BEŞİNCİ BÖLÜM

Önümüzdeki kapı Tunç/Bronz Çağı dediğimiz döneme açılıyor. MÖ 3100-1200 yıllarını kapsıyor. Urfa'nın da kuzeyinde bulunduğu 'Bereketli Hilal' bölgesinde MÖ 3. Binyıldan itibaren şehir devletleri kurulmuş. Anadolu yaylalarında tarımla uğraşan topluluklar küçük krallıklara dönüşmeye başlamış. 2. binyıl başından itibaren gelişen bölgesel krallıklar, binyılın ortalarında imparatorluklara dönüşmüş.

Tunç Çağı, arkeolojik kalıntılar ve tarihi belgelere göre üç ana döneme ayrılmıştır:

İlk Tunç Çağı (MO 3100-2000) Erken Sümer Krallıkları, Akkad İmparatorluğu

Orta Tunç Çağı (MÖ 2000-1550) Eski Asur ve Erken Mitanni Krallıkları

Son Tunç Çağı (MÖ 1550-1100) Hurri-Mitanni ve Orta Asur Krallıkları

Gelişim devam ediyor. Yoğun nüfus barındıran şehirlerde halkın büyük çoğunluğu hala tarımla uğraşmaktadır. Ancak tarım dışı işlerde de uzmanlaşanlar ortaya çıkmıştır. Tekerlek keşfedilmiş, yazı, takvim ve matematik ilerlemiştir. Uzmanlaşma gerektiren üretimlerin ve örgütlenmiş ticaret ağlarının geliştiği bu süreçte madencilik, kuyumculuk, çömlekçilik, dokumacılık gibi yeni meslek gruplarının yanı sıra tüccarlar, askerler ve rahipler gibi farklı sosyal sınıflar da ortaya çıkmıştır. Alet ve silah yapımında bakır ve tuncun kullanılması ve her yerde bunların bulunmaması dolayısıyla hammadde ihtiyacı bakımından dışa bağımlılık başlamıştır. 'Neolitik Devrim'den sonra uygarlık tarihinin ikinci önemli dönüm noktası olduğu için bu süreç 'Kentsel Devrim' olarak da adlandırılır.

İlk Tunç Çağı'nda kent toplumlarında tanrısal gücün yeryüzündeki temsilcisi olarak görülen kral, halktan belli bir miktarda ürünü vergi olarak alırdı. Bu durum Orta Tunç Çağı'nda değişmeye başlamış, Son Tunç Çağı'nda ise ekonomik güç tapınaktan saraya geçmiştir. Krallıklar imparatorluklara dönüştükçe yöneticilere ve askerlere de hayatlarını sürdürecek mallar tahsis edilmiştir.

Kentlerde anıtsal kamu yapıları arasında saraylar, tapınaklar ve onları çevreleyen depolar ile atölyeler ve rahip odaları yer almaktadır. Bunlardan yalnızca depolar, atölyeler ve rahip odaları, ürünlerin toplanıp dağıtıldığı merkezi yönetim mekanlarına dönüşmüştür. Ekonomik kaynaklar rahipler, sivil ve askeri yöneticiler ile memurlardan oluşan yöneticiler tarafından işletilmiştir.

Bu çağda gerçekleşen belirli olayların kil tabletler üzerine kayıt edilmesi, resmi kayıtların tutulması ve tapınak gelirlerinin toplanması için, Mezopotamya'da Erken Sümer Döneminde çivi yazısı geliştirilmiştir. Hece sistemi esasına dayalı bu yazı, Akkad, Assur, Hitit ve Hurri dillerine uyarlanarak kullanılmıştır.

Urfa sınırları içinde bu döneme ait önemli yerleşim yerleri tespit edilmiştir. Bozova'da Lidar Höyük, Kurban Höyük, Titriş Höyük; Birecik'te Akarçay Höyük, Gre Virike, Mezraa Höyük, Harabebezikan, Surtepe, Şavi Höyük, Tilbeş Höyük, Tunç Çağı'nın önemli yerleşim merkezlerindendir.

Bunların bazıları sonraki çağlarda da yerleşim yeri olarak varlığını sürdürmüştür. Mesela Bozova Lidar Höyük, Demir Çağında kırsal bir karaktere dönüşürken Persler zamanında bir şehir haline gelir ve varlığını Roma dönemine kadar sürdürür. Birecik Mezraa Höyük'te Pers izlerine rastlandığı gibi çok sonraları Ortaçağ'da kurulan Eyyubilere ait bulgular da ele geçirilmiştir. İlk Kalkolitik'ten Ortaçağ'a kadar kesintisiz iskan gören Bozova Kurban Höyük'te ise toplam sekiz kültür tabakası tespit edilmiş olup en son Abbasiler döneminde iskan edilmiştir.

