Vizyondaki filmler arasında Küçük Prens'le karşı karşıya kalınca tuhaf bir duygu kapladı içimi. Heyecanlandım. Bu bizim Küçük Prens olmalı herhalde diye içimden bir sevinç çığlığı koptu, duydum. En derinden duydum hem de o çığlığı. O çocuğu duydum derinden.
Akşam ilk olarak kızıma ve oğluma götürdüm bu müjdeyi. İtinayla saklamıştım çünkü yüreğimde. İlk onlara açacaktım bu masalın filmini, ilk onlara açılacaktım.Hikayeyi onlara okuduğumda nasıl da hayal etmişlerdi Küçük Prens'in dünyasını.
Ne kadar uzaklar artık çocuklar iyi ve güzel haberlere. Onlar adına, sırf onların aşkına haberleri 5-10 dakika izliyorum, o da zoraki, yabancı ve bihaber kalmamak için. Ondan sonrası, ondan ötesi bizi bile yıpratıyor, daha çocukların kalbini varın siz hesap edin.
Bizlerin kalbi bile kaldıramazken o gencecik kadınların acılarını, feryatlarını, figanlarını; çocuğunun arkasından ana-babaların ahlarını, ağıtlarını bizler bile taşıyamazken nasıl olur bir çocuk kırılmaz, burkulmaz en derinden bu seslere, bu sözlere, bu bakışlara…
Tam da böyle bir ortamda geldi sanki çocukların o güzelim yüreğine Küçük Prens. Keşke mümkün olsaydı da art arda 2-3 gün, bütün kanallarda haber bültenlerinin yerine yalnızca ve de yalnızcaKüçük Prens filmini koyuverseydik. Ne kadar da hayalciyim değil mi? Ne kadar da çocukça düşünüyor ve konuşuyorum.
"Bu büyükler ne kadar da tuhaf…" cümlesi bir ok gibi saplanmıştı ilk okuduğum andan itibaren beynime. Kitabı ilk okuduğumda da, filmi izlerken de aklımda olan tek şey, çocuklar için olsa da bence daha çok büyüklerin okuması, izlemesi gerektiği fikriydi. Çünkü kitapta bir çocuğun dünyasında büyüklerin hayata olan o sığ bakışları nasıl da gün yüzüne çıkartılmış, insan onu fark ediyor. Ve bir çocuk kalbinin olaylara, insanlara, yıldızlara, hayallere dair o derin bakışını, sınırsızlığını görüp, utanıyoruz kalbimizden, kendimizden, varlığımızdan bir nevi.
Bir çocuğun dünyasında sözüm ona yetişkinlerin sergilediği basit tavırlar, dar kalıplar, küçücük dünyalar bir bir dökülüyor önümüze. Ne kadar basit, ne kadar sıradan bir hayat algımızın olduğu nasıl da ifşa oluyor böyle.
Sürekli ve de hiç bıkmadan kendimize sınırlar çizmemizi neden umursamıyoruz mesela. Bu öyle sınırlar ki gitgide daralıyoruz o çemberde. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki sınırsızlık gelip geçmiyor bir türlü içimizden. Hep duvarlar, sürekli duvarlar, önyargılar, kötü niyetler gelip geçiyor içimizden ama umursamıyoruz.
"Bu büyükler ne kadar da tuhaf…" değil mi?
Sürekli birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Bir kişinin şekli, şemaili, yaşı, parası, kıyafeti, makamı o kişinin ruhundan, dünyasından, hayallerinden daha önem arz ediyor bizim için. Birbirimizin hayatını anlamak, anlamlandırmak gibi bir gayemiz de yok nasıl olsa. Kendimizce bir yaşamak tarifi çıkaramıyoruz ortaya. Bir yorum katamıyoruz hayata. Her şeyi taklit etmek, her şeyi olduğu gibi alıp kabul etmekle yüz yüze kalıyoruz.
Neyse, derdimiz çok, uzatmayalım. Hayallerin elinden tutup ayağa kaldırmak için gelin bir iyilik yapalım çocuklara bir kitap ve de filmle.
Küçük Prens'le kendimizi ve de çocukları hayatın kalbine kalbine götürelim. İnsanları ve hayatı-filmde de vurgulandığı üzere- sadece gözlerimizle değil yüreğimizle görmeye çalışalım. Dünya o zaman nasıl da daha umut verici ve de rengarenk oluverir, görelim.