M. Sarmış: Bu arada bir şey sorayım. Sizin herhangi bir cemaate bağlılığınız var mı? Bir tarikata girdiniz mi?

Mahmut Apaydın: Girdim. Rufai Tarikatına girdim. Amcam, akrabalarım Rufai ya, ben dedim Rufai olmayayım. Yeni bir yol arayayım. Bir tarikat vardı. Gerçi onlar da Rufailiğin başka bir kolu.

Ahmet Apaydın: Onların halifesi de Yusuf Halfe. Nuri Baba'nın halifesi. Alay Sokak'ın oralarda Buluntu Hocanın evinin yakınında marangoz dükkânı vardı. Beşik, takunya, tokmak, oklava gibi şeyler yapıp satardı.

Mahmut Apaydın: Diğer Rufailere pek benzemiyorlar. İslami hassasiyetleri farklı. Bir terzi arkadaşım var, o da onlardan. Abdestsiz dolaşmıyor, ama namaz da kılmıyor. "Bu nasıl oluyor?" derdim. "Gece evde namazın hepsini beraber kılıyorum." derdi. Askerden geldikten sonra tarikata girme konusunda karar vermek için bir gece istihareye yattım. Bir rüya gördüm. Hiç hoş değil. Ertesi gün arkadaşımın yanına gittim. "Böyle böyle bir rüya gördüm." dedim. Kızdı. "Olur mu? Böyle bir rüya görülür mü?" dedi. Dedim "Rüya görmek insanın elinde mi? Ben kafamdan mı tasarladım? Aklımdan öyle şeyler geçmedi bile." O rüyayı görmeden önce bir gece de meclislerine gittim. Sarayönü'nün oralarda bir yerde idi, tam olarak hatırlamıyorum. Çiğköfte yaptılar, yedik. Sohbette Hz. Ali'yi methediyorlardı; diğerlerine çatıyorlardı. Benim orada kafam karıştı, kızdım, bir şeyler de söyledim, ama ne söylediğimi hatırlamıyorum. Onlar dağılmadan ben çekip çıktım evden.

M. Sarmış: Siz Rufailiğin diğer koluna girdiniz. Nasıl oldu?

Mahmut Apaydın: Amcamdan, babamdan dolayı zaten içlerindeydim. Bir süre sonra Kabaney Mahmut'tan el aldım. O sırada Rızvaniye Camii'nin imamıydı.

Ahmet Apaydın: Biz çocukken Rızvaniye Camii cami değildi. Askeriyenin deposuydu. 

M. Sarmış: Namaz kılınan yer de mi?

Ahmet Apaydın: Yok, orada namaz kılınıyor. Avlusundaki medrese hücreleri depoydu.

M. Sarmış: Şimdi de oralar medrese değil, bir iki odası hariç yine dükkân olarak kullanılıyor. Bazılarında sahaf var, hüsnü hat kursu var, ney kursu var.  Bazıların telkâri, kazazlık ve benzeri ürünler satılıyor. Sizin bahsettiğiniz sırada da İkinci Dünya Savaşı var. Türkiye girmemiş, ama her an girebilir. O yüzden ihtiyaç var diye askeri mühimmat koymuş olabilirler. Şimdi de ihtiyaç olsa vatan millet için kullanmakta sakınca olmaz herhalde. Peygamberimiz zamanında da mescitler değişik amaçlarla kullanılmamış mı? Mesela yabancı elçiler kabul edilmiş, karargâh vazifesi görmüş. Onun gibi olamaz mı? Yani bunu bir işgal olarak görmek doğru mu?
Ahmet Apaydın: Yok yok, aynen işgal etmişlerdi. Kapısında da askerler nöbet tutuyordu.
Mahmut Apaydın: Ulu Cami de askeri depoydu. Bizim Yıldız Meydanı'ndaki dükkânımız Ulu Cami'ye yakındı. Tuvalete Ulu Camiye giderdim. Kapıda iki tane nöbetçi asker dururdu. Çocuk olduğum halde sorardım. "Niçin burası kapalı?" derdim. "Burası askeriyenin deposu." derlerdi. İçeride ne var? Bir çift potin var. 
    
M. Sarmış: Yani Ulu Cami'de namaz kılınmıyor muydu? O kısım da depo olarak mı kullanılıyordu?
    
Mahmut Apaydın: Evet. Askerin bana dediğine göre içinde de bir çift potin vardı. Namaz kılmak yasaktı.

M. Sarmış: Ben o dönemde satılan, başka amaçlarla kullanılan bazı camileri duydum. Siverekli Camii, Damat Süleyman Paşa Camii, Narıncı Camii gibi. 
    
Ahmet Apaydın: Narıncı Camii Bakkal Osman'ın deposuydu. Antepli Osman derlerdi. Pencereden bakardım; içeride süpürge, toz şeker, pirinç filan vardı. Urfa'da cami satın alan üç kişi vardı; üçünün adı da Osman'dı. Narıncı Camii'ni alan Antepli Osman İnci. Ulu Cami'den aşağıya inerken sağda Kardeşler Camii vardır; bir adı da İhlasiye Camii. Onu da Osman Öncel aldı. Bir ara ev olarak kullandı. Akaraşı'ndaki Sultan Tekkesi'ni de Osman Çadırcı aldı. "Şadadı Osman" derlerdi. Şeddadi aşiretinden olduğu için öyle derlerdi.
    
