M. Sarmış: Şimdi gelelim 27 Mayıs İhtilali'ne. Sıkıyönetim ilan edildi, askerler sahaya indi. Hayatınızı etkiledi mi? Ya da nasıl etkiledi?
Mahmut Apaydın: Etkiledi tabii. Bir takım kısıtlamalar da oldu. Sokakta askerler dolaşıyordu. Yassıada Mahkemelerinde Menderes ve arkadaşları için idam kararı verdiler. Fakat halkta Menderes'in asılmayacağı şeklinde yaygın bir kanaat vardı. Herkes "Asamazlar." diyordu. Dünyanın bütün devlet başkanları asmayın diye haber gönderiyordu. Buna rağmen astılar. Cezaevindeyken avukatlığını Burhan ve kardeşi Orhan Apaydın yapıyordu.
M. Sarmış: Akrabanız mı onlar?
Mahmut Apaydın: Değil. Mahkemenin devam ettiği bir gün Orhan Apaydın Urfa'ya gelmişti. Sırf Menderes'in avukatlığını yapıyor diye, çok pahalı ve çok kıymetli bir çakmağım vardı, tuttum ona hediye ettim. Dedim inşallah Menderes'i kurtarırsın." "Tabii ki kurtaracağız." dedi.
M. Sarmış: Anlaşılan o sırada Menderes'e şimdiki gibi bakmıyorsunuz. Siz de seviyorsunuz.
Mahmut Apaydın: Niye seviyoruz? CHP dönemini biliyoruz. Camileri satıyor, yıkıyor. Çok berbat bir dönem. Bir gün Dergâh'tan geliyorum. Başımda külah. Bir komiser durdurdu beni. Biraz çirkin ama söyleyeceğim. Dedi "O başındaki külah neye benziyor, biliyor musun?" Ben de korkuyorum. Dedim "Neye benziyor?" Çok affedersiniz, dedi "Bir eşeğin şeyine bir kelebek konar ya, aynen ona benziyor." Yani çok İslam düşmanıydılar. Demokrat Partililer Müslüman görüntüsü verdiler. Onun için herkes Demokrat Partili oldu. Ezanın Arapçaya çevrilmesinden dolayı çok puan aldı.
M. Sarmış: Bu bahsettiğiniz olay herhalde 27 Mayıs'tan sonra oldu?
Mahmut Apaydın: Evet evet…
M. Sarmış: Peki, ihtilal oldu. Sonra?
Ahmet Apaydın: Ben o sırada İstanbul'da askerdim. Millet ilk günler biraz sevindi. Çünkü ihtilalden önce ülke iyice karışmıştı. Üniversite öğrencileri meydanlarda, sokaklarda nümayiş yapıyordu. Yürüyüşler, protestolar, bağırışlar, çağırışlar… Çok karışık. Memleket çok gergin, millet çok rahatsız. Ben de askerim. Hafta sonları evci çıkıyorum. Bir gün Menderes miting yapıyor. Beyazıt'ta Marmara Oteli vardır. Onun balkonuna çıktım. Mitingi izliyorum. Menderes kürsüye çıkmış konuşuyor. Başında kalın bir fötr şapka var. Bir tane adam yanına çıktı. Menderes'in yakasını tuttu. Menderes ona bir şeyler söylüyor. Sonra adamı indirdiler. Miting dağıldı. Ben balkondan indim, bir an önce yürüyüp kalabalıktan ayrılmak istiyorum. Birisi yolumu kesti. Soyadı Bağış olan Urfalı biri. O sırada İstanbul Hukuk'ta öğrenci. Urfa'dan tanışıyoruz. Dükkânım Sarayönü'nde ya lise talebeleri de gelip gidiyor. O da onlardan biri. Sonra Hukuk'u kazanmış. O sırada o mitinge gelmiş. Beni görünce yolumu kesti. "Nereye gidiyorsun?" dedi. Gitmemi istemiyor gibi. Dedim "Ya ben askerim." Yürüdüm gittim. Diyeceğim İhtilal olunca o karmaşa bitti, gerginlik ortadan kalktı diye millet biraz sevindi. Ama sonraki olaylar moralleri iyice bozdu.
