M. Sarmış: Şimdi artık geriye, ailenizin geçmişine doğru gidelim. "Parmaksız" soyadından başlayalım. Nereden geliyor?
    
H. Parmaksız: Nereden geldiğini tam olarak bilmiyorum. Rahmetlik babam şaka yollu şöyle derdi. Dedemin babası savaşta cephede iken "düşman da kim oluyor" deyip elini kaldırmış, o sırada gelen bir mermi bir parmağını uçurmuş, o yüzden kendisine "Parmaksız" lakabı verilmiş. Sonra da ailemize soyadı olmuş. Ne kadar doğrudur bilmiyorum. Bildiğim şu; az sonra herhalde detaylı olarak konuşacağımız en eski dedemlerimden beri bize "Parmaksızzadeler" deniliyor. Yani Cumhuriyet döneminde "Soyadı Kanunu" ile alınan bir isim değil. 

M. Sarmış: Bir de "Ninolar" lakabı var. 
    
H. Parmaksız: Evet bize bir de lakap olarak "Ninolar" derlerdi. Kardeşim Celal, tarih öğretmenidir. Dediğine göre "Irak taraflarında Ninova isimli bir şehir var. Bizim aile oradan geldiği için Urfa'da "Ninolar" demişler. "Ninovalı" anlamında." (Ninova veya Ninive, bugün Irak sınırları içinde Dicle nehrinin doğu kıyısında, Musul'un yanında bulunan antik bir şehir. İlk Çağ Mezopotamya devletlerinden Asurluların başşehri.)

Bir şey daha var. Rahmetli babam çocukken derdi ki "Bizim soyumuz Süleymanşah'tan geliyor." İşte Süleymanşah Halep tarafından Anadolu'ya geliyormuş,  Fırat Nehrinden geçerken boğulmuş gibi şeyler. O zamanlar aklım ermediği için sormadım da… Büyüyüp de biraz tarih araştırması yapınca, hele bu TRT'de yayınlanan "Diriliş Ertuğrul" dizisini izleyince anladım ki Süleymanşah Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin dedesiymiş. Türklerin bir kısmı Orta Asya'dan direkt Anadolu'ya gelmiyor. İran üzerinden Irak ve Suriye'ye gidiyor, daha sonra oradan Anadolu'ya geçiyorlar. İşte Osmanlıların ecdadı Süleymanşah da Halep'ten gelirken Fırat'ta boğuluyor ve Caber Kalesine gömülüyor. 

M. Sarmış: O konular biraz karışık hocam. Caber'de yatanın Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah olduğunu söyleyenler de var. Farklı görüşler de var. Fakat Lozan Antlaşmasına göre Türkiye'ye ait bir toprak parçasıdır. (Türbe, Suriye'deki iç savaş dolayısıyla Türkiye tarafından 21 Şubat 2015 tarihinde gerçekleştirilen Şah Fırat Operasyonu ile Türkiye sınırına 180 metre mesafedeki Eşme köyüne taşınmıştır.)

Babanız neye dayanarak "Biz Süleymanşah'ın soyundanız." diyordu? Aradan yedi sekiz yüzyıl geçmiş. Elde bir kayıt kuyut, belge var mı?
    
H. Parmaksız: Yok. O kadarını bilmiyorum. Kardeşim Celal, Türkmen olduğumuzu söyler. Az önce kendimden söz ederken emekli olduktan sonra Balıkesir'e yerleştiğimizi söylemiştim. Daha önce ve sonra da Batı'nın değişik şehirlerini gezdim, Marmara depreminden önce bir yıl Adapazarı'nda yaşadım. Yani Batı'yı iyi kötü biliyorum. Buralarda Türk olayı yok. Herkes ya Manav'dır, Ya Tatar'dır, ya Yörük'tür, yada başka bir ismi vardır. Bizim oralarda ise Arap'tır, Kürt'tür, Türk'tür. Celal'in dediğine göre Doğu'daki Türklerin hepsi Türkmen'miş. Biz de Türkmen oluyoruz yani. Bugün Celal'le tekrar görüştüm. "Biz nereden gelmişiz?" diye sordum. 

