Önceki gece uzun zaman uyanık kaldığım için bugün ilk defa sabah namazından sonra bir süre uyuyabildim.
Kahvaltıdan sonra bütün aile bir araya geldik.
Bol bol torunlarımı sevdim.
Durum değerlendirmesi yaptık.
Artık herkesin gündeminde eve çıkmak var.
Kaynanam ve kayınbabam dünden gitmişti.
Bugün de büyük oğlum ve kızlarım gittiler.
Dolayısıyla torunlar da gitmiş oldular.
Bacanaklar da gidince sadece biz kaldık.
Aslında ben de istiyorum ama çocuklar "Siz giderseniz oda da elimizden gider. Eğer dönmemiz gerekirse bir yerimiz olsun." deyip kalmamızı istiyorlar. Hanım da evimizin sağlam olduğuna dair kesin bir rapor verilmediği için içi pek rahat değil.
Bu yüzden bu gece de buradayız.
Korku kalplere kök salmış.
Anlaşılan, özellikle çocuklar ve kadınlar uzunca bir süre bu psikolojiden kurtulamayacak.
Fakat yavaş yavaş gidenler oluyor.
Pansiyon ilk günlere göre daha sakin ve sessiz.
Bu arada okul idaresi genel bir temizlik yaptırdı, koridorlara halı serdirdi.
İyi oldu.
Bizimkiler gittikten sonra biraz gelişmeleri takip ettim.
Biraz yazı yazdım.
Derken yine Mahmut Kaya aradı.
"Adıyaman'a gidiyoruz, gelmek ister misiniz?"
Hemen "Hazırım." dedim.
AGD (Anadolu Gençlik Derneği) ve onun kardeş kuruluşu Cansuyu Derneği'nin çalışmalarına katılacağız.
Uzun bir yürüyüşten sonra halkın "Birinci 35" dediği Mehmet Hafız Bulvarı 1. Nar Heykelinin orada arabaya bindim.
Küçük ticari araca tam 8 kişi sıkıştık. Şoför ve yeğeni, ben, Üsame ve yakın arkadaşı Talha, Mahmut Kaya ve oğlu Ali Emre ve onların bir akrabası başka bir genç. Son ikisi bagaja bindi.
Bu durumdan hiç birimizin şikayeti yok.
Yolda bir marketten çocuklara dağıtılmak üzere biraz çikolata aldık.
Adıyaman'a girişteki o uzun araç kuyruğu devam ediyor.
Gideceğimiz yere vardığımız zaman saat 14.30 olmuştu.
Yolda gördüğümüz manzaralar aynı.
Hemen hemen bütün binalar ya enkaz halinde veya ağır hasarlı.
Bir iki katlı eski gecekondular da, 10 küsur katlı henüz birkaç yıllık rezidanslar da...
İlk defa gelenlerle beraber ben de yine o dehşet duyguları içinde bakıyorum.
Ve bu felaketin maddi ve manevi sebepleri üzerine düşünüyorum.
Önceki gün "Hâlâ O Kafa" başlığı altında, deprem ve her türlü doğal felaketi Allah'ın bir cezası olarak gören zihniyeti eleştiren bir yazı yazdım.
O zihinsel altyapıyı, Kur'an'da bahsi geçen helak olmuş kavimlerin kıssalarının hazırladığını biliyorum.
Doğrusu bu iki doğruyu mezceden makul bir izaha da aklım ermiyor.
İşin maddi açıklaması ise kolay.
Sorumlular ve suçlular da belli.
Bu konuda ilk günden başlayan tartışmalar artarak devam ediyor.
En başta zemini uygun olmayan yanlış yerlerin imara açılması.
Müteahhitlerin malzemeden çalması.
Kontrol ve denetlemeden sorumlu bürokrat ve teknik elemanların bilimsel ve teknik şartnameye uymayan binalara göz yumması, olur vermesi.
Binalara, inşaat planına uymayan müdahalelerin yapılması. Özellikle işyeri açmak için taşıyıcı kolonlarının kesilmesi.
Ve ikide bir "imar barışı" adı altında bütün bu sakat binaların meşrulaştırılması...
Belki bilmediğim daha başka sebepler de vardır.
Kendimi bildim bileli her deprem sonrası bu tartışmalar yapılır.
Bazen bir iki kişi hakkında kovuşturma ve soruşturma da başlatılır, hatta tutuklanır, ufak bazı cezalar verilir.
Fakat kısa bir süre sonra ise her şey unutulur.
Ve her yanlışa/suça, kaldığı yerden devam edilir.
Şimdi de bu tür haberler geliyor.