M. Sarmış: İhtilalden önce Bediüzzaman Urfa'ya geliyor. İpek Palas'a yerleşiyor. Otelin önünde büyük bir kalabalık birikiyor. Birçok kişi onu ziyaret etmeye çalışıyor. Siz de kendisini ziyaret ettiniz mi?
Mahmut Apaydın: Etmedim.
M. Sarmış: Ondan önce o harekete karşı, bir ilginiz var mı? Yani Nurculuğa karşı…
Mahmut Apaydın: Nurcuları severdim. Urfa'daki Nurcular da arkadaşımdı. Yolları da güzeldi. Yalnız, ne zaman soğudum? Ben Milli Selamet Partisi Gençlik Kolları başkanı idim. 1972, 73 yılları… Bir gün onların cemaatine gittim. Dedim ki "Sizin İslam'a yaptığınız hizmeti şimdiye kadar hiçbir teşekkül yapmamış. Allah hepinizden razı olsun. Un sizin, şeker sizin, yağ sizin, tencere sizin, kepçe sizin. Her şeyi siz meydana getirdiniz. Yalnız ateşin altını yakmak Erbakan'a nasip oldu. Artık helva da pişti. Buyurun." dedim. Milli Selamet Partisine davet ettim. Bana bir kitap verdiler. İhlas Risalesi. "Al bunu götür, oku." dediler. Alıp eve götürdüm. Baştan sona kadar okudum, sonra bir daha okudum. Beni teyit eden cümlelerin altını kurşun kalemle çizdim. Dört beş cümle. Bir daha gittim cemaatlerine. Dedim "Verdiğiniz kitabı iki kere okudum. Yalnız birkaç cümlenin altını çizdim. Lütfen o cümleleri okuyun." Dediler ki "Biz o kitabı bin kere okumuşuz." Dedim "Bin kere okumuşsunuz, ama bir kere anlamamışsınız."
M. Sarmış: Kime söylüyorsunuz bunları?
Mahmut Apaydın: Terzi vardı, Ahmet Rüzgâr. Yalnız ona değil, arkadaşları da vardı, hepsine söyledim. Ondan sonra onlardan soğumaya başladım.
M. Sarmış: Biz biraz daha eskiye gidelim. 1960 İhtilalinden kısa bir süre önce Bediüzzaman Urfa'ya geliyor, üç gün sonra da vefat ediyor. 23 Mart 1960. Cenaze namazı Ulu Cami'de kılınıyor.
Mahmut Apaydın: Cenazeyi önce Dergâh'a götürdüler. Mezarlığın içinde yıkadılar. Şimdiki büyük cami sonradan yapıldı. Eskiden yeri mezarlıktı. O mezarlığın içinde yıkadılar. Başında üç ya da dört hoca vardı.
M. Sarmış: Ben Molla Hamit'i duymuştum. Hatta Ramazan dolayısıyla itikafta imiş. Rüyasında Bediüzzaman'ı gördükten sonra çıkıp cenazesini yıkamış.
Mahmut Apaydın: Evet. Üç dört hoca da ona yardım ediyordu. Çok kalabalıktı. Polis kordonu vardı. Şimdiye kadar hiçbir cenaze o kadar kalabalık olmamıştır.
M. Sarmış: Bir dakika, daha cenaze namazına gelmedik.
Mahmut Apaydın: Yok yok, ben de otelden alınıp Dergâh'a getiren kalabalığı kastediyorum. Zaten Türkiye şimdiye kadar iki kalabalık görmüş. Biri Urfa'daki Üstad'ın cenazesi; diğeri de İstanbul'daki Erbakan'ın cenazesi. Gazeteler üç milyon yazdı, ama hocanın cenazesinde dört milyon insan vardı. Üstad'ın cenazesinde ne kadar vardı? Bir ucu Köprübaşı'ndaki otelin (İpek Otel) önünde iken bir ucu Dergâh'taydı. O kadar insanı düşünün.
