Büyük bir heyecanla beklediğim 'Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi' filmi birçok patırtı ve gürültü arasında nihayet gösterime girdi. İran'ın, İranlı bir yönetmen olan Mecid Mecidi'nin böyle yüksek bütçeli bir filmi çekmesi, çekiyor olması bile başlı başına bir başarıdır İslam dünyası için. Çağrı filminden bu yana neredeyse yarım asır geçti ama İslam dünyasında dişe dokunur, eli yüzü düzgün bir film yapılmadı, yapılamadı ne hikmetse. İnşallah bunun devamı gelir ve Müslüman toplumlar da sinema ve edebiyata üst düzey bir ilgi gösterirler artık.

Doğruyu söylemek gerekirse bugünün sinema tekniği ve İran sinemasının açtığı çığırdan hareketle Çağrı'yı aşan bir film bekliyordum. Ama son sözü baştan söyleyeyim: Aşamamış. Çağrı hala tüm heybetiyle bir dağ gibi duruyor yerinde. Yine de Mecidi'nin filmi, bu kapının aralanabileceğini, umudumuzu diri tutmamız gerektiğini gösterdi bize. Büyük bir heyecan dalgası yayarak üzerimize, şevklendirdi bizi. Bize sağlam bir dal uzattı. Sinema dilinin tüm gücünü hissettirdi kalplerimize. Yüreğimize dokunmayı başardı.

Filmi izlediğimde şunu hissettim ki -birkaç mevzu dışında, ki onlar da dini ve siyasi boyut- bir kekremsilik, bir olmamışlık hali hissetmiyor insan: Sinema tekniği, görüntü kalitesi, sahicilik, mekan seçimi, oyuncuların duruşu, bakışı, kıyafeti, Abdulmuttalib ve Ebu Talib rollerinden bütünüyle akan o asalet, Amine ve Halime rollerine nakşolan, neredeyse damarlarımızda duyduğumuz masumiyet, masumiyet, masumiyet. Ve ah o müzik! Hüznü tüm çıplaklığıyla üzerimize boca eden müzik. İnsanı alıp çöllerde savuran, bir yetimin koynuna sokan, bir yetimin arkasından öylece bakakalan ah o tını.

Filmde beni en çok etkiyen sahneydi bu müziğe, bu tınıya tutunan kareler: Önce Amine, yetiminin gözlerinde yok olmak ister gibi bir ağıda tutuluyor. Çünkü ayrılık vakti. Çünkü sütanneye gitmesi gerekiyor yetimler yetiminin. Ve gidiyor. Ve anne yalınayak koşuyor eli yüreğinde. Ve anne sessiz bir çığlığa ram oluyor. Ve anne bir karanlıktan boşanır gibi ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Bütün bir kainat ağlıyor.

Aynı sahne diğer annede de saklı. Halime'nin koynundan kopan yetimler yetimi evine götürülüyor bu defa. Bırakmamak ne mümkün. Elinde olsa dünyayı yıkar, bırakmaz ama elinde değil. Gücü yetmiyor. O masum şimdi gidiyor işte, gidiyor. Halime'nin yüreğini de alıp gidiyor. Halime de arkasından var gücüyle koşuyor kumlara bata çıka. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor… Ve müzik adeta bizim yaramıza bir tuz basıyor.

Filmde beni etkileyen sahnelerden biri de çocuklara isim koyma merasimiydi. Ki filmin fragmanında da bu sahneyi gördüğümde tüylerimi diken diken olmuştu: Tek tek çocuklara isim koyuluyor ve müthiş bir kalabalık. Erkeklerin ellerinde defler ve kılıçlar, kadınların dillerinde coşku, heyecan ve bitimsiz zılgıtlar. Ve şimdi sıra yetimler yetiminde. Abdulmuttalib, Amine'nin elinden alıp haykırıyor ismini göğe: 'Muhammed!'

Önce sessizlik, sonra kargaşa. 'Bu ne biçim isim, hiç duyulmamış' sözleri yayılıyor kalabalığa. Ve Ebu Talib yeniden haykırıyor Mekke semalarına: 'Muhammed!' Ve sonra o şaşkın kalabalıktan sadır olan tek şey: Coşku ve heyecan. Herkesin gözlerinde tarifsiz bir sevinç. Bir güneş doğuyor çünkü. Sonsuz bir güneş…

Film böyle akıp gidiyor işte. Kalplere nakşolacak sahnelerle yüreğinize işliyor. Her sahne ayrı bir dram, her sahne ayrı bir heyecan, her sahne ayrı bir gözyaşı aslında. Filme, filmin müziğine, oyuncuların gözlerine, mekanın yüreğine yapışan ana tema nedir diye sorarsınız tek bir kelime söyleyebilirim: Hüzün!

Teşekkürler Mecidi! Hüznü bize yeniden duyumsattığın için.