Muharrem, gençtik, taşı sıksak suyunu çıkarırdık. Dişimizle badem kırar, kırk-elli kiloluk ağırlığı omuzlardık.

Muharrem, paramız olduğunda kahvede cemaat fazla olur, çaylar demlenir, muhabbet koyulaşırdı. Her çay tazeleyen, bizim cebimizde para olduğunu bilirdi.

Öğle vakti, bir lokantaya gittiğimizde en kuytu yeri de seçsek' Selamu'n-aleykûm' demesini bilmeyenler, arada ' Selamu'n' ifadesini Süleyman şeklinde ifade de etmiştir.

' Süleyman' nereden çıktı?

Anlatayım, Muharrem.

Selam yerine ' Sılav' denir. Zamanla kimi ' Selamu'n' yerine ' Silamin ' der, oldu. Biri 'Silaman aleykum' demişse hoş karşılamışız. Hatta bedava yemeğe alışan biri ' Sileymanaleykim' deyince garson, tahammül etmemişti:

- Sıleyman yok, kardeşim, bu gün gelmedi.

Garibim, aç mı kalsın?

Mahallenin divanesi.

Kalkıp esaslı şekilde selamı verecek hali yok.

Askerde değiliz, apoletimiz yok.

Selam, Allah'ın selamı.

- Ne yersin?

Dişler dökük. Mutlaka Dişçiye esaslı uğraması lazım:

- Kübab.

Kebap dediğini anlıyoruz, garibanın.

Canı istemiştir, yesin.

Hoş, garson halime acıdığı için uyardı, en sonunda:

- Hocam, üst katta yemek yiyin, rahat edin.

Doğrusu ismimiz Süleyman'a çıkınca kahveden çay ocağını tercih ettik.

Yine ' Sılaminaleykım' başladı, bitmek bilmedi.

Mahalle Hocamız, her ne kadar selamın 'Allah Selamı' olduğunu, doğru şekilde söylenmesi gerektiğini dile getirdiyse nafile:

- Beynamazlar Allah'ın evine celmisinuz!..,

Hocam sana muhabbetimiz vardır, Çay memleketinin dilini bilmez, bu insanımız:

- Sılamınaleykim!..

Ve Âleyku'm- Selam!..

Nihayetinde bir gün ismimiz müflise çıkınca kimseler uğramaz oldu, masaya.

Çay, dediğin çeşme suyu değil.

Bir hafta sonra kahveci para almamaya başladı, Muharrem.

Üst-baş eski olunca, ahvalimiz böyle yorumlanmış, olacak.

Çok özledim, hasret çektim, ' Sılaminaleykım' sesine.

Lokantacı dahi, para vermemi reddetti:

- Abi, Süleyman diyenler nerede? Dünya işte!. Devran Sultan Suleyman'a mı kaldı?

Doğrusu, mahalleli üzgün.

Derdimin ne olduğunu merak eden var.

Bir akşam, kapı tak takkk!

Komşumuz elinde tepsi, yemek getirmiş:

- Sılaminaleykım... Hanım gönderdi, yarın cuma biliyorsun.

Biliyor musunuz, bizde her perşembeyi cum'aya bağlayan akşam, komşuya, yetime, öksüze yemek ne ise, çıkarılmadan tencerenin kapağı açılmaz...

Iki gün sonra yine yemek.

Kapları yıkamışım, tertemiz:

- Sılaminaleykım!..

Allah'ın selamı alınmaz mı?

Çoluk çocuk sesi duymayan komşumuz merak içinde:

- Arvad yok mu?

Babasının evine gönderdiğimi söyledim.

Gerçekten de böyleydi.

' Gideceğim ' deyince ' Çocukları da götür.' demiştim.

Iki haftadır, tek başıma perişan oldum.

Yemek neyse çamaşır yıkamayı bilmem, Muharrem.

Avluda çamaşırı ipe sersem, bu sefer ne derler neler...

Korktuğum başıma geldi, Muharrem.

Ertesi gün kara haber ne tez, ulaşır.

Terk edilmişliğim herkesin dilinde.

On beş gündür kimseler bilmemiş, nedense.

Sokakta yürürken, caddede giderken, kahveye otururken bakışlar üzerimden eksik olmuyor, Muharrem.

Biri beni tesellî etti:

- Sılaminaleykım...

Allah'ın selamı:

- ve Âleyku'm-Selam!..

Duruma üzüldüğünü ifade etti. Kadına sert davranılmadığında böyle istenmeyen hallerin zemini oluşuyor imiş, Muharrem.

Her işte bir hayır olduğunu belirttim.

Okullar kapanalı, rahat yok, doğrusu.

Bir öğrencimin elinde sefer tası:

- Örtmenim, bubam gönderdi.

Var olsun, sımsıcak ayran aşı.

Ayran aşına Arapça'da 'Leben', yoğurt olduğu için 'Lebenî' deriz, lebaleb ya da leblebi yabancı kelimeler değil.

Torba lebaleb olunca , dolar.

Leblebi dudağa değince erimeli, Muharrem.

İçine lebenînin baharda yarpuz ya da taze nane eklenir, kışın bildiğimiz kabak.

Kimi buğday yarmasına biraz nohut katar.

Herkes, bana acınacak gözle bakıp duruyor, Muharrem.

Evde giyecek temiz bir gömlek kalmadı gibi.

Yaz mevsimi, termometre kırkın beş derece çok üstünde.

Evde yeri belli olan çocuklar.

Seslerine, kavgalarına hasret kaldım.

Zordur, Muharrem Evde kadın olmayınca.

Üçüncü hafta doldu.

Cep telefonu o zamanlar yok.