Şehirlerin oluşumu, farklı insan gruplarının bir arada yaşamaya başlaması birçok değişimi ve gelişimi beraberinde getirmiş. Her ne kadar çok yavaş bir seyir izlese de, o değişimi yaşayanlar için çok heyecanlı olmalı. Aklıma köylerden şehirlere, küçük şehirlerden büyük şehirlere göç eden bugünün insanları geliyor. O Yeşilçam filmlerinde gördüğümüz şehre tutunma ve uyum sağlama süreçleri; bunun beraberinde getirdiği heyecan ve travmalar… Göç bugün bu kadar etkilerken kim bilir o dönemlerde nasıl etkilemiştir. Düşündükçe içimdeki görme, bilme arzusu alevleniyor.

Mutlaka küçük gruplar arasında da düşmanlık vardı ve aralarında ölüme kadar varan kavgalar oluyordu. Ancak şehirlerle ve artan zenginlikle beraber rekabetin, düşmanlığın ve kavganın boyutları da büyümüş oluyor. Kavga değil, artık savaş söz konusu. Bir yanda büyüyen kalabalıkla beraber başlayan asayişi sağlamak, bir yanda dış düşmanlara karşı şehri korumak ihtiyacı, yöneticilerin ve onların emrindeki askerlerin önemi arttırıyor. Kitleler güvenlik endişesi ile kazançlarının bir kısmını vergi olarak vermeye razı oldukları gibi bir kısım özgürlüklerinden de vazgeçiyorlar. Bedenen güçlü, sayıca fazla ve kendi içinde organize olanlar ve tabii cesur olup riski göze alanlar öne çıkıyor, yönetimi ele geçiriyor, tadını tadınca da ne yapıp edip bir daha bırakmak istemiyorlar. Yönetme arzusu o günden bugüne artarak devam etmiş. Yönetenlerin hırsı ile yönetilenlerin adalet arzusu arasındaki denge, hep birincilerin lehine gelişmiş. Gelsin lüks-israf, ihtiyaç kılıfına büründürülmüş nefs tatmini uygulamalar, gelsin saltanat, gelsin zulüm… Ancak binlerce yıl sonra, nice tekil kahramanlıklardan, nice kanlı ayaklanmalardan, nice ağır bedeller ödendikten sonra ve kitleler bilinçlendiği/medenileştiği ölçüde adalete yaklaşılmış, günümüze geldikçe bir miktar mesafe alınmış. Fakat hala çok çok uzağındayız. Bilimde ve teknolojideki muazzam gelişmeye rağmen adil yönetim konusunda modern insan ilkel insandan çok da farklı değil. Milyarlarca insanın içinde o vahşet duygusu hala çok baskın. Televizyonda vahşi hayvanların belgesellerini izlediğim zaman, her seferinde insanlar geliyor aklıma ve kendi kendime sık sık 'bazı insanlar evrimini hala tamamlayamamış' diyorum, üzülüyorum ve çaresizlik içinde kalakalıyorum.

Dolaşırken hayatın ayrılmaz bir parçası olan ölü gömme ve mezar manzaraları da çıktı karşıma. Yine ölümü düşündüm. O an aklıma bir şey geldi. 'Ben o insanların soyundan geliyorum.' Urfalıların yaptığı benzetme ile 'pirçikli gibi topraktan çıkmadığıma göre' her insan gibi benim soyum da bir erkek ve bir kadından devam ediyor. Eskiye doğru gittikçe evlilik yaşı daha erken, buna karşılık ortalama insan ömrü daha kısa olduğu halde ben bugünkü ölçülere uyarak 27 yaşını esas alacak olursam, Göbeklitepe'nin bulunduğu 12 000 yıla 445 kuşakta ulaşıyorum. 445 Dede ve nine… Tek bir babayı ve anneyi, yani Hz. Âdem ve Havva'yı esas alırsak kim bilir daha kaç ilave etmek gerekir? Acaba dünyanın neresinden geldiler, nerede buluştular, karışıp kaynaştılar? Hangi etnik kökenlerden, dillerden, hangi dinlerden, hangi mesleklerden, hangi tiplerden? Nasıl bir hayatları oldu? Başlarından neler geçti? Çok heyecan verici bir hikaye… Muazzam bir şey! İşin çok ilginç ve heyecan verici bir yanı da geriye doğru gittikçe, şu an dünyada yaşayan insanlarla soyumuz birleşmesi. Nihayetinde ister evrim, ister yaratılış olsun, milyarlarca insanla beraber bir noktada buluşuyoruz. Herkesle akrabayız yani. Kim ne derse desin, bu düşünce ve bunun kazandırdığı duygu hoşuma gidiyor.

