İKİNCİ BÖLÜM
M. Sarmış: Babanızın ilim yanında, tasavvufi bir yönü de var. Biraz da o süreçten söz eder misiniz? Şeyhi kimdir, intisabı nasıl gerçekleşmiştir?
M. Yazıcı: Bizim bölgemizdeki hemen hemen bütün Nakşi şeyhlerin silsilesi Bitlis Norşin'deki 'Hazret' diye meşhur Şeyh Mehemed Ziyaüddin'e dayanır. Babamın şeyhi Seydayı Şeyh İsmetullah, Şeyh Yahya'nın, o babası Şeyh Abdurrahman'ın, o da Hazret'in halifesidir. Onun silsilesi de Halid-i Bağdadî'ye ulaşır.
Babam sılayı rahmine çok düşkündü. Daha evlenmeden önceki bir zamanda Diyarbakır Karaz'da, (şimdiki adı Kocaköy) ikamet eden teyzesini ziyarete gidiyor. Şeyh İsmetullah Efendi, babamın teyzesinin oğulluğudur. Babam oraya gittiği zaman, o sırada yeni halife olan Şeyh İsmetullah Efendi'den etkilenmiş ve orada intisap etmiştir. Dedem Molla Zahid Efendi biraz sert bir adamdı. Niçin bizim bağlı olduğumuz Şeyh Muhammed Selim Efendiye değil de başka birine intisap ettin diye babama biraz kızmış. Fakat babamın gönlü oraya oturduğu için vazgeçmemiş.
Babamın tek oğlu olduğum için babam beni gittiği her yere götürmüştür. Gittiği yerler de hep şeyhler, alimler, hacılar, hocalar olurdu. Bunların büyük bir kısmı da medrese arkadaşı idi. Sadece Urfa'da değil, Diyarbakır, Bitlis, Muş, hatta Van'a kadar. O sayede ben de bölgedeki şeyhlerin, alimlerin çoğunu tanıdım. Babam da oralarda çok tanınır ve çok sevilirdi. Hiç yaşamadığı Kozluk'ta bile. Mesela oralara gidip 'Ben Molla Derviş'in oğluyum.' dediğim zaman hemen tanıyor ve çok yakınlık gösteriyorlar. Tabii onlar da zaman zaman babamı ziyarete geliyorlardı.
Babam Şeyh İsmetullah'ı çok severdi, çok hürmet ederdi. Bu yüzden Karaz'a sık sık giderdi. O da babamı severdi. Urfa'ya geldiğinde evimizde kalırdı.
M. Sarmış: Araya girerek sorayım. 'Derviş' esas adı mıdır, yoksa tasavvufa meylinden dolayı mı bu adla anılır olmuştur?
M. Yazıcı: Kulağına okunan ve nüfus cüzdanına yazılan adıdır, 'Derviş Muhammed'. Nakşi silsilesinde 'Muhammed Zahid, Derviş Muhammed, Muhammed Baki' diye geçer. Yani benim de göbek adım 'Bakî'dir. Babam öyle koymuş.
M. Sarmış: Babanız 1962'de vaiz olarak Urfa'ya geliyor. O zamanlar mikrofon yok, dolayısıyla merkezi sistem vaaz vermek de yok. Hangi camilerde, nasıl bir program dahilinde vaaz ederdi?
M. Yazıcı: Ben çocukluğumdan beri hatırlarım; haftada üç gün vaaz ederdi. Cuma, pazar, bir de hafta içi bazen salı, bazen çarşamba veya perşembe, değişirdi. Uzun yıllar cuma günleri Ulu Cami'de, namazdan önce vaaz ederdi. Pazar günü ikindi namazından sonra Hasan Paşa'daydı. Bazen Damat Süleyman Paşa'da vaaz ettiğini biliyorum. Bazı günler de yeni açılan bir camide vaaz ederdi. Bir ara Döşeme Camiinde de vaaz ettiğini biliyorum.
Bir de Müftü Halil Gönenç'le beraber haftada iki gün köylere çıkardılar. Sanırım 1970'lerin başında müftülüğe 'Anadol' marka bir otomobil aldılar. Ama onu kullanacak kimse yok. O dönemde Hacı Rami Görgün amcamız vardı. Aslında ağaydı. O sıralar ağalığı bırakmış, gurur, nefis yapmayıp Allah rızası için Halil Gönenç Hocama ve babama şoförlük ederdi. Fakat arabayı şehir içinde hiç kullanmaz, sadece köye giderken kullanırlardı. Haftada iki gün Hacı Rami Görgün onları alır, her birini birer köye, orada işleri bitince de başka iki köye götürürdü. Bir prensip kararı almıştılar; yemeklerini burada kumanya yapıp yanlarında götürür, gittikleri yerde yemek yemezlerdi. Gitmeden önce köylüye haber gönderir, varsa camide, yoksa muhtarın odasında köylüyü toplayıp vaaz ederlerdi. O zamanlar köylerde bu kadar cami yoktu. Camisi olmayan köylerde cami yapılmasına ilişkin vaaz ediyorlardı. Cami yapmanın ehemmiyetini, sevabını anlatıyorlardı. Camisi olan köylerde de namaz kılmanın ve cemaate devam etmenin önemini anlatıyorlardı. Birinci köylerde işleri bitince Hacı Rami Amca bizi alıp başka iki köye götürürken yolda, uygun bir yerde durup kumanyalarımızı yerdik.