Dediğine göre Osmanlı zamanında Doğu'da Bıyıklı Mehmet Paşa adında bir beylerbeyi varmış. (Yavuz Sultan Selim zamanı devlet adamı. Ölümü 1521) Diyarbakır Valiliği de yapmış. İşte ondan sonraki beylerbeyi bizim dedemizmiş. Şehbenderiye Vakfının kurucusu olan büyük dedemiz Hacı Bekir Beyin dedesi. Onun adı da Hacı Bekir'miş. Beylerbeyliğinin o zamanki merkezi de Adıyaman Samsat'mış. Babası Müslüm, dedesi Bekir… Babasının adını oğluna vermiş, yani Urfa Belediye Başkanı olan dedem Şıh Müslüm Parmaksız… Babamın dedesi olan Hacı Bekir Bey, büyük tüccar, çok zengin. Ama zenginliğinin esas kaynağı dedesinden kalan köyler, topraklar, mal mülkmüş. Oradan geliyormuş yani. 

M. Sarmış: Bazı ailelerin ellerinde yazılı şecereleri oluyor. Sizin de bu bahsettiğiniz bilgileri doğrulayan bir şecereniz, yazılı bir belgeniz var mı?
    
H. Parmaksız: Şecere demeyelim de… Rahmetli babamın el yazısı ile çıkardığı bir çeşit nüfus kütüğü var. Çünkü Şehbenderiye Vakfının vakfiyesine göre, akardan elde edilen gelir, öncelikli olarak cami, medrese ve benzeri hayır işlerine ayrıldıktan sonra "kalle" (çekmece, paranın toplandığı yer) fazlası evlada dağıtılıyor. Kimlerin bunu hak ettiğini anlamak için de veraset il muhaberi gibi bir evladiye çıkarılıyor. Evladiye ve veraset çok farklı şeyler. İşte babam bunu hazırlamış. Bu son yıllarda e-Devlet üzerinden oluşturulan "soy bilgisi" sisteminden çok önce. Buna göre de bilinen soyumuz babamın dedesi Hacı Bekir'in babası Müslüm'den itibaren devam ediyor. Ondan öncesine dair teferruatlı bilgim yok.

M. Sarmış: O zaman biz vakfı kuran Hacı Bekir Beyden devam edelim. Hakkında neler biliyorsunuz?
    
H. Parmaksız: Çok iri yarı, pehlivan gibi bir adammış. Çok da dindarmış, beş vakit namazında niyazında bir adammış. Vakfiyede ismi şöyle geçiyor: "İran Şehbenderi Parmaksızzade Hacı Bekir bin Müslüm Ağa." Yani Müslüm Ağa'nın oğlu İran Şehbenderi Parmaksızzade Hacı Bekir Bey. Doğum tarihi 1846. İlk hanımı Kürkçüzade Hacı Ahmet'in kızı Hacı Emine Hanım… O da 1852 doğumlu. Babam derdi ki "Kürkçüoğlu Mahmut Nedim benim dayım. Ben yaramazlık yaptığım zaman ninem Hacı Emine'nin yanına giderdim. O da beni koruyup kollardı. Babam da dayım Mahmut Nedim'den dolayı ses çıkarmazdı." Ben bu konuyu Cihat Kürkçüoğlu ile görüştüm. Sağ olsun, araştırdı, şecereyi çıkardı. "Emine Hanım bizim aileden, ama Mahmut Nedim'in kızı değil, dolayısıyla Mahmut Nedim de babanızın dayısı değil. Emine Hanım, Kürkçüoğullarının ileri gelenlerinden Hacı Mehmet Ağa'nın torunu Hacı Ahmet Ağa'nın kızı. Mahmut Nedim Bey, esas dayısı olduğu için değil, dayı tarafının ileri gelenlerinden birisi olduğu için olabilir." dedi.

M. Sarmış: Emine Hanım için ilk eşi dediğinize göre dedeniz başka evlilikler de yapmış. Onlardan ve çocuklarından bahseder misiniz?
    
H. Parmaksız: Hacı Bekir Beyin üç hanımı var. Birinci hanımından iki oğlu oluyor. Şıh Müslüm ve onun ikizi Bakır. Şıh Müslüm benim dedem. İkizi olan Bakır genç yaşta ölüyor. 30-35 yaşlarında kadar olması lazım. Diğer hanımdan Hacı Ahmet Hafız Amca. Hacı Esat ve Hacı Mehmet abilerin babası. Üçüncü hanımdan da Mustafa Saffet Amca.
    M. Sarmış: Üç hanımın her birinden birer olmak üzere üç oğul…
    