Akşam, namazı sonrası kapı tak takk!..

Bizim dostlar.

Beş- altı kişi.

Eve aldığımda sayının dokuza çıktığını ayakkabıdan bildim.

Evde kimse olmayınca mutfakta çay yaptım, mecburen.

Ayakkabıları sayınca bardakları tepsiye dizdim.

Allahtan hanım çok bardak almış...

Herkesin başına böyle şeyler gelebileceğini söyleyen yaşlı komşumuz:

- Hocam, siz iyi insandınız, Allah yardımcınız olsun.

Teşekkür, ettim, kendisine Muharrem.

Bu sefer coşmaya başladı, bir diğeri:

- Bari çocukları göndermeseydiniz, Hocam.

Çocukların annesiz yapamayacağını ifade ettim. Evde tek başıma çocuklara bakmanın zor olduğunu söyledim de söylemeseydim, Muharrem.

Bana çaylarını içtikten sonra sabır dilediler, dua ettiler. Rabbıma şükrettim. Soran dostlar demek ki varmış, halen.

Sabahleyin odanın girişinde poşet poşet.

Tandır ekmeği, domates, biber, patlıcan, karpuz, kavun.

' Keşke hanım ve çocuklar olsaydı ' diye geçirdim, içimden.

Lokantada bir çorba içmek istedim.

En son temiz kalan gömleğimi giydim.

Pantolon ise ütüsü bozulmamış gibi.

Sokaktan caddeye, caddeden çarşıya kadar Muharrem, gözler adeta üzerimde, bir kamera gibi.

Lokantaya giderken çorba nezaketle önüme geldi, yanında soğan ve yeşil biber.

Patron, kısık sesle konuştu:

- Geçmiş olsun, Hocam...

Teşekkür ettim, ben çorbayı kaşıklarken devam etti:

- Çocuklar da mı, gitti?

Onların da gittiğini söyledim.

En büyük sıkıntımın çamaşır yıkamak olduğunu söyleyince son sözü söyledi:

- Evlenmelisin Hocam...

Evli olduğumu bilmez mi, adam:

- Boşanır boşanmaz evlen Hocam.

Meseleyi anlamıştım, ap açık ve net.

Mahalleli, ilçeli beni seviyormuş, Muharrem.

Kahvaltı derdi yok, akşam yemeği garanti.

Tayin istemiştim, aslında.

Oldukça uzak bir şehre.

Bu da duyuldu, küçücük ilçede.

Ağlayan var sızlayan eksik değil.

Muharrem, Kaymakama bile çıkan olmuş, tayinin durdurulması için.

Kaymakam Bey, onları kırmamış, bana haber yollamış.

Benim, mülkî amirim, nihayetinde.

Hanımın sandığında sakladığı misafir kolonyası, sakal tıraşına iyi geldi.

Sıcak da olsa ceketsiz gitmek ayıptı.

Muharrem, biz edeb ve erkan biliriz.

Beni bekliyormuş.

' Sılaminaleykım ' deyip çayla kahveyi bir arada götüren odacı bana zavallı gözlerle baktı, önümde yürürken.

Kaymakam hoş bir delikanlı. İkinci görev yeri ilçemiz.

Bir kaç kez okula gelmişti, memnun kalmıştı.

Söze merhaba faslı sonrası tayin konuşmanın merkezine girdi, Kaymakam...

Durdurma niyetimin olmadığını belirtince işin asli anlaşıldı, Muharrem.

Hanım, beni terk etmiş, çocukları alıp gitmiş.

Kaymakam, durdurmayı istemediğimi öğrenince barıştırma teklifinde bulundu:

- Bir yuva dağılmasın...

Muharrem, kendisine tayin işlemi sebebiyle babasını görmesini, uzak şehre gideceğimiz için bir aylık kalmasını istediğimi söyledim. Çocukların da anneleriyle gitmelerinin başka yorumlanmasının mümkün olmayacağını belirttim.

Kaymakam ne desin, Muharrem?

Yaşca öğrencim gibi.

Ben güldüm, o makamında kendisini zor tuttu.

Gayr-ı ihtiyarî ' Seni de kandırmışlar Mehmet Kardeşim...' dedim.

Tebessüm etti, Kaymakam.

Kimseye söylememelerini rica ettim. Şunun şurasında bir hafta sonra çoluk çocuk gelecek. Ekmek elden su gölden yaşıyoruz.

Kaymakam, gitmememi rica etti.

Hanımın babası yaşlı, annesi hasta.

Tayini durdurma dilekçesi verdim, Kaymakama.

Bir şart koştu, sonradan.

Kaymakamla öğle yemeği ve hem lokantada.

' Olur' dedim, Kaymakamı mı kıracağım, Muharrem?

Lokantacı etrafımızda fır dönüp duruyor, neş'emiz yerinde.

Kaymakam Malatyalı imiş.

Hem de iyi bildiğim şehirden.

Orada kaldığımı söyledim, kendisine.

Babasının adını söyleyince ' SITMAPINAR' dedim.

Babası da misafir gelmiş, evine.

' Hele çağır da Sıfırcı Muslihiddin gelsin. Yalniz sen o zaman küçüktün, Mehmet.' dedim.

Baba beş dakika sonra yanımızda. Masada yeni bir servis.

Buraya kadar, bu sohbet Muharrem.

İstesek hikaye de yazarız roman da.

Yazdığımız doğru, yalnız.

Hanım gelince Muslihiddin Öğretmen ve Oğlu Mehmet evde misafir.

Sonrası mı?

Elin ağzı torba değil, büzüle.

Kaymakam bizi barıştırmış.

Her gelen haberi doğru kabul etme, Muharrem