Bir kısım müteahhitler yakalanmış, tutuklanmış , bazıları korkularından kaçmış vb.
Devamı gelir mi, bilmiyorum.
Artık bu kadar ağır bir felaketten sonra da eskisi gibi olursa, bir takım göz boyama taktikleri uygulanırsa, bir iki sahipsiz suçlu kurban verilir ve sonra her şey unutulursa, vay halimize!
O zaman her şeyi hak ediyoruz demektir.
Umutlu olmak istiyorum ama umudumun dayanağı çok zayıf.
Çünkü bu işleri yapanlar çok zengin ve güçlü.
Onlarla mücadele de o ölçüde zor.
Oysa küçük suçlularla uğraşmak kolay.
Nitekim deprem enkazında, hasar gören binalarda veya deprem dolayısıyla terk edilen evlerde hırsızlık yapanların, depremzedelere gelen yardımları çeşitli yollardan çalanların haberleri düşüyor medyaya.
Ben de bazılarını okudum, bazı videolar izledim. Güvenlik görevlisi olduğu anlaşılan birileri tarafından soyulmuşlar, bağlanmışlar, binbir hakaretle tekme tokat dövülüyorlar.
İzleyen herkes oh olsun diyor.
Kanunen suç olsa bile ben de acımıyorum o "şerefsizlere".
Ancak benzer bir uygulama esas büyük suçlulara, öyle üç beş eşya değil, on binlerce insanın hayatını, geride kalanların geleceğini çalanlara yapılacak mı?
İşledikleri cürümlerin bedeli ödetilecek mi?
Dedim ya umutlu olmak istiyorum, ama çok zor görünüyor.
Sonunda "çalışacağımız" toplama ve dağıtım merkezine ulaştık.
Adıyaman Türk Petrolleri Ortaokulu.
Kocaman bir okulun kocaman bahçesi.
Öğrencilerin futbol, basketbol alanları depolama alanlarına dönüştürülmüş.
Her çeşit yiyecek, giyecek ve eşya var.
Bir yandan geliyor, bir yandan gidiyor.
Burada yapılan iş, gelenlerin cinsine göre ayrıştırılması ve ihtiyaç yerlerine gönderilmesi.
Dışarıdan çok basit gibi görünse de önemli ve zor bir iş. Zorluğu verdiği yorgunlukta değil, uygulamasında.
AGD ve Cansuyu'nun üyeleri ve bizim gibi gönüllüler bu işi yapıyor.
Arabadan inip kısa bir tanışma faslından sonra giriştik.
Normal zamanlarda bedenimi zorlayacak olan bu işler, şimdi o kadar da zor gelmiyor.
Fakat tabii gençler gibi yapamıyoruz.
Maşallah, onlar canla başla çalışıyorlar.
Ben bu arada hem görevlileri hem de yardım almak için bizzat gelen depremzedeleri izliyorum.
Dernek üyeleri değişik illerden gelmişler. Hepsi genç, güler yüzlü, nazik arkadaşlar... Günlerdir o zor şartlarda fedakarca çalışıyorlar.
Dikkatimi daha çok depremzedeler çekiyor.
Çok değiller.
Bazen yaşlı bir karı koca, bazen iki kadın, bazen bir delikanlı veya genç kız.
Bizim şuna ihtiyacımız var diyorlar. Ya görevliler bulup veriyor ya kendileri seçiyorlar.
Yüzlerine bakıyorum.
Yorgunlar, bezginler, çaresizler.
Başlarına gelen felaketi kabullenmişler ve ezilmişler.
Kızgınlık yok, itiraz yok, isyan yok.
Belki vardı, şimdi yok.
Belki başka ortamlarda ve başka kimselere vardır da, burada ve buradakilere yok.
Bilemiyorum.
Beni o çaresizlik bitiriyor.
Birkaç parça eşya alıp gidiyorlar.
Nereye?
Ellerine geçmişse kırık dökük çadırlara, varsa arabalarına, bunlar da yoksa sokağa...
Kaldırım taşlarına, enkazdan çıkardıkları paramparça koltuklara, kanepelere...
Her halükarda sokağa ve soğuğa...
Toza toprağa...
Daha önemlisi, kaybettikleri, bazısının cenazesine bile ulaşamadıkları yakınlarının acısına...
Yitip giden gelecek umutlarına...
Kahra, gözyaşlarına...
Benim için düşünmesi bile zor olurken onların bizzat yaşamak zorunda olduğu korkunç bir hayata...
Birazcık düşünsem gözlerim yaşarıyor.
Yana yakıla ağıtlar yakmak geliyor içimden.
Birkaç saat boyunca elimizden geleni yaptık.
Akşama doğru arabamıza binip dönüşe geçtik.
