M. Sarmış: Kitap okumayla aranız nasıl?

A. Rızvanoğlu: Kitap aşkı bende başka şeye benzemez. Çocukken şeker satarlardı. Üzerlerinde kâğıt olurdu. Hem kâğıdın üstünü okurdum hem rakamlarından matematiğine alıştım. Ondan sonra devam etti.  

M. Sarmış: Ne tür kitaplar okudunuz? 

A. Rızvanoğlu: Hazreti Kur'an okudum. Mustafa Mevlid'i okudum. Mızraklı İlmihal okudum. Bunların üçünü okudum. Bunları okumadığım zaman da hep onlarla haşrolurum (meşgul olurum).

M. Sarmış: Onlar tamam, ama hani yüzlerce kitaptan bahsettiniz ya! Onları diyorum.

A. Rızvanoğlu: Onların hepsini okumuş değilim. Ama çok meraklıyım. İyisini buldum mu alırım. İçlerinden beş on sahife okurum, başka birine bakarım, ondan da biraz okurum, bırakırım, öyle… 

M. Sarmış: Hepsi dinî kitap mı?

A. Rızvanoğlu: Tabii, dinî kitap. Bu son zamanlarda gözlerim iyice bozulunca kardeşlerimin çocuklarını çağırdım; her birine meşreplerine göre üçer beşer dağıttım. Küçük oğlum Mehmet Sait de okumaya meraklıdır. Ona de dedim ki "Bunlar de senin. Al sandığıyla, büfesiyle beraber götür." Ha unutuyordum. İki şeker torbasını da ağzına kadar doldurup İmam Hatip Lisesine verdim.

M. Sarmış: Şimdi gelelim tarikat konusuna… Abdurrahman Kurtoğlu'nu tanıyorsunuz.

A. Rızvanoğlu: Evet, iyi tanıyorum. Benim kardeşim, ihvanım… Düneğin kızımın eşiyle beraber selam göndermiştim kendisine. Damadım imam, o da cemaat.

M. Sarmış: Onun oğlu Mehmet Kurtoğlu da benim arkadaşım. Urfa'nın önemli bir şairi ve yazarıdır.
Şükrü Özdemir: Benim de İmam Hatip Lisesinden sınıf arkadaşımdır. Zaman zaman görüşürüz.

M. Sarmış: Öyle mi? Bilmiyordum. Geçenlerde onunla da röportaj yapmıştım. Dedi ki "Babamla beraber Kamberiye Mahallesine Abdülkadir Rızvanoğlu'nun evine giderdik. Zikir yaparlardı. Ben de hizmet ederdim."

A. Rızvanoğlu: Doğrudur efendim.

M. Sarmış: Kadirî tarikatı değil mi?
A. Rızvanoğlu: Evet, Kadirîyiz.

M. Sarmış: Nasıl başladı? Kimden el aldınız?

A. Rızvanoğlu: O aşk ve muhabbet bizde eskiden beri vardı. Nerede bir zikir varsa oraya giderdim. Sonra Urfa'ya bir başçavuş geldi. Arkadaşlar onu anlatmaya başlattılar.
M. Sarmış: Adı nedir? Kimdir? Nasıl biridir?

A. Rızvanoğlu: Adı Bekir Gıran. Afyonlu. Tanıştık. Oturduk. Sohbet ettik. Dedim "Efendim. Nerden el aldınız? Biz de bilelim ağacımızın hangisi olduğunu." Dedi "İstanbul'da Buldanlı (Denizli'nin ilçesi) "Mehmet Emin Cerit Efendi"den aldım." Öylece intisap ettik, tarikata girdik. İlk girişimiz böyle. Fakat sonraları Bekir Gıran'la aramızda bazı ufak tefek sorunlar çıktı. O konulara girmeyelim. Bunun üzerine rahatsız oldum ve kendisiyle alakayı kestim. Daha sonra İstanbul'a gittim. Cerit Efendi'yi buldum. Bu sefer doğrudan ona intisap ettim. Sıkıntımı ilettim. Dedi ki "Lafını getirme. Bundan sonra sen bize bağlısın." Hatta Urfa'dan götürdüğümüz birkaç kişiye benden için "Urfa'daki halifem budur." dedi.  52-53 sene oluyor.

(Daha sonra internette yaptığım araştırmada Bekir Gıran'ın 1967-1969 yılları arasında Urfa'da görev yaptığını öğrendim. En son Adana'da görev yaparken emekli olmuş, oraya yerleşmiş ve 1999   yılında "Geylani Dostluk ve Kardeşlik" vakfını kurmuş. 2005 yılında da vefat etmiş. M. S.)

