İnsanlığın medarı iftiharıdır İslam. Zira doğuşuyla İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkararak, asırlarca hüküm sürmüş, kurduğu eşsiz medeniyetle dünyaya damgasını vurmuştur. Yaşlı dünya bugün o eşsiz medeniyetin binlerce izini şerefle taşımaktadır.

Peki ne oldu da dünya tekrar cahiliyeye mahkum oldu? Gerçek şu ki; bu sonucu doğuran onlarca iç ve dış faktör mevcuttur. Lakin içlerinde öyle bir faktör vardır ki diğerlerine göre daha temel ve belirleyici bir fonksiyon icra etmiştir. İşte bu İslam'daki içtihat mekanizmasının bilfiil donması ve ardından bunu kalıcı hale getiren düşüncenin yerleşmesidir.

İçtihat mekanizmasının donma süreci şöyle bir seyir izlemiştir. Hicri I. yüzyılın ardından mezhepler teşekkül etti ve her bir mezhep ayrı birer ekol halinde kurumsallaştı. Her mezhep farklı bir fıkıh usulü ortaya koyduğundan doğal olarak bazı meselelerde farklı sonuçlara varmaktaydı. Kuşkusuz bunda büyük bir hayır vardı. Geçek şu ki; Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve sair mezheplerin usullerinde bir sorun yoktu. Nitekim bu mezhepler meseleleri daha sorun aşamasında iken Allah ve Resulü'ne / Kitap ve Sünnet'e arz ederek yine İslam'ın gölgesinde belirledikleri bir usul çerçevesinde çözüme kavuşturuyorlardı. Fakat sonraki dönemlerde yeni çıkan sorunlar Kitap ve Sünnet yerine daha önce yapılmış olan içtihatlara arz edilmeye başlandı. Yaklaşık on asır boyunca bu hal devam etti. Sonra durum daha da kötüleşti. Öyle ki; artık sorun ne Kitap ve Sünnete ve ne daha önce yapılmış içtihatlara arz ediliyordu.

Aksine sorunlar Batı kaynakları esas alınarak çözüldükten sonra bulunan çözüm İslam'a arz edilir hale geldi. Batı perspektifiyle elde edilen çözümün İslam'a uygun olup olmadığı soruldu. Ulemadan fetva istendi. İslam belirleyici konumdan onay ve noter konumuna indirgenirken, ulema müçtehit makamından fetva makamına geriledi. İşte bu yaklaşım tarzı İslam ümmeti için büyük bir felakete yol açtı. Nasslardan / Temel metinlerden hüküm çıkarma ameliyesi terk edildiğinden İslami kaynaklar fiilen dondu. İslam'ın canlılığı kayboldu. İslam'ın hayat veren iksiri kesildi. İslam'ın hayata dair sorunları çözüme kavuşturma potansiyeline, kapasitesine gölge düştü. Bilahare İslam'a olan güvende, büyük bir zafiyet baş gösterdi. Dahası Hilafetin ilgasıyla ortaya çıkan ümmetin siyasi mahkumiyeti, İslam'ı tamamen hayattan kopardı. Halk nüfus cüzdanı Müslümanlığına mahkum edildi. İslam coğrafyası cebren ve hileyle paramparça edilerek laik rejimlerin hakimiyetine sokuldu. Ümmet çözümsüzlüğün girdabına hapsolundu.

Ümmet çare çare diye haykırırken bu gün onlarca aydın, münevver, alim, camia, cemaat ve hatta İslami hareket aynı alışkanlığı sürdürme aymazlığı içindedir. Nitekim bir kesim celladına özenen adam misali düşmanının çözümlerine angaje olmuş ve bunun için fetva arama derdine düşmüştür. Bir kesimi de reel politika adı altında, çerçevesini mevcut şartların çizdiği İslam dışı çözümlere katkı sunmayı marifet saymaktadır.