Fakat akrabalarımın sürekli birbirleriyle didişmesinden, kavga etmesinden, savaşmasından da çok rahatsız oluyorum. Aklıma Âdem'in oğulları Habil ve Kabil'in şahsında sembolleşen kardeş kavgası geliyor. Aradan binlerce yıl geçmiş, değişen bir şey yok. Rekabet, kıskançlık, arazi, kadın, şu, bu sebeplerle kardeşler birbirini öldürmeye devam ediyor. Şu kadim şehirde gün olmuyor ki bu tür kavgaları duymayalım. Gerçi Urfa'ya çok da haksızlık etmeyelim; dünyada bitmiş mi ki? İşte dünyanın görece en gelişmiş kıtası olan Avrupa'da Rusya-Ukrayna Savaşı bütün dehşeti ile devam ediyor. Urfa'daki daha ilkel, onlardaki daha modern bir şekilde…

Bir şey daha geldi aklıma… Bu zamana kadar dünyada yaşayan milyarlarca insan yine dünyada öldü ve cesetleri bir şekilde dünyanın toprağına, suyuna karıştı. Bizler de o topraktan ve sudan beslenmeye devam ediyoruz. Geriye doğru yüzlerce kuşak devam eden atalarımızla besleniyoruz yani. Bu düşünce içimi burktu. Çok zaman olduğu gibi yine 'İnsan ne acayip bir mahlûk! Hayat ne kadar garip!' dedim.

Müzenin bir duvarında o devirlere ait bir ev ve içinde bir ailenin resmi var. Küçük çocuklar oyun oynuyorlar. Yüzlerine dikkatli bir şekilde bakıp çocukların masumiyetini düşündüm. Tertemiz doğuyorlar dünyaya, hiçbir şeyden haberleri yok. Fakat ne yazık ki büyüdükçe büyüklerine benziyorlar. O masum yüzlerin bir kısmı korkunç şekillere bürünüyor. Bugün de o süreç aralıksız devam ediyor. Ve ben doğan her çocuk haberi ile beraber sevinç ve hüznü birlikte yaşıyorum.

Bu dönemde Urfa ve çevresi artık siyasi tarihin konusu olmaya başlamıştır. Bundan böyle bölgede kurulan devletler arasında sürekli el değiştirecektir. Kesin olmamakla beraber sırasıyla Ebla, Akkad, Sümer Ur, Eski Babil, Hurri, Mitanni, Hitit, Arami, Asur, Urartu, yeniden Asur, Yeni Babil, Med, Pers hakimiyetleri...

Tarihin en çok merak ettiği dönemlerinden biri bu dönem. Bu saydığım devletlerin her biri eskiden beri merakımı celbeder. Hele Sümerler, Babiller ve Asurlar… Adını bildiğimiz peygamberlerin çoğu Mezopotamya'da kurulan bu devletlerle bir şekilde ilişkilidir. Günümüz medeniyetinin birçok unsurunun kaynağı da orasıdır, o devletlerdir, o topluluklardır.

Bir sonraki kapı MÖ 1200-330 arasını kapsayan 'Demir Çağı'na açılıyor.

Başlangıç evresinde, Anadolu'daki devletlerin merkezi otoritesi ortadan kalkmış ve o otoriteye bağlı olarak kurulan sistem çökmüştür. Uzmanlığa bağlı iş kollarını yürütemeyen kesimler küçük gruplar halinde dağılmaya, şehirler boşalmaya, kırsal nüfus artmaya başlamıştır. İklim değişikliği dolayıyla kitleler, daha ılıman alanlara göç etmiş, bu da Kuzey Mezopotamya ve yakın çevresinde etnik çeşitliliği arttırmıştır.