M. Sarmış: Siz de giderdiniz yani?
M. Yazıcı: Evet, babam beni her yere götürürdü. Burada babamla ilgili bir hatıramı anlatmak isterim. Bir keresinde, o gölün olduğu 'Edene' Köyüne gitmiştik. Orada yeni bir cami yapmışlardı. Babam orada namazın öneminden bahsederken Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin Mesnevi-yi Şerif'inde geçen bir hikayesini anlatmıştı. Siz, bir köpeğe, 'Ya sen ta seher vaktine kadar ayaktasın, koca sürüyü koruyorsun, kurtlarla kapışacak kadar güçlüsün. Ne bu çobanın peşine düşmüşsün? Adam seni sürekli azarlıyor. Git rahatına bak, acıkınca avlanır yersin.' deseniz. Köpek size der ki, 'O, her öğün yemek yediği zaman, bana da lokmalar atıyor, ben onun ekmeği ile beslenmişim, ihanet edemem'. Siz merkebe 'Ya bu adam her gün sırtına şu kadar yük bindiriyor, canın çıkıyor. Bir çifte vur, bırak git.' deseniz. Merkep size der ki, 'O, her gün bana arpa veriyor, besliyor. Ben ona ihanet edemem'. Yine siz öküze 'Sen çok güçlüsün, bu çoban sana yeri yardırıyor, çok yoruyor. Niçin ona bu kadar itaat ediyorsun ki, etme.' Öküz de der ki, 'O her akşam benim önüme bir sepet saman koyuyor, karnımı doyuruyor, olmaz, ben ona ihanet edemem.' Şimdi dönün kendinize. Allah size, çobanın köpeğe verdiği bir parça ekmek, merkebe verdiği bir avuç arpa, öküze verdiği bir sepet saman da mı vermiyor ki ona itaat etmiyorsunuz, namaz kılmıyorsunuz?' Hiç unutmuyorum, o sırada cemaatten bir adam ayağa kalktı ve bağırarak dedi ki; 'Nasıl vermemiş? Valla bir sepet isot da vermiş!' (Güldü, güldük.)Urfalı ne de olsa. Babam o günden sonra bu olaydan sık sık söz ederdi.
M. Sarmış: Babanız cezaevine de vaaz vermeye gidermiş. Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz'ın bir yazısında okumuştum. Bir cezaevi müdürünün kendisine karşı yapmış olduğu çirkin bir oyun var. Onu bir de sizden dinlemek isterim.
M. Yazıcı: O zaman Adalet Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında bir protokol yapılmış. Buna göre mahkûmlara düzenli olarak vaaz veriliyor. Urfa'da babam giderdi. Çok uzun yıllar haftada bir gün, sanıyorum perşembe günleri giderdi. Her yere olduğu gibi beni de zaman zaman götürürdü. Hatırlıyorum, cezaevinin bir mescidi vardı. Mahkûmlar oraya toplanır, babam da konuşurdu. Bahsettiğiniz olayı, vefatından bir ay kadar önce Hacı Ali Uluyardımcı'ya verdiği röportaj sırasında anlatmıştı ya da ben o zaman duymuştum.
M. Sarmış: O röportaj bir yerde yayınlandı mı?
M. Yazıcı: Yok, sanıyorum yayınlanmadı. Bende vardı, kardeşime verdim, o da kaybetti maalesef. Babam, o röportajda 'Ben iki kişiye hakkımı helal etmiyorum.' demişti.
M. Sarmış: Biri o cezaevi müdürü; diğeri kim?
M. Yazıcı: İbrahim Halil Çelik, belediye başkanı olduktan bir iki yıl sonra idi. Babam seçimlerde onu desteklediği için, birisi sırf babam ta'n etmek için kapımıza gelmiş. 'Duydum ki sen otobüs hattını satıyorsun; ben onu almaya geldim.' demiş. Babam 'Hangi otobüs hattı?' deyince de, 'Halil Çelik sana vermiş ya, onu.' demiş. Açıkça iftira ediyor yani. Babamın böyle dünyalık hiçbir arzusu yoktu. Arkasından konuşanlar çok oluyordu da, bunun böyle yüzüne karşı konuşması çok zoruna gitmiş. Onun için adamı affetmiyorum, demişti. Adını söylemedi, ama biz kim olduğunu tahmin ediyoruz.
M. Sarmış: Peki, cezaevi müdürüne gelelim. O olay, 60 İhtilalinden sonra mıydı?
M. Yazıcı: Hayır, 70'li yıllarda. Cezaevinin müdürü değişmiş. Babam her zaman olduğu gibi cezaevine gitmiş. Yeni müdürle görüşmüş. Bekliyor ki önceden olduğu gibi mahkûmlar mescide toplansın. Ama yeni müdür 'Elbette hocam' diyor, 'Yalnız mahkûmları mescide toplamaya korkuyoruz. Malum disiplin olayları çıkıyor, güvenlik sıkıntıya giriyor. Bundan sonra şöyle yapalım: Bütün koğuşlarda hoparlör var, merkezi sistemimiz de kurulu. Siz mikrofondan vaaz edin, hepsi koğuşlarında dinlesin. Böyle daha rahat olur.' Babam da tamam diyor. Ve 3-4 yıl bu şekilde mikrofonla vaaz ediyor. Daha sonra müdür yine değişiyor. Babam vaaz için gidince, yeni müdür 'Tamam hocam, buyurun beraber gidelim.' diyor. Babam mikrofondan söz edip, 'Önceki müdür böyle yapmamı istiyordu.' deyince, müdür, 'Hocam, bizim öyle bir sistemimiz yok.' diyor. Meğer, adam, mahkumlara vaaz edilmesin diye, babamın önüne boş bir mikrofon koymuş. Babam da 3-4 yıl boyunca o mikrofonun başında kendi kendine konuşmuş. O da çok zoruna gitmişti. Bu yüzden onu da affetmeyeceğim demişti.
M. Sarmış: Vay be! Adamın adını biliyor musunuz?
M. Yazıcı: Yok, bilmiyoruz. Babam biliyor muydu, bilmiyorum. Bize söylemedi.