Güncel ve somut Kürt sorunu üzerinden bunu örnekleyelim. Kimsenin samimiyetini elbette sorgulamıyoruz. Ne ki; Cumhuriyetin ilanından bu yana bir kor gibi gönlümüzü ve avucumuzu yakan Kürt meselesi konusunda İslami çözümden umudunu kesmiş iki kesim ile karşı karşıya olduğumuz inkar edilemez. Bir kesim çözüm diye AKP tarafından yürütülen T.C.'nin ulusal politikasını kutsayıp ehveni şer ekseninde fetvasını çoktan bulmuş. Diğer bir kesim de bütün Kürtleri bir araya toplayacak bir Kürt devletinin kurulmasının da artık bir hak olduğu düşüncesinin şer'i delilini ihdas etme gayreti içine girmiştir. Kaldı ki T.C.'nin kendileriyle masaya oturduğu söz konusu örgütlerin dünyasında yalnızca laik Kürtlere yer olduğu bir gerçektir. Zira sırf sakallı oldukları için öldürülen iki Suudi vatandaşı olayı v.b. olaylar bunu yeniden bizlere hatırlatmıştır.

Dikkat edilirse her iki kesimde de sorunu İslam'a arz etmeye dair bir girişim bulunmamaktadır. Başka merciler tarafından ortaya konulan çözümlerin fetvasını aramaktadırlar. Sorunu İslam dışı kaynaklarla çözüp ardından delil ihdas etme alışkanlığını sürdürmektedirler. Halbuki mesele daha sorun aşamasında iken ve daha ona bir çözüm ihdas edilmemişken İslam'a arz edilmesi farzdır. Kaldi ki; Allah (c.c.)'nın "Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra da senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tabi olmadıkça, gerçekten iman etmiş olmazlar.(1) buyurduğunu bilmiyor olamazlar. İleri sürdürdükleri mazeret şu: "Dünya devletleri Allah ve Resulü'nün ortaya koyduğu çözüme müsaade etmez." Ya da " Şartlar henüz böyle bir çözüme uygun değil." İşte tıkandığımız yer burasıdır. Unutmayalım ki; İslam şartları değiştirmek için gelmiştir.

İslam coğrafyasında emrivakilerle kurulmuş, ümmeti öz benliğinden koparan cumhuriyetlere karşı Türküyle, Kürdüyle ve Arabıyla ümmet evlatları hep birlikte yıllardır fikri ve siyasi mücadeleyi sürdüre gelmişlerdir. Bunun yankıları bugün bütün laik kesimlerin uykusunu kaçırmaktadır. Bakın işte Müslüman Arap kardeşlerimiz başındaki zalim ırkdaş yöneticilerine karşı ayaktalar. Onlar etnik kaygılarla hareket etmemektedir. Zira o devletler birer Arap cumhuriyeti. İşte Mısır ve işte Biladüş-Şam… Arap kardeşlerimiz sırf İslam ile yönetmedikleri ve zalim oldukları için kendi yöneticilerine baş kaldırmışlardır.

Müslüman olarak kaldığımız sürece, kendisine karşı mücadele vermemiz kaçınılmaz olan başka bir laik siyasi yapının oluşmasına katkı sağlamanın bir açıklaması olabilir mi? Böyle bir yapıya çözüm denilebilir mi? İslam böyle bir işi hiç ameli salih olarak kabul eder mi? Eğer bir zulüm söz konusu ise çaresi laik bir yapı karakterinde bölünmek mi olmalı? Allah'ından Peygaber'inden, kültüründen, medeniyetinden koparılmış olan Türk ve Arap halkları az mı zulüm gördü? Acıları yarıştırmanın bir anlamı var mı?

Haydi gelin bugün biz Müslüman olmamızın gereğini yapalım. "Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah'a ve Peygamber'e götürün."(2) fermanına kulak verelim. Sorunlarımız daha sorun aşamasında iken onları Allah ve Resulü'ne arz edelim. Bakın ümmetin başında bir çatı yok. Siyasi çatıdan yoksun bu ümmet biri birine düşmüş. Ümmet aç, susuz kanıyor ve üşüyor. Onları daha fazla parçalamadan, kırıp dökmeden toparlayacak, çekip çevirecek, iki yakasını bir araya getirecek tek bir siyasi çatıya bugün her zamankinden daha muhtaçtır. Öyle ise halimizi olduğu gibi Allah ve Resulü'ne arz edelim. Bize bir çıkış yolunu göstereceğinden kuşkunuz olmasın.

"Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resulüne icabet edin." (3)
(1) (Nisa:65) (2) (Nisa:59) (3) (Enfal;24)