M. Sarmış: Sonra siz devam ettiniz.

A. Rızvanoğlu: Evet. Biz hizmeti dağıttık, çoğalttık elhamdülillah! İzmir'de kadın kollarında amcam kızı var; ona el verdik. Geçen telefon açtı; bazen abi der, bazen baba der. Dedi "Elhamdülillah, 200 kişiye yaklaştık." 

M. Sarmış: Peki Urfa'da?

A. Rızvanoğlu: Karaköprü'de bir tekkemiz var. Adıyaman'da bir tekke açtılar. Oraya daha gidemedim. Hizmetimiz bir şekilde dönüyor, elhamdülillah!

M. Sarmış: İstanbul'la bağlantınız devam ediyor mu?

A. Rızvanoğlu: Cerit Efendi vefat etti. Oğlu, kızı ve damadı Urfa'ya geldiler, misafirim oldular. Sorunca babalarının vefat ettiğini söylediler. Allah rahmet eylesin. O bize güzel bir keramet gösterdi. Hani derler ya, görmediğin bir şeyi gördüğün zaman sevinirsin. Değil mi? Öyle oldu. Rahmetlik Hac Şavak abimle, onun oğlu ve kardeşim Halil'le beraber İstanbul'a gitmiştik. At yarışına… Abim dedi ki "Yarışa gidiyoruz. Gelmiyor musun?" Dedim "Bir şartla gelirim." Dedi "Nedir?" Dedim "İstanbul'da ilk önce şıhıma gideriz."

M. Sarmış: Halifelikten sonra mı?

A. Rızvanoğlu: Hayır ilk gidişim… Dedim abi "İlk önce şıhıma gidersek, gelirim. Ziyaretimiz onun için özel olsun. Olmazsa gelmem." Peki dedi abim. Gittik. Bize bir adres vermişlerdi. Filanca semt, filanca sokak, Çınarlı Karakolu… Gittik, gittik, gittik. Bir rampa vardı; biraz tırmanıp durduk. "Burada bekleyelim." dedim. Oradan geçen birine "Çınarlı Karakolu nerede?" diye sordum. Dedi "Elli metre ileride." Döndüm baktım ki söylediği sokağın ağzında duruyoruz. Aramızda iki metre var. Dedim ev budur. Eski usul, kapının mandalını iple bağlamışlar. Zile bastım. "Kim o?" dedi bir anne. Dedim "Anne, Emin Efendi'nin evini arıyorum." "Burası oğlum." dedi. "Şimdiye kadar sizi bekliyordu. Biraz işi çıktı. Gelirlerse içeriye alın, ben geliyorum." Vallahi böyle.

Şükrü Özdemir: O zaman telefon filan yok. Keramet…

A. Rızvanoğlu: Kapıyı açtı. İçeriye buyur etti. Oturduk. Beş dakika sürmedi. Kapı bir daha açıldı. O geldi. Birbirimizi hiç görmemişiz. Beni görünce üzerime atıldı. "Abdülkadir'im! Yavrum! Ciğerim!" dedi. Eğildim, elini öptüm. Dedi "Bana bunları tanıt." Tanıttım. Oturduk. Biraz sohbet ettik. Sonra "Baba izin verir misiniz?" "Niye oğlum? Evimizde kalın." dedi. Dedim "Efendim, beni bağışlayın, kalamam." Nasıl kalayım? 70-80 yaşındaki bir adamdan nasıl su istersin? İstemezsen susuz kalacaksın. Ben ona hizmet edeceğim yerde, o bana hizmet edecek. Olur mu? Dedim "Baba sizden ricam, bana müsaade edin. 

Abimin burada bir atı var. Ziyaretimiz, Allah büyüktür, sizin için. Ama eğer izin verirseniz, abim de bizi koşuya götürmek ister." Dedi "Buyurun öyleyse." Gidip bir kutunun içinde biraz şıra (üzüm suyundan yapılan tatlı) getirdi. Dedi "Bana Buldan'dan geldi; bu da senin kısmetin." O böyle deyince abim eğilip "Ben de istiyorum." deyince "Arkadaşlara da ver ha!" dedi. "Vereceğim baba." dedim. İçimden de "Elimize bir parça ekmek geçseydi bundan iyiydi." diye geçirdim. O anda Cerit Efendi içeriye gidip elinde bir miktar ekmekle döndü. "Aha bu ekmekleri de bölüşürsünüz." dedi. O kerameti de böyle gördük. Savuştuk çıktık.