Gördüğüm ve duyduğum, buralarda artık maddi hiçbir şeye ihtiyaç yok. Hele giyecek ve yiyeceğe hiç.
Ama tabii kendileri yapamadığı için sıcak yemek ihtiyacı uzun süre devam edecek.
En çok çadıra ihtiyaçları var.
İçecek suya değil ama temiz tuvalet ve banyoya...
Fakat en büyük dertleri enkazın altında kalan yakınlarına ulaşmak.
Artık, bir iki "mucize" dışında hayatta kalma ihtimali kalmadığı için cesetlerine ulaşmak ve defnetmek istiyorlar.
Yolda Ekrem demişti ki "Şimdi en büyük mutlulukları cenazelerine kavuşmak..."
"Allah'ım, ne büyük bir acı."
Gördüğüm ve duyduğum kadarıyla büyük bir organizasyon sıkıntısı var.
Resmi görevliler ve sivil gönüllüler arasında henüz iyi bir koordinasyon sağlanamamış.
Gönüllü kuruluşların varlığı çok önemli. Büyük bir boşluğu dolduruyorlar.
Enkazdan canlı çıkarma umudu iyice azaldığı için koruma ve kurtarma çalışmaları durmuş gibi.
Enkaz kaldırma çalışması da yok.
Şimdi ağırlık kurtulanları hayatta tutma ve hayatlarını olabildiğince kolaylaştırmaya verilmiş.
Aslında onları başka yerlere, hatta illere nakletmek lazım ama o enkazın altında yakınları durduğu müddetçe kimse oradan ayrılmaz.
Hâlâ Adıyaman'da ve diğer illerde onbinlerce kişiye ulaşılamadığı söyleniyor.
Korkunç bir şey...
Yakınları içinse dayanılmaz.
Hava hızla soğumaya ve kararmaya başladı.
Geçtiğimiz yol boylarında yer yer ateşler yakılıyor.
Çok zor bir gece daha başlıyor.
Bizse onlara göre kıyas kabul etmez rahatlıktaki yerlerimize dönüyoruz.
Gündüz iyice dolan içimi boşaltma ihtiyacım var.
Mahmut Beyden rica ettim.
"Benim şarjım azaldı, lütfen Tatlıses'ten 'Maraş Maraş derler' türküsünü aç."
Derken akşamın alacakaranlığında o yanık türkü yankılanıyor.
"Maraş Maraş da derler
Bu nasıl Maraş bu nasıl Maraş
Al kızıl kan içinde can veren kardaş
Kardaş kalk gidelim
Yoldaş kalk gidelim
Bizim eller kırçıllıdır geçilmez
Yollar çamur, kurusun da gidelim
Burdan gidelim
Ufak taşınan da bina yapılmaz
Bir ben ölmeyinen kardaş Maraş yıkılmaz
Kardaş kalk gidelim
Yoldaş kalk gidelim
Yollar çamur, kurusun da gidelim
Lâle sümbül büyüsün de gidelim
Kardaş gidelim ay ay ay!"
Ben de sürekli "ay ay", "ah ah" çekiyorum.
Ses, söz ve makam müthiş.
Daha ilk anda havasına giriyorum.
Gördüğüm Adıyaman'dan göremediğim Maraş'ı, Hatay'ı ve bölgedeki diğer şehirleri tahayyül etmeye çalışıyorum.
Canım çok yanıyor.
Gözyaşlarım sel.
Bunları yazmak doğru mu, bilmiyorum.
Ama benim üslubum bu.
Yazılarımda kendimi hep olduğum gibi anlatıyorum.
Bence siz de müsait bir zamanınızda bu türküyü açıp tekrar tekrar dinleyin.
Ve bol bol ağlayın.
Zaten elimizden çok bir şey de gelmiyor.
Bir dua bir de gözyaşı...
Eve, pardon mültecisi olduğum okula geliyorum.
Meğer buradan gündüz ayrılanların bir kısmı da geri dönmüş. Nitekim biraz sonra küçük kızım ve damadım da dönüyor.
Beynim kıyaslamalar yapmaya devam ediyor.
Biz daha hafif şiddetini hissettiğimiz halde bu durumda isek, depremi bütün dehşeti ile yaşayanlar ne yapsın?
Biz bugün değilse yarın evlerimize geçeceğiz.
Ya evini ve her şeyini keybedenler ne yapsın?
Kulaklarımda sürekli olarak o uzun hava yankılanmaya devam ediyor.
"Kardaş kalk gidelim.
Yoldaş kalk gidelim."
Gidelim de, nereye?
Kardeşlerimizin neresi kaldı ki gitsinler?