H. Parmaksız: Evet. Çok sayıda da kızı oluyor. Dedemin ikizi olan Bakır deli dolu bir adammış, bu yüzden "Deli Bakır" da derlermiş. Ama deli değil, ermiş bir adammış. Babamın anlattığına göre Hacı Bekir Bey, "Benim malımın mülkümün bütün hayrı bereketi bu oğlumdan dolayıdır." dermiş. Şöyle bir olay da anlatılıyor. Bizim oturduğumuz ev üç katlı bir köşk şeklindeydi. Bir keresinde odalarının birinde büyük bir yangın çıkıyor. Alevler her tarafı sarıyor. Kimsenin odanın içine girmesi mümkün değil. Ve Bakır içeride. Artık ümidi kesiyorlar; yandı, bitti, kül oldu diyorlar. Fakat biraz sonra bakıyorlar ki Bakır "Hay Allah! Hay Allah! Hay Allah!" diye diye alevlerin içinden çıkıyor. Ve üstünde başında en küçük bir is, kara, yanık lekesi izi bile yok.
    
M. Sarmış: Bakır'ın bir tarikat bağlantısı var mı?
    
H. Parmaksız: Yok, sanmıyorum.
    
M. Sarmış: O zaman herkes erkenden evlenir. Bu 30-35 yaşına kadar evlenmemiş mi?
    
H. Parmaksız: Hayır, evlenmemiş. Hatta bazen "Beni de evlendirin; kız istiyorum, kız istiyorum." dermiş.  Bir gün bir kız bulup getirmişler. Seni evlendireceğiz demişler. "Yok! Bu benden kötü şey ister. 
Ben o işlere gelemem." diyerek kabul etmemiş. Evlenmek istememiş. Ama benim annemin annesi, rahmetli Zekiye Ninem "Ben çocukken sizin evin önünden geçerken Bakır'ı görürdük. Bize damdan, pencereden bakardı. Biz de korkardık." derdi.

M. Sarmış: Biz Hacı Bekir Beyden devam edelim.
    
H. Parmaksız: Hacı Bekir Bey çok zengin. Demin bu zenginliğin esas kaynağının dedelerinden kalan mal mülk olduğunu söyledim. Fakat aynı zamanda tüccar. Öyle sıradan bir tüccar değil, büyük tüccar.
    
M. Sarmış: Neyin ticaretini yapıyor?
    
H. Parmaksız: Gıdadan, yağdan tutun da her türlü ticaret. Ticareti yapılabilecek olan hemen her şeyi alıp satıyor. Sadece atadan dededen kalanlar değil, sonradan ticaret sayesinde de zenginliğine zenginlik katmış. Köyler, tarlalar, bağlar, bahçeler, evler, dükkânlar… Çok… Gümrük Hanında dükkânları var, yazıhaneleri var.

Yeri gelmişken şöyle bir hatıra anlatayım. Hacı Bekir Bey, oğlu Müslüm'e diyor ki "İstanbul'a bir mektup yazalım; bize bin teneke yağ göndersinler." Hep böyle yapıyorlar. Zaman içinde karşılıklı bir güven oluştuğu için para filan göndermeden karşı taraf yağı gönderiyor, parasını daha sonra alıyor. Tabii söz konusu olan sadeyağ. O zaman şimdiki gibi bitkisel yağ yok. İşte yine böyle bir mektup gönderip bin teneke yağ istiyorlar.

 Aradan artık birkaç hafta mı, bir iki ay mı, bilmiyorum, kısa bir süre geçiyor. İstanbul'dan bir mektup geliyor: "Hacı Bekir Bey, on bin teneke yağınız hazır. Fakat burada yağ fiyatları çok yükseldi. İstiyorsanız sizin namınıza burada satalım, kârını size gönderelim; yok istiyorsanız eski fiyat üzerinden yağları size gönderelim." Dedem oğluna "Ne yaptın, ben sana bin teneke demiştim, sen on bin teneke yazmışsın." diyor. Birin yanına üç nokta yerine dört nokta koymuş. Allah yürü kulum deyince böyle oluyor demek.

M. Sarmış: Ne yapmışlar peki?

H. Parmaksız: Urfa o sırada küçük bir yer. On bin teneke yağı ne yapsınlar? Dedem İstanbul'a haber gönderiyor; "Yağı orada satın, parasını bana gönderin." Onlar da baş üstüne diyorlar, satıp parasını gönderiyorlar.

M. Sarmış: O zaman haberleşme nasıl oluyor? Parayı birbirlerine nasıl gönderiyorlar?
    
H. Parmaksız: Haberleşme mektupla oluyor. Tabii şimdiki gibi bir iki günde değil de, on, on beş günde ulaşıyor. Para da elemanlar aracılığıyla gönderiliyor.