Yine kırgın bir zamanın içinden, damarlarından ve de tam kalbinden geçiyoruz. Ülke olarak karanlık sayfalara sokmak istiyorlar bizi. Bir el, kara, kapkara bir el her şeyi kurcalayıp, karıştırıyor sanki. Bizleri nefessiz, bizleri bakışsız, bizleri sessiz sedasız bırakmak ister gibi. Nasıl bir hal, nasıl bir ıstırap içinde bırakıyorlar bizi, konuşmak bile yersiz. Bizler nasıl zor ve içinden çıkılamaz bir durumun içindeyiz, anlamak kabil değil.

İnsani bir amaç için yurdun çeşitli yerlerinden kitapla, oyuncakla gelen gencecik insanlar adeta bir kıyımdan geçiriliyor. Düşüncesi, fikri, zikri, yaşantısı ne olursa olsun; dini, inancı, siyasi görüşü ne olursa olsun hangi güç, hangi kuvvet insanların davranışlarını yargılama gücüne sahip Allah aşkına. Ne hakla başkalarının niyetlerini hesaba çekiyoruz. Bu karşıtlık, bu ötekileştirme, bu ayrıştırma da nedir şimdi.

Aynı gemide olduğumuzu daha ne zaman idrak edeceğiz. Kardeş olduğumuzu, kitabımızın, kıblemizin, peygamberimizin aynı olduğunu daha ne zaman hatırlayacağız. Aynı göğün altında yaşadığımızı, aynı güneşe uyandığımızı, aynı geceye daldığımızı daha ne zaman kabul edeceğiz.

Toplum olarak derin bir sağduyunun etrafında yaşamayı öğrenmeliyiz artık. Hepimize, her birimize büyük yükler, büyük görevler düşüyor, kabul edelim. Bakkalımızdan şoförümüze, imamımızdan öğretmenimize, sendikamızdan derneğimize, muhalefetimizden hükümetimize hepimize, her birimize önemli görevler düşüyor. Feraseti, insafı, vicdanı elden bırakmayalım Allah aşkına. Ettiğimiz tek bir söz bile ateşi dindirebilme gücünde olabilir. Bu bilinçle düşünmeli, bu bilinçle konuşmalı, bu bilinçle sükût etmeliyiz. Kini, nefreti, öfkeyi bir kenara bırakıp sevginin, hoşgörünün elinden tutmayı denemeliyiz bıkmadan ve usanmadan.

Birbirimizi dinleyelim artık. Birbirimizi anlayalım, anlamaya çalışalım. Önyargılarımızla yaşamayı bir kenara bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Kendimizi, toplumumuzu değiştirmediğimiz sürece başkalarının oyuncağı, kuklası olmaktan kurtulamayacağız herhalde. İslam ülkelerinin hazin ve acınası durumu gün gibi ortada işte.Dünya ölçeğinde İslam'ı, Müslümanı bir vahşetin, bir katliamın parçası olarak göstermeyi çok iyi başardılar. Bizler de maalesef bu ferasetsizliğimiz yüzünden çok kolay bir şekilde oyuna geldik. Bir insanı öldürmek bir alemi öldürmektir düsturundan alabildiğine uzaklaştık.

Yazar Fatma Barbarosoğlu birkaç gün önce güzel bir hikayeyi köşesine taşımıştı, aynen aktarıyorum:

'Bedevi bir gün çölde seyahat ederken uzaktan çaresizlik içinde kendine el sallayan bir adam görmüş. Ve hemen devesini ona doğru sürmüş. Zavallı adam uzun günler aç ve susuz kalmanın sonucu bitap düşmüş bir halde gelen bedeviye seslenmiş: 'Lütfen biraz su.' Bedevi devesinden inip suyu hazırlarken adam kendinden beklenmeyen bir çeviklikle bedevinin devesine atlamış ve hızla uzaklaşmış. Bedevi durumu fark eder etmez dönmüş ve tüm gücüyle arkasından koşmaya başlamış. Sesini duyurabileceği bir mesafeye erişince bağırmış: 'Tamam devemi aldın. Beni bu çölde bir başıma bıraktın. Varsın olsun. Ama senden rica ediyorum bu olayı yaşadığın müddetçe kimseye anlatma!'

Devesini hatta canını değil de olayın başkalarına anlatılmamasını önemseyen bedevinin bu sözlerini duyan adam birden durmuş, geri dönmüş ve sormuş: 'Niçin bu olayın başkalarına anlatılmamasını bu kadar şiddetle istiyorsun, hikmeti nedir?' Bedevi 'İnsanlar bu olayı duyarlarsa bir daha çölde aç ve susuz kalmış hiç bir insana yardım eli uzatmazlar da ondan' diye cevap vermiş.'

Herkes kendince bu hikayeden bir hisse almalı galiba. Neyiz şimdi biz, neyle meşgulüz, yaptığımız küçük/büyük bir yanlış, bir hata nelere mal olabilecek kuvvettedir, onu düşünmeliyiz artık. Düşünmeliyiz, çünkü yarın çok geç olabilir…