M. Sarmış: Sultan Tekkesi mi Sakıbiye Tekkesi mi?
    
Ahmet Apaydın: Sultan Tekkesi diye aklımda kalmış. Sonra yerine otel yaptırdı.
    
M. Sarmış: Orada Sakıbiye Tekkesi varmış. Haleplibahçe'deki köşkün de sahibi olan Sakıp Efendi yaptırmış.
    
Ahmet Apaydın: Olabilir, ben isimleri karıştırmış olabilirim.
    
Mahmut Apaydın: Ellisekiz Meydanı'nın yakınlarındaki Tuzeken Camii de var. Onu da satılığa çıkarmışlar. Hatta satın almak isteyenlerden iki kadın içeriye girip şurasını şöyle şurasını böyle yaparız diyor.
    
M. Sarmış: Ha, o konuyu biliyorum. Caminin imamı Mırine Hoca onlara çok enteresan bir şeyler söylüyor. Çok meşhur bir olay o.
    
Ahmet Apaydın: Mırine Hoca benim arkadaşımın babası. Allah rahmet eylesin.
    
M. Sarmış: Şimdi hayatınızın kronolojisine dönelim. Evliliğiniz askerlikten önce mi, sonra mı?
Mahmut Apaydın: Dört sene sonra.
M. Sarmış: O zaman askerlikten devam edelim.    
Mahmut Apaydın: Askerlik çağım geldiğinde nüfus kaydımız daha Siirt'te idi. Dedim ki yarın evleneceğiz, çoluk çocuğumuz olacak. Her çocuk için Siirt'e mi gideceğiz? O yüzden kaydımızı Urfa'ya aldırdım. Zamanında babamın yapması gerekeni ben yaptım.    

Mahmut Apaydın: Ben askere gittiğim zaman kaydımız daha Siirt'e idi.
M. Sarmış: Babanız o sırada hayatta mı?
Mahmut Apaydın: Hayatta. Babam bütün kardeşlerinden fazla yaşadı. 1989 senesinde 92 yaşında vefat etti.
    
M. Sarmış: 1989'da ve 92 yaşında vefat ettiyse 1897'de doğmuş olması lazım.

Mahmut Apaydın: Olabilir. Annemle aralarında yaş farkı da çoktu. Annem 1914 doğumlu. Gelin geldiğinde 14 yaşında imiş, çocukmuş daha. Babam ondan çok yaşlıymış. Nerden baksan aralarında 15-20 yaş farkı var. Annem de çok yaşadı. 2009 senesinde öldüğünde 95 yaşında idi.
    
M. Sarmış: Aralarında akrabalık var mı?
    
Mahmut Apaydın: Akrabalık yok, hemşerilik var. Annem de Siirtli.
    
M. Sarmış: Askerliği anlatıyordunuz.
    
Mahmut Apaydın: Hiç kimsenin yapmadığı bir işi yaptım. Daha kaydımız Siirt'te iken oranın askerlik şubesi başkanına bir mektup yazdım. Dedim "Askerliğim çatmış. Muhabereci olmak istiyorum ya da Kıbrıs'ta askerlik yapmak istiyorum. Bana bir babalık yaparsanız teşekkür ederim. O da beni mühabereci yaptı. Ankara'ya gittim.
    
M. Sarmış: Ben de muhabereciyim. Mamak Muhabere Okulunda temel eğitimimi yaptım.
    
Mahmut Apaydın: Orada sekiz ay kurs gördüm.

M. Sarmış: Muhabereyi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı? Radyoculuk benzeri herhangi bir merakınız filan…
    
Mahmut Apaydın: Mors alfabesini merak ediyordum. Kursta bunların hepsini öğrendim. Kursta 150 kadar asker vardı. Bize ders veren bir ast subaydı, mors alfabesini öğretiyordu. O 150 kişinin içinde o hocanın dayağını yemeyen yoktu. İki kişi hariç. Biri ben, biri de Hristo diye bir gayrimüslim. Rum'du galiba. İmtihanlardan yüz üzeri 96, 98 puan alıyordum. Hoca bir gün "Nasıl böyle biliyorsun?" diye sordu. Dedim "Sayenizde komutanım. Siz güzel öğretiyorsunuz." Çok hoşuna gitti.
    
M. Sarmış: O sayede dayaktan kurtuldunuz yani.
Mahmut Apaydın: Çok gururlandı. Göğsü kabardı.

M. Sarmış: Peki Hıristo nasıl kurtuldu dayaktan?    

Mahmut Apaydın: O da çok yüksek not alıyordu. Fakat o sivilde radyocu imiş, işi önceden biliyormuş. Sonra çavuşluk imtihanına girdim. Soruların hepsini bildim. Yine de beni onbaşı yaptılar. Gidip sebebini sordum. "Herhalde duruşunu beğenmedik." dediler.