Bu süreçte MÖ 9. yüzyılda Anadolu'da Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Frig Krallığı kurulmuştur. Doğu Anadolu'daki göçer gruplar da birleşerek Urartu Krallığı'nı kurmuştur. Hititler varlığını, Güneydoğu Anadolu'da kurulan Geç Hitit krallıklarında sürdürmüşler, bölgeye güneyden göç eden Aramî kabilelerinin kurduğu krallıklarla aynı coğrafyayı paylaşmışlardır. Bu çağda demir işleme teknolojisinin gelişmesine bağlı olarak daha etkili silah ve aletler üretilmiş, daha etkili savunma ve daha fazla ganimete erişmek için yeni savaş taktikleri geliştirilmiştir.

MÖ 9. yüzyıldan itibaren Kuzey Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu, Yeni Asur kralları tarafından fethedilmiş, kurulan yeni yerleşim birimlerine başka bölgelerden zorunlu göç ettirilen gruplar yerleştirilmiştir. Böylece farklı etnik gruplar birbirleriyle karıştırılarak imparatorluğun egemenliğine karşı oluşabilecek direnişler engellenmiş ve fethedilen tarım alanlarının işlenmesi için kurulan tahsisli çiftlikler için işgücü sağlanmıştır.

MÖ 7. yüzyıldan itibaren yazı, saray merkezli okulların dışına taşınarak yaygınlaşmış, kurak step bölgelerinde develerden oluşturulan kervanların kullanılmaya başlamasıyla, ticaret yolları çeşitlenmiş ve daha uzun mesafelere ulaşılmıştır. MÖ 6. yüzyılda Lidya'da ilk paranın basılmasıyla, ticaret ve ekonomik sistemin ölçüleri de değişmeye başlamıştır. Bu gelişmelere paralel olarak artan nüfusu ve toplumun seçkin kesiminin zenginleştiği sistemin kalıcılığını sağlamak için oluşturulan orduyu beslemek amacıyla tarım alanları genişletilmiştir. Eğimli arazilerde teraslama, düz arazilerde su kanalları sisteminin geliştirilmesinin yanı sıra, yerleşim yerlerinin su ihtiyacını sağlamak için kuyular açılmıştır.

Orta Fırat Havzası ve çevresi MÖ 8. ve 7. yüzyıllarda tümüyle Yeni Asur İmparatorluğu'nun eyaletlerine dönüşmüştür. MÖ 612-550 yıllarında Anadolu, Med İmparatorluğu'nun; 'Bereketli Hilal' bölgesi de Geç Babil İmparatorluğunun yönetimine girmiş, MÖ 550-330 yıllarında ise Pers İmparatorluğuna bağlanmıştır.

Bu döneme ait Urfa'daki en önemli yerleşim yeri güneyde il merkezine 16 km mesafedeki 'Sultantepe'dir. 'Eyyübiye'de Yürüyüş'üm sırasında uzaktan görmüş ve kısaca bahsetmiştim. Yeni Asur İmparatorluğunun Anadolu'daki en büyük ve içerdiği yazılı kaynaklar açısından en önemli yerleşmelerinden biri olarak kabul edilmektedir. 1951-1952 yıllarında yapılan kazılar sonucunda, hiçbiri pişirilmemiş yaklaşık 600 adet kil tablet ortaya çıkarılmıştır. Sondaj yoluyla tespit edilen mimari kalıntıların bir sarayı veya tapınağı işaret ettiği, tabletlerin de Asurluların Ay Tanrısı Sin'e atfedilen tapınağın kütüphanesine veya başka bir görüşe göre tapınak katiplerinin okuluna ait olduğu tahmin edilmektedir. Anadolu'da hala bu kadar çok Yeni Asurca tablet bulunan başka bir höyüğün olmaması, Sultantepe'yi farklı ve ayrıcalıklı kılmaktadır.

Asurca, Akkadça ve Sümerce yazılmış tabletlerin konu zenginliği dikkat çekicidir. Aralarında meşhur 'Gılgamış Destanı'nın da bulunduğu dini ve edebi metinler, okul alıştırma tabletleri, sözleşmeler, büyü ve kehanet metinleri, medikal metinler, kurgusal tarihleme ile ilgili metinler, sözcük listeleri ve tanrılar adına düzenlenmiş ilahî metinleri gibi. Büyük bir kısmı bugün Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde yer alırken bir kısmı da Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.

