanesi iki ayrı beşikte uyuyan onlarca çocuk. Toplam 45 kişi.
Bu kadar insan tek bir evde nasıl yaşar?
Nasıl yer, içer?
Tek tuvalet ihtiyacı nasıl karşılar.
Nasıl uyunur?
Nasıl banyo yapılır?
Mahremiyet nasıl sağlanır?
Bu kadar kalabalık, gürültü ve şamataya nasıl dayanılır?
İnsan hiç yalnız kalıp kafasını dinlemek istemez mi?
Havsalam bir türlü almıyor.
Herkesin gözü üstümüzde...
Merak ve beklenti ağır basıyor.

Fakat bu hal ve bu bakışlar onun dışında da çok şeyler söylüyor bana. Savaş, zulüm, yoksulluk, kahır, utanç, isyan ve daha fazlası...

Kardeşlerden biri 10 yıl kadar önce gelmiş. Onların geçici kimlikleri var. Kızılay kartları var.
Onun eşi ve çocukları çat pat Türkçe konuşabiliyor. Çocukları okula gidiyor.
Diğerleri yakın zamanda gelmiş. Kimlik de, kart da, Türkçe de yok.

Sobanın arkasında genç bir kız. Sapsarı... Sağ dizinin altında kocaman bir tümör var, kanser.

Şam'da başlayan kemoterapiye burada devam etmek istemişler. Fakat doktorlar bacağın kesilmesi gerektiğini söyleyince vazgeçmişler. Kızcağız sakat kalmasın diye... Tümörün bütün vücuda yayılma ve ölüm riski var. Öylesine bekliyorlar.
(İlk gidişimizde konuşulan, ikinci gidişimizde peşine düştükleri, ucu Şırnak'a uzanan, tilki postunun külü ve bal karışımından oluşan bir macunun iki ay boyunca her gün yaraya sürülmesine dair bir tedaviye umut bağladılar. Aklım almıyor, ama anlıyorum. Denize düşen yılana sarılır, biliyorum.)

Fakat ailenin derdi bundan daha büyük.
Başlarında detaylarına girmek istemediğim bir kan davası var. Korktukları için dışarı çıkamıyorlar.
Suriye'den buraya, bu sefalete geliş hikayelerini dinlemek istiyorum. Güvenlik gerekçesiyle konuşmak istemiyor, geçiştiriyorlar.

Bu arada çay getirdiler. Suriyelilerin çayını duymuştum. Şekerle beraber demliyorlar. Şerbet renkli sarı bir su. Ağzı geniş bardaklar çocukluğumu hatırlattı. O zaman da "Suriye bardağı" denirdi. Uzun yıllardır çayı şekersiz içiyorum. Biraz merak ettiğim için, ama esas ayıp olmasın diye içeyim dedim. Çok aşırı şekerli. Bir hayli zorlandım.

Fakat esas zorlandığım bu insanların içinde bulunduğu hal.
Çok abartılı bir film gibi.
Gerçek olamayacak kadar acı.
Şaşkınım.
İçim dolu dolu.
Fakat direniyorum.
Ayıp olmasın.
En acilinden bir ihtiyaç listesi hazırlayıp çıktık.

Hızlı bir şekilde halı, battaniye, minder, soba, odun, gıda, deterjan vb aldık.

Dönünce bütün aile başımıza üşüştü.
Çok sevindiler. Kadınlar, çocuklar içeriye taşımaya başladılar.

Dua ediyorlar. Minnetlerini bildiriyorlar.
Hiçbiri umurumda değil.
Çok mahcubum.

Biraz, paralarını yerli yerince harcadığımızı hayır sahiplerine ispat etmek, biraz da buradan paylaşmak için fotoğraf çekiyoruz ama bunun doğru olduğundan emin değilim. Utana sıkıla yapıyorum.

Daha fazla uzatmayayım.

Duygularımı ve düşüncelerimi ifade etmekten acizim. Ya da kelimeler kifayetsiz.
Sadece çok üzgün ve mahzun olduğumu söyleyeyim.

Buradaki hayat gerçek olamayacak kadar saçma!
Yaşamaktan başka bir şey!