M. Sarmış: Siz nasıl gittiniz? O sırada daha 18 yaşındasınız.
Mahmut Apaydın: Sarayönün'deki dükkânımızda idim. O kalabalığı görünce karar verdim. Zaten salalar da veriliyordu. Kalktım gittim. Tabuta yetişmek için çok da hızlı gittim. Dergâh'a yetiştim. Hocalar polis kordonu altında yıkamaya başlamışlardı. Ben polis kordonunu yardım. Polis herhalde beni tanıyordu. "Şekerci! Şekerci! Nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Elimi "sana ne" anlamında sallayıp geçtim. Sabunu elime alıp Mübarek'in sağ bacağını yıkamaya başladım.
M. Sarmış: Nasıl yani? 18 yaşında bir genç geliyor ve yıkamaya başlıyor. Hocalar size bir şey demedi mi?
Mahmut Apaydın: Demediler. Molla Hamit beni tanıyordu. Talebesiyim.
M. Sarmış: Nereden talebesisiniz?
Mahmut Apaydın: Çocukken ona hocaya gidiyordum.
M. Sarmış: Ondan bahsetmemiştiniz.
Mahmut Apaydın: Kadın hocalara gidiyordum ya! Ondan sonra Molla Hamit'e gitmeye başladım.
M. Sarmış: Nereye? Evine mi?
Mahmut Apaydın: Evine. Onun evi de bizim sokağın bir arkasındaki sokakta idi. Şirket'in arkasında.
M. Sarmış. Konudan uzaklaşıyoruz, ama yine de sorayım. Sadece Kur'an dersi mi aldınız? O sırada hocalar ilmihal de okutuyor, mevlit okutan da var.
Mahmut Apaydın: He he! Ne lazımsa okuyorduk.
M. Sarmış: Ne kadar sürdü?
Mahmut Apaydın: İlkokula başlayıncaya kadar. Hatta daha sonra Su Meydanı'ndaki camide (Kadıoğlu Camii) hafızlığa başladım. Orada Culha Mahmut hoca (Mahmut Kayar. 1921-1995) vardı. İki ay da ona devam ettim. İki cüz ezberledim. Ondan sonra bıraktım. Dükkâna gel git derken ezberlerimi unuttum.
M. Sarmış: Peki, kaldığımız yere dönelim. "Bediüzzaman'ın sağ ayağını yıkadım." demiştiniz.
Mahmut Apaydın: Evet. O sırada göğsünde bir takım lekelerin olduğunu gördüm. Molla Hamit'e "Bunlar nedir?" diye sordum. Dedi ki "Zamanında zehirlenmiş, onun kalıntıları."
M. Sarmış: Cenaze yıkandıktan sonra Ulu Cami'ye getiriliyor. Çünkü o sırada Dergâh Camii (Eski Mevlid-i Halil Camii) küçük.
Mahmut Apaydın: Evet. Biz de gelip namazı orada kıldık.
Ahmet Apaydın: Ben o sırada asker olduğum için bunların hiçbirine katılamadım.
M. Sarmış: İhtilalden üç ay kadar sonra (11 Temmuz 1960) askerler gelip mezarını kırıyor ve cenazeyi bilinmeyen bir yere götürüyorlar.
Mahmut Apaydın: Kaçırıldığı gece, saat 12.00 civarıydı, ben dükkândaydım. Üç dört tane cemse, askeri araba, dükkânın önünden aşağıya doğru gitti. Niye gittiğini anlayamadım. O sıralar evimiz Kalaboynu taraflarında. Eve giderken kazma sesleri duydum, fakat ne olduğunu anlamadım. Çünkü benden uzaktalar. Ertesi gün duydum Sait Nursi Hazretlerinin mezarını kazmışlar, cenazesini çalmışlar.