2011 Yılında Prof. Dr. Gülriz Kozbe'nin başkanlığında yürütülen yüzey araştırmaları sonucunda Asur seramikleri ve taş kap örneklerinin yanı sıra Erken ve Orta Tunç Çağı'na karşılık gelen MÖ 3. ve 2. binyıllara tarihlendirilen çok sayıda çanak çömlek parçası da bulunmuştur ki, bu da Sultantepe'nin bu dönemlerde de bölgenin büyük ve önemli bir merkezi olduğuna işaret etmektedir. Yine bu çalışmalar sonucunda buradaki yerleşim silsilesinin Neolitik Çağ'dan başlayıp İslami Döneme dek devam ettiği tahmin edilmektedir.

Sultantepe Höyüğü, birçok bilinmeyeni ile hala tüm gizemini korumaktadır.

Bir ara cümle ekleyeyim; bu ve bundan sonraki tarih bilgileri i büyük ölçüde Müze Müdürü Celal Beyin hediye ettiği katalogdan aktarıyorum.

Çok önemli olduğu ve gizemini koruduğu için Sultantepe'den böyle uzunca bahsetme gereği duydum. Okudukça, öğrendikçe, şahit oldukça Urfa'nın tarihi açıdan ne kadar önemli bir yer olduğunu daha iyi anlıyorum. Her tarafı hazinlerle dolu. Bakalım ne zaman farkında varıp değerlendireceğiz?

Müzede sergilenen eserler çağın gerektirdiği gelişimi gözler önüne seriyor. Metal olarak artık demir eserler ağırlıkta. Kil tabletlere vurulmak üzere geliştirilen silindir mühürlerin üzerindeki çok ufak kabartmalar da büyük bir emeğin sonucu. Ticari amaç öne çıkınca hassasiyet artıyor. 'Figürin' denilen ve taş, ahşap, pişmiş toprak, metal gibi malzemelerden yapılan küçük heykelcikler de dikkatimi çekiyor. Çoğu tapılmak için yapılmış olmalı. Merkezi yerlerdeki büyük putlar yetmemiş, onları evlerinde de bulundurmak, gittikleri yere de götürmek istemişler. İnsanlardaki tanrılarına yakın olma ihtiyacının bir tezahürü. Cahiliye Dönemi Araplarının bu amaçla yaptıkları ve acıkınca yedikleri helvadan putlar geliyor aklıma. Ne kadar garip! O gelişmişliğe rağmen inanç konusunda bu ilkellik çok enteresan. Fakat hemen düşünüyorum ki aslında şaşırmamak lazım. Bugün de çok farklı değil. Bilimde ve teknolojide bugünkü gelişmişliğe rağmen hala dünyanın birçok yerinde doğrudan putlara, hayvanlara tapılıyor. En gelişmiş toplumlarda bile 'new age' denilen, bir kısmı putperestlikle, bir kısmı Uzakdoğu dinleriyle, bir kısmı uzaylılarla ilişkili tarikatlar revaç buluyor. Göğsünü gere gere hiçbir tanrıya inanmadığını söyleyenlerin, uğur/uğursuzluk, tılsım, sihir, büyü, kehanet, medyumluk gibi klasik ve modern hurafelere olan merakı çok mu akla yatkın? Müslüman olduklarını söyleyenlerin ve inancının esas kaynaklarını bırakıp buna benzer hurafelerin peşinden gitmesini neyle açıklayacağız?

Sultantepe'den çıkarılan toprak tabletler de dikkatimi çekiyor. Açıktaki taşlar yıpranırken toprağın bağrındaki tabletlerin üzerinde bulunan incecik yazılar varlığını korumuş. Meşhur 'Gılgamış Destanı'… İnsanın ölümsüzlük arayışının tarihteki en çarpıcı örneklerinden biri. İlk insanla başlayan o özlem hiç bitmemiş, bugün de devam ediyor, galiba bundan böyle de devam edecek.

Harran'da bulunup getirilen bazalt taş üzerindeki uzun metinler de çok dikkatimi çekiyor. Yazının içeriği bir tarafa o yazıyı yazanların sabrı gerçekten hayranlık verici.

Bir de Asur mitolojisinde 'lamassu' denilen yarı insan yarı hayvan görünümlü mitolojik varlıkların kabartmaları ve onların müze duvarlarına çizilen kopyaları var. Semavi dinlerdeki melek inancını çağrıştırıyor.

Bütün bunlar bende derin bir merak duygusu uyandırıyor. Vaktim olsa bu konular üzerine bilen birilerini uzun uzun dinlesem veya kitabını okusam, en güzeli